Suni krizler aracılığıyla toplumsal çatışmayı körüklemek...
Turgay Yerlikaya, Türkiye toplumunun içine çekilmeye çalışıldığı tartışmaların ne kadar yüzeysel ve gerçek dışı konular etrafında inşa edildiğine dikkat çekiyor.
Turgay Yerlikaya / Yeni Şafak
Tuhaf zamanlar
Ünlü İngiliz Tarihçi Eric Hobsbawm’ın 20. yüzyılı “aşırılıklar çağı” olarak tanımlaması, geçtiğimiz yüzyılda yaşanan savaş, çatışma ve insan hakları ile doğrudan ilişkilidir. Sovyet deneyimi, Nasyonel Sosyalizm ve Holokost gibi Aydınlanmanın hesap edilmeyen sonuçları, 20. yüzyılın karakterini şekillendirmiştir. Özellikle aklın araçsallaşması özgürlüklerin askıya alındığı ve insan hakları ihlallerinin olabildiğince yoğun gerçekleştiği bir dönemin habercisi olmuştur. Toplama kampları ve Gulaglar üzerinden daha somut olarak gözlemlenen aşırılıkların, dünya siyasi tarihinde ürettiği travma, bugünün tarihini değerlendirme anlamında önemlidir.
Toplumsal çatışmalar, kültür ve ideoloji eksenli bölünmelerin yanı sıra iç savaş tecrübeleriyle daha dramatik bir hal alan dünya siyaseti, 20. yüzyılın sonu itibariyle radikal değişimler yaşadı. Hobsbawm her ne kadar 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile aşırılıklar çağını sona erdirse de 21. yüzyıldaki temel göstergeler aşırılıklar çağının farklı formlarda devam ettiğini göstermektedir.
İdeolojilerin sonu ve liberal demokrasinin zaferi ile sonuçlanan 20. yüzyılın hemen akabinde yaşanan kırılmalar, 21. yüzyılda yaşanacak problemlerin öncüsü olmuştur. Göç dalgası ve kültürel mücadelelerin baskın olduğu günümüz dünyasında, en önemli sorun alanlarından birisi de ırkçılık sorunudur. Aslında 20. yüzyılda da çok yoğun biçimde gözlemlenen ırkçılık probleminin günümüzde aldığı yeni form, biyolojik referanslardan ziyade kültürel referanslara gönderme yapan bir ırkçılıktır. Özellikle kültürel farklılıklar üzerinden baskın bir eğilim olarak kendisini dayatan bu tür bir ırkçılık, hem Avrupa hem de gelişen ülkeler açısından önemli bir tehdit. Türkiye’de son zamanlarda her krizde kendisini gösteren Arap karşıtlığı ve yerli İslamofobi sorunları da ülkemizin bu tür tehditlerden azade olmadığını göstermektedir.
Türkiye bağlamı
Hobsbawm’ın kendi otobiyografisine ismini veren, “Tuhaf Zamanlar” günümüzü anlama adına önemli bir kavramsallaştırma. Gerçekten de içinde yaşadığımız çağ, sabitelerin ortadan kalktığı ve referans çerçevelerinden yoksun olarak yaşadığımız bir düzlemi bizlere dayatmaktadır. Bugün bizi daha fazla tedirgin hale getiren ve ontolojik açıdan güven bunalımını dayatan bir dünyada yaşadığımız gerçeği bizleri ziyadesiyle yormakta.
Türkiye’nin son dönemleri de özellikle kültürel açıdan aşınmaların zirve yaptığı ve sabitelerle ilgili tartışmaların daha fazla yapıldığı bir dönem oldu. Özellikle modernleşme ile yaşadığımız tecrübelerin bizi sabitelerden uzaklaştırdığı ve yeni birtakım kültürel formları dayattığı bir gerçek. Özellikle neyin makbul ve geçerli olduğu konusunda net çizgilere sahip olan modernleşme tecrübemiz alternatiflerin tartışılmasını da zorlaştırmaktadır. Tüm itiraz ve mukavemetlere rağmen baskın ve hegemon tavrından taviz vermeyen bu aklın önemli ölçüde tıkandığı bir zaman dilimi içerisindeyiz. Bu nedenle Türkiye’nin, eski ve verimsiz tartışmalara ikna edilerek enerji kaybettiği, bölgesel ve küresel rollerini tekrar sorgulamak zorunda bırakıldığı ve tuhaf zamanlardan geçtiği bir dönemin içerisindeyiz.
Maç ve Filistin yürüyüşü
Riyad’da oynanacak maçın iptali ve Galata Köprüsünde yüzbinlerce insanın katılımı ile yapılan yürüyüşün ardından yapılan tartışmalar, tuhaf zamanlardan geçtiğimizin göstergeleri. Resmi protokolle kurallara bağlanan ve uluslararasılaşan bir spor müsabakasından bir rejim tartışması çıkarmak ilginç olsa gerek. Benzer biçimde, hem PKK saldırısı sonrasında şehit olan askerlerimizi hem de İsrail teröründen etkilenen masum insanları anmak amacıyla yapılan bir etkinlikten hilafet tartışması çıkartmak tuhaf zamanlara has bir özellik. Her iki hadiseye sonuçları üzerinden bakıldığında çok ciddi problemlerimiz olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız.
İlk bakışta, Türkiye’nin suni krizler aracılığıyla derin bir toplumsal çatışmaya çekilmeye çalışıldığı görülmektedir. Nitekim her iki olay da rejim tartışmasına hapsedilmiş ve gerçek bağlamının dışında tartışılmıştır. Hakikat yerine algıların baskın olduğu bu tür tuhaf zamanlarda, gerçeğin ne olduğu ile ilgilenmeyen geniş kitlelerin, yankı odaları üzerinden konsolide olmaları, Türkiye’nin sosyolojik bölünmüşlüğünü daha fazla derinleştirmektedir.
Her iki olayda da Türkiye muhalefetinin sergilediği tavır, siyasette çok ciddi bir sıkışma olduğunu da göstermektedir. Demokratik yollarla iktidarın değişmesi pratiğinde başarılı olamayanların sokak siyasetine çağrı yapmaları, Türkiye dinamikleri açısından ciddi riskleri de beraberinde getirmektedir. Öyle ki şehitlerimiz ve Filistin ile ilgili mitinge katılan bir kişiye hilafet bayrağı taşıdığı gerekçesiyle saldıran bir gence sahip çıkılması, ve sonrasında siyasetin aldığı pozisyon sorunun ne denli büyük olduğunu da bizlere göstermektedir. Rejimin tehdit altında olduğu iddiasından hareketle, tarihsel gerçekliği tartışmalı olan nutuk ve metinlere atıf yapılarak gençlerin göreve çağrılması ve şiddetin meşrulaştırılması, siyasetin tıkandığı ve hatta anti-siyaset bir zeminin üretilmeye çalışıldığının göstergesi.
Nihai kertede, kültürel ve siyasal alanda yaşanan tartışmalarının varlığı, Türkiye’nin demokratikleşme tecrübesi açısından önemlidir. Fakat bu mücadeleyi meşru yolların dışında sürdürme ve suni krizler üzerinden bir toplumsal çatışma üretme çabası, Türkiye’nin enerjisinin kaybedilmesine neden olmaktadır. Tuhaf zamanlardan geçtiğimiz bu günlerde her türlü provokatif girişime mesafeli olmak ve mücadeleyi demokratik zeminlerde kotarmak en büyük önceliğimiz olmalıdır. Aksi takdirde, menşei belli olmayan bir milliyetçilik üzerinden şiddetin kutsandığı ve meşrulaştırılmaya çalışıldığı bu tür tuhaf zamanların Türkiye yakın tarihinde ne tür maliyetler ürettiği ortada.
HABERE YORUM KAT