Sünnet’in örnekliğinde post-modern kuşatmaya karşı koymak
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed’in (s) örnekliğine bugün insanlık daha fazla muhtaç. İnsanlığın ufuk çizgisinde onun rol model olduğu teori-pratik paradigmanın evvelemirde Müslümanların zihninde hayat bulması gerekiyor.
Musa Üzer / Haksöz Dergisi Sayı: 370 - Ocak 2022
“Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusu varlık âleminde sorumluluk yüklenmiş her müminin bugün evvel emirde sorması gereken temel sorudur. Oysa kuşkulanılmayan, sorgulanmayan, çocuksu bir heyecan ve bitimsiz bir arzu ile bütün ünitelerine girilmeye çalışılan bu örgütlendirilmiş hayat tarihte hiç görülmediği kadar insanı krize sokmuş durumda.
Dünyayı yorumlama biçimimiz ile Kitab-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile irtibatımız noktasında doğrusal bir irtibat bulunmakta. Maalesef insanların çoğunun tahkiki değil taklidi iman üzerinde oldukları görüntüsü âlem-i İslam’ın bir gerçeği. Buna karşı dile getirilen eleştirilerin önemli bir kısmının haklılık içerdiği de ayrı bir vaka. Fakat problem burada bitmiyor. Tahkiki iman meselesi özcü bir anlayışla ‘saf aklın’ devreye sokularak dinin temel kaynağı Kur’an’ın yorumlanması ve ‘hurafelerle’ dolu sünnet-hadis malzemesinden ‘işe yarar’ olanı seçme tavrı ile halledilemez elbette.
Özellikle ilahiyat çevreleri ve dini salt lafazanlık, zihnî birkaç meselenin halli, usûlü’d-din konusunu bir iki meselede ulaşılan ‘sahih’ anlayışın oluşturduğu paradigma zanneden, Kur’an çalışmaları yapan bazı öbeklerde bu zaaflı tutumu çokça görmek mümkün. Oysa içinde yaşadığımız modern paradigma ve post-modern sürecin ağır, yıkıcı, tahrip edici kuşatmasına karşı Kitab-ı Kerim’in merkeziliğini ve Sünnet-i Seniyye’nin şahitliğini yeniden ele almak zorundayız. Bu epistemik zorunluluk nerede durduğumuzu, kim olduğumuzu, sınırlarımızı -ki post-modern paradigmanın en çok da ‘sınır’dan, had’den, bir yerde durmaktan nefret ettiğinin altını çizelim- bize hatırlatır.
Süreklilik ve Değişim Aynasında Sünnet
İnsanlık tarihi aynı zamanda vahyi ve peygamberleri inkâr ve tahrif tarihidir. Bu tarih iman, taat ve teslimiyet yerine isyan, inkâr ve tuğyanı tercih ediştir. Bu sürecin önemli kırılma noktalarından olan modern paradigmanın kilit kavramlarından biri sayılan ‘değişim’ olgusu da bu yönüyle ideolojik bir içeriğe sahiptir. Gerçekte neyin, ne için değişmesi gerektiğini ‘doğal, normal, sıradan’ bir şekilde karşılayan dindar profilin bunu yapmasının temel sebebi değişim olgusuna yüklediği olağanüstü meşruiyet ve zihninin altında yatan ilerleme düşüncesidir. Kuşku yok ki modern düşüncenin en çarpıcı yönlerinden birisi bütün temel kavramlarını, tezlerini, argümanlarını, kodlarını muhatap zihinde doğal, kadim, nötr, evrensel gösterebilme becerisidir. Bunu siyasal-sosyal kavramlarından felsefi, ekonomik, kültürel, sanatsal, sportif, psikolojik kavram ve düşünce biçimlerine kadar bütün alanlarda görmek mümkün.
Hayat dinamiğinin zorunlu halleri dışında bizatihi bir amaç hedef olarak ortaya konulan değişim fikrinin çarpıklığı nitekim ‘moda’ olgusunda çok açık şekilde görülmekte. Bu minvalde vahiy ve sünnet; değişim paradigması üzerine kurulu bu hayat işleyişinin önündeki en önemli engeldir. Vahiy insanın tamamen heva ve hevesinin ilahlaştırılması temelinde inşa ettiği düzene karşı bir paradigma belirlerken, sünnet de bu karşı yaşam pratiğini en net bir şekilde bizlere sunmakta.
Neyi, niçin, ne şekilde, hangi düstur, hangi ahlaki dinamiklerle yapması gerektiğini, nerede durması gerektiğini mümine prototip olarak sunarken bu bağlamda insanlık tarihinin inkar ve tahrif çizgisine de önemli bir müdahale yapılmış olmakta. Bu bağlamda teorize edilmiş ve örgütlendirilmiş mevcut hayat düzeneğinde mümince kendindelik ve farkındalık, ısrar, sebat, sabır, bilinci ortaya koymak ancak vahyi kuşanmış ve sünneti yaşayan bir şahitlikle mümkün.
Şahitlik Paradigması Sünnet
Kitab-ı Kerim’de “İnkâr edenler, ‘Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!’ dediler. Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.” (Furkan, 25/32) ayetinin hikmetlerinden birisinin Hz. Peygamber’in insanlara rahmet olacak bireysel, toplumsal model olma sürecinin parça parça inşa edilmesi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla Kitab-ı Kerim’in anlaşılması, yorumlanması, yaşanmasının bütün aşamaları, durakları Resul-i Ekrem’in örnekliğinde ortaya konuluyor. Tedricilik aynı zamanda insanlığın ufuk çizgisini temsil eden Resul-i Ekrem’in sünnetinin takip edilebilme imkânını müminlere vermekte.
Hz. Peygamber’in siyerine sünnet perspektifinden bakıldığında onun, hayatın bütün ünitelerinde Allah merkezli bir yaşam ortaya koyduğu çok açık. Dolayısıyla sünnet onun din olarak tuttuğu yoldur. Sünnetin basit bir tanımlama ile Hz. Peygamber’in dinî-normatif içerikli uygulamaları şeklinde tanımlanması eksik ve yanıltıcıdır. Onun yaşam perspektifine bakıldığında Allah Resulünün her an ve her zeminde her yaptığının Allah’a yakınlaşmak (takarrub, kurbiyet) amacıyla yapıldığı takdirde ibadet olduğu fikrinin merkezî bir yer tuttuğu görülecektir. Bu bağlamda bu bilinçli yaşam modelinin en iyi örneği onun sünnetinde karşımıza çıkmakta. Bölünmeyen bir zaman ve bölünmeyen bir hayat tasavvuru üzerine inşa edilmiş takarrub-u ilahiyi yakalama mücadelesi Resul-i Ekrem’in sünnetinin çerçevesini bizlere göstermekte.
Varlık âleminde mevcudatın, hayvanat, nebatat ve insanın ıslahı, korunması görevini bir bilinçle yüklenen müminler için Rabbimiz “Ve işte böyle, sizi ortada yürüyen bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara, 2/143) buyurmakta. İman edenlerin insanlara, Resul’ün de müminlere şahitlik pratiği sünnetin ayrıca varoluşsal açıdan da nasıl bir hayatiyet içerdiğini göstermekte. Hakikatin bulunması, inşa edilmesi vs. gibi tasavvurları reddeden ilahi düzlem, verili hakikat denkleminde vahiy-resul olgusunun bütün bir tarih açısından anlamını ortaya koymakta.
Bilgi ve pratik alanındaki hiyerarşiyi bir anlamda reddeden mevcut hâkim kültür ise Müslüman açısından her açıdan tehlikeli ve yanlıştır. İkame edilmek istenen egosantrik tasavvur bir bilinç çerçevesinde bütün her şeyi kendi benliğinin altına alan yeni hiyerarşi ile insanın tuğyanını resmetmekte. Post-modern süreç hiçbir şeyi kendi başına bırakmıyor, ancak otantik tabiatını bozarak dinin varlığını kabul ediyor. Post-modernliğin özgürlüğü; o şeyin, örneğin aklın tabiatının bozulması çizgisinde ruh bulmakta.
Dolayısıyla aslında hiçbir şeyi olduğu gibi bırakmayacak kadar totaliter. Dini kendi iddialarından geri çektirerek bir kültüre dönüştürüyor. Bu tahakküme karşı koyamayan zavallı birey ise kendisine yüklenen otantik olanın tabiatını bozma görevini yerine getirme çabası içine girerken adeta prangalarından kurtulmuş, özgürleşme, hurafelerden arınmış rasyonel tavır, ‘zamanın ruhuna uygun’ söylem ve eylem içinde yaşadığını zannettiği ağır bir trajediyi oynamaktadır.
Post-modern anlayış dine bir dizi işlemden geçmesini teklif eder, daha doğrusu dayatırken mutlak hakikat iddiasını reddetmesini ister. ‘Bütünlük’ fikrine karşı durumda ise ‘Müslüman birey’ açısından bunu sağlayıcı sünnet fenomeni sorunlu bir alan olarak görülür. Bunun istenilen ‘çoğulcu, müphem’ teori, kültür, siyaset, hukuk, toplumla çatışan bir yapı arz ettiği düşünülür. Post-modern anlayışın engizisyon sisteminin, aforoz mekanizmasının nasıl çalıştığını fark edemeyen birey ‘ruh’unun niçin acı çektiğini bilmemektedir. Onlar gibi olmadığı her an ve her zemin onda derin mahrumiyet duygusu meydana getirmekte. Oysa yaşanabilir, takip edilebilir, konuşulabilir, tasavvur edilebilir, örneklenebilir Kitab-ı Kerim’in pratiği Sünnet-i Seniyye gerçeği aynı zamanda ruhları ele geçirmeye çalışan bu siber saldırılara karşı metafizik gerilime sahip savunma zırhıdır.
Müminlerin Geleneği Sünnettir!
Değişmesi beklenen özgürlük, ahlak, ibadet ve adalet paradigmasını bir süreklilik içerisinde sunduğu ve gelenek dediğimiz olgunun temel dinamiğini oluşturduğu için hâkim paradigmanın sünnetle hesaplaşma içine girmesini anlamak mümkün. Fakat ‘kendi içimize ait bazı meselelerden dolayı’ bizim mahalleden de sünnetle hesaplaşma ya da tahfif görüntüsü veren veyahut gereği gibi ittiba etmeyen söylem ve tutumların da bir hayli zarar verici olduğu açık. Ayrıca bu durum teorik açıdan da ciddi problemler taşımakta. Kitab-ı Kerim’i gereği gibi okumayan, üzerinde tefekkür, tedebbür, tezekkür, taammül, taakkul etmeyen geçmiş toplumsal vasatta karşılaşılan bazı sorunları öne çıkartarak Kitab-Sünnet ilişkisini çarpık yorumlamanın bugün artık mazereti bulunmamakta.
Bu minvalde Kitab-ı Kerim’le kurulan ilişkide tasavvura ilişkin bazı gözden geçirmeler kaçınılmazdır. Kitab-ı Kerim’i salt bir teorik bilgi demeti varsayıp onu okuyup pratiğe dökme şeklinde özetlenecek yaklaşım önemli problemler ihtiva etmektedir. Birincisi bilginin amele dönüşmesi süreci sanıldığı kadar basit bir mesele değil. Bir bilginin kişinin kendisi tarafından amele dönüştürüldüğünde ‘murad-ı ilahiye’ uygun olduğu nasıl bilinebiliyor? Oysa bilginin pratiğe aktarılması meselesinde insan farkında olmadan kendinden bir şeyler katar. Kendisi dediğimiz varlık ise tarih, toplum, kültür dinamikleri tarafından içeriği doldurulabilen ama çoğu zaman bunun farkında olmayan bir aciz varlıktır.
Otantiklik ve Otorite Krizinde Teori-Pratik Meselesi
Modern düşüncenin krize girmesine yol açan en temel meselelerden biri olan teori-pratik meselesi, bilginin pratiğe aktarılması bu coğrafyada özellikle muhafazakâr çevrelerde çokça rastlanıldığı gibi basit bir problem olarak görüldü nedense. Bilgi teorisi, epistemoloji üzerinde bilginin toplumsal hayata ya da eylem alanına aktarılması meseleleri düşünce tarihinde çok tartışılmış bir mesele olmasına rağmen Müslümanlar arasında bu meselenin ne kadar kuşatıcı bir problem olduğu çok da fark edilmiyor. Hadise çok basite indirgenerek “Metni okuduk, anladık, pratiğe döküyoruz!” naifliğinde ele alındığında sonuç Müslümanı hâkim paradigmaya entegre etmekten başka bir şey olmuyor.
Yine naif bir düşünce olarak; akıl tabiattan yansıtma ile bilgiyi üretmediği gibi onu pratiğe de nesnel, objektif bir şekilde dönüştürmüyor. Saf akıl iddiası yerine her insan dolayısıyla her akıl içinde bulunduğu sosyo-kültürel ortamdan etkilenir ki bu da bize bilginin nötr ve saf olmadığını gösterir. Onun için İslam söz konusu olduğunda eğer Kitab-ı Kerim teori ise Sünnet-i Seniyye onun yaşam biçimine dönüşümünün en sahih kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim teori ise Sünnet bu teorinin pratiğidir. Dolayısıyla bizim bir bilgiyi amele kendi başımıza dönüştürdüğümüzde buna doğru, emin dememiz onu doğru, emin yapmaz.
Aynı şekilde bir şeyin pratiğinin ‘metinde’ olmadığı zaman meselenin Sünnet’e başvurularak çözülmesi şeklindeki tasavvur da bilgi ve pratik meselesiyle ilgili problemleri çözen bir yaklaşım değildir. Çünkü burada sınırlandırılmış meseleler üzerinde inşa edilmiş bir Sünnet perspektifi hâkimdir. Onun doğruluğuna yani Kur’an'da bildirilen o bilginin muradına uygun bir şekilde pratiğe döküldüğünden emin olmak için burada da kaynağın kendisi tarafından belirlenmiş bir otoriteye ihtiyaç var.
Sünnet bu bağlamda bize en sahih olanı, kendisinden şüphe etmeyeceğimiz bir doğrulukta bir bilginin amele dönüşmüş biçimini bize verir. Uydurma ya da zayıf rivayetlerin varlığı bu teori-pratik çerçevesini iptal edemeyeceği gibi bu minvaldeki problemleri aşma ile ilgili de çok güçlü usûller tarihte Müslümanlarca ortaya konmuştur.
Burada çarpıcı bir tutarsızlık da söz konusu. İnsan defalarca yanlış değerlendirme yapmasına rağmen aklını kullanmaktan vazgeçmez iken bazı uydurma, zayıf rivayetlerden yola çıkarak Sünnet’ten nasıl vazgeçebiliyor? Hakeza ‘hurafe’ algısındaki sığlık ise başka bir problem. Modern paradigmanın ve post-modern sürecin ürünü insan baştan ayağa kadar hurafeyle dolu iken Sünnet ya da hadis külliyatında hurafe avına çıkma çabası çok manidar! Birey/selleşme denilen çözülmüş insanın Yaradan ile bağlarından tamamen koparılıp onu kendi kendine yeterli, müstağni bir varlık haline getiren teori-pratiğin din tasavvurunda Sünnet’e yer yoktur. İnsanın kendine yeten bir varlık olarak dünyayı kendisinin kurabileceği fikri Sünnet’le birlikte başta ashab olmak üzere bütün bir geleneğe sadece ‘malzeme’ gözüyle bakılmasına sebebiyet vermekte. Aklın kültür ve tarih üstü, nötr, tarafsız olduğu şeklinde yansıtılmasını ise en büyük hurafe olarak kaydetmemiz lazım.
Seküler Hurafenin ‘Aydınlığında’ Sünnet’e, Geleneğe Bakış
Dolayısıyla soyut insanı (hümanizm) tanrının yerine ikame eden modernizm ile tüm insanları birer tanrı haline getirmeye çalışan post-modernizmin kavramları, kurguları, felsefesi, teorisi, aklı, ortaya çıkardığı insan ve onun edimleriyle örülü seküler hurafeyi görmek ve karşı durmak Müslümanca bir varoluş için öncelikli görevdir.
İnsanın tüm talep, arzu ve tutkularının kendisi için iyi olduğu hurafesini kendisine kabul ettiren, bütün tutku ve talepleri meşrulaştıran, insanın aklını, kalbini iğdiş eden çağdaş cahiliye, ‘dini’ sadece tekil insanın sınırları içerisine sıkıştırmaya razı olduğu için müminleri bir arada, bir düşünüşte, bir pratikte, bir ümmette, bir cemaatte tutan Hz. Peygamber’in otoritesini devre dışı bırakıyor. Sünnet meselesi aynı zamanda teori-pratik düzlemde otoritenin kim olduğuna dair cevabı belirliyor. Teorize edilmiş ve örgütlendirilmiş bir hayatı insanlığa dayatan modern paradigma ve post-modern süreç “bir yaşam tarzı olan” Sünnet’i elbette öteleyecektir. Yaşadığımız hayatın vahiy ve Hz. Peygamber tarafından yorumlanmasına itiraz edecektir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed’in (s) örnekliğine bugün insanlık daha fazla muhtaç. İnsanlığın ufuk çizgisinde onun rol model olduğu teori-pratik paradigmanın evvelemirde Müslümanların zihninde hayat bulması gerekiyor. Cahiliyeyi rahmet iklimine çeviren Allah Resulünün sünneti elbette salt sahabe dönemine hasredilemez. İnsan hayatında kritik rol oynayan değerlerin hiyerarşisini kuran Sünnet-i Seniyye sabiteler ve değişkenler dengesini müminlere göstermekte. Kültür, tarih, coğrafya, psikolojinin değişken tabiatına rağmen sabite konumuna yükselmesini önleyici düşünce, tavır, örnekliği Resul-i Ekrem’in siyerinde, hadislerinde, sünnetinde görmek mümkün. Yine aynı şekilde sabiteler ışığında değişkenlerin yorumlanmasının zengin örnekliğini de.
Câbir b. Abdullah’ın rivayet ettiğine göre Resulullah (s) hutbesinde teşehhüdden sonra: “Sözün en güzeli Allah’ın (cc) kitabıdır. Rehberliğin en güzeli ise Muhammed’in rehberliğidir.” buyuruyor. Kur’an-ı Mubin’in asıl, Sünnet-i Seniyye’nin de usûl olduğunu belirten bu rivayet doğrultusunda hayatın bütün ünitelerinde bütün zihin, zaman, zeminimizi Kitab’ın ışığında ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in rehberliğinde doldurmakla mükellefiz.
HABERE YORUM KAT