Sürecin ruhuna “el Fatiha” mı?
Çözüm süreci için Fatiha okuyanlar ve süreci ölmeden mezara koymaya çalışanlar biraz daha beklemek zorunda. 6-7 Ekim badiresi de atlatıldı; Hakan Fidan ile Öcalan, hükümet ile HDP’liler arasında süren diplomasi sonuç verdi ve çözüm süreci kaldığı yerden yoluna devam edecek.
Ancak son olaylardan gerekli dersler çıkarılmazsa sürecin yeni engellerle, provokasyonlarla karşılaşması da sürpriz olmaz. Buna fırsat vermemek için süreci hızlandırmak gerekiyor.
Bunun kolay olmadığı elbette biliniyor. Süreç, yalıtılmış bir odada süren görüşmelerden ibaret değil. Sorunun doğasından kaynaklanan zorlukların yanı sıra, içeride ve dışarıda sürece etkide bulunmaya çalışan, müdahale eden, süreci sekteye uğratmaya çalışan çeşitli güç merkezleri bulunuyor. Türkiye’nin iç barışıyla ilgili olan kısmı, çözüm sürecinin belki de en az hacimli yanı; Türk-Kürt ilişkilerini yeniden tanımlama özelliği nedeniyle süreç, sınırlarımızın dışındaki geniş bir siyasi coğrafyayı da kapsıyor. Bu da sorunun uluslararası boyutlarını ön plana çıkarıyor. Çözüm sürecini konuşurken ABD, Almanya, İran, İsrail, Suriye ve Irak’tan bahsetme gereği duymamızın sebebi de bu. Çözüm süreci, resmi aktörlerin dışında gayriresmi aktörlerin de hep devrede olduğu/olacağı karmaşık bir süreçtir.
Kuşkusuz hükümetin çözüm sürecini bir “iç mesele” olarak tanımlaması doğru; ancak teknolojinin ulus-devlet sınırlarını etkisiz kıldığı bir çağda, böylesine devasa büyüklükteki bir sorunun “yerel” kalamayacağı açık. Türkiye’nin Suriye politikasının, Gazze ve Hamas’a yönelik yaklaşımının, İsrail’e ilişkin tutumunun, Mısır’daki darbeye ve darbe sonrası oluşan yönetime ilişkin tavrının, ABD ile bozulan ilişkilerinin bir sonucu olacağını ve bunun kendi iç meselelerimize bir şekilde yansıyacağını inkâr edemeyiz. Keza içeride verilen büyük egemenlik mücadelesi de çözüm sürecine doğrudan yansıyor.
Bu şartlarda çözüm sürecini bir “iç mesele” olarak görmek fazla gerçekçi olmaz; sorun, dışarıdan etkilere kapatılamayacak kadar büyük bir “iç” mesele. Kobani aslında “dış” kaynaklı bir provokasyondu ama sonuçta etkilediği bizim “iç” meselemizdi. Bu etki gücü inkâr edilemeyeceğine göre, sürece olan bakışın -değiştirilmesinde değil- geliştirilmesinde fayda var. Çözüm süreci, Suriye’de patlak veren isyanın ardından gündeme geldi; bu süreç, sonuçlandığında tüm bölgeye rol modeli olacaktır. Fakat içeride olumlu sonuç veren bu vizyonun, sınırlarımızın dışına uzandığında birtakım sorunlar meydana gelmiştir. Başbakan Ahmet Davutoğlu, çözüm sürecini Ortadoğu’nun en başarılı hikayesi olarak tanımlarken, çözümün aslında sınırları aşan yanına vurgu yapıyordu. Ne var ki, uygulamada sorun yaşandı ve Kobani krizi iyi yönetilemedi. Bu sorunun, çözüm süreciyle ilgili vizyonun uygulamada daraltılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum.
Elbete bunu söylerken Türkiye’nin, ABD ve İran gibi PYD ve PKK’nın hamiliğine soyunmasını önermiyorum; ancak Kobani provokasyonuyla, Türk-Kürt ilişkilerini bozmaya yönelik müdahaleleri etkisiz kılmak için çözüm vizyonunun sınırlarımızı aşması gerektiği görüldü. Çözüm vizyonunun genişlemesiyle ancak Kobani’yle haber veren yeni krizlerin önüne geçilebilir ve çözüm süreci bir kez daha çıkmaz sokağa sürüklenmekten kurtulur.
Geçen iki yıl, Türkiye’nin çözümün ruhunu yakaladığını gösteriyor. Bu vizyon ülkeye barışı, kardeşliği getirecek yeterlilikte; istikamet bozulmadan, biraz daha dikkatli, sabırlı bir çaba gösterilirse çözüm süreci nihai sonuca taşınabilir. Ama sürecin ruhuna Fatiha okumak isteyenlerin pusuda beklediğini de akıldan hiç çıkarmamak kaydıyla.
Akşam
YAZIYA YORUM KAT