Suç, ceza, hapishaneler ve İmralı
Son aylarda sürekli içinde ‘hapishane’ geçen cümleler kuruyoruz. Gösterilerde taş atan çocukların Terörle Mücadele Kanunu uyarınca en ağır cezalara çarptırılmasını ve büyüklerle aynı koşullarda hapse tıkılmasını, Güler Zere’nin şahsında, hasta mahkûmlardan bir zerrecik merhametin bile nasıl esirgendiğini hayretle izliyoruz. 1980’li yıllarda korkunç suçların işlendiği Diyarbakır Cezaevi’nin okula mı yoksa müzeye mi dönüştürülmesi gerektiğini tartışıyoruz. Ve İmralı’dan ‘Kürt Açılımı’nın ‘yol haritası’nı bekliyoruz.
Hal böyle olunca ben de bu haftayı ‘modern’ ceza sisteminin en önemli unsuru olan hapishanelere ayırmayı düşündüm ama sayfanın sınırları yüzünden daldan dala atlayan bir yazı çıkarabildim. Giriş bölümünde kısaca değindiğim, hapishane denilen korkunç kurumun antropolojik, siyasal, felsefi, ahlaki vb anlamları konusuyla ilgilenenlere, bu yazıyı yazarken faydalandığım mükemmel bir kaynağı, Fransız düşünür Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabını tavsiye etmekle yetineceğim. İyi okumalar...
Karanlık bir şenlik olarak ceza
“Damiens, 2 Mart 1757’de, Paris kilisesinin cümle kapısının önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecekti; sonra aynı yük arabasıyla Grevé meydanına götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra bedeni dört ata çektirilerek parçalatılacak ve vücudu ateşle yakılacak, kül haline gelecek ve küller rüzgâra savrulacaktı.”
Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabı böyle başlar. Bu anlatı dönemin gazetelerinden birinden alınmadır. Gazeteci, “sonunda onu parçaladılar,” diye devam eder, “bu sonuncu işlem çok uzun sürdü, çünkü kullanılan atlar, çekmeye alışık değillerdi, bu yüzden dört yerine altı tane koyak gerekti, bu da yetersiz kaldı, talihsizin kalçalarını kopartmak için sinirlerini kesmek ve eklemlerini baltayla parçalamak gerekti...” Ardından tüm detaylarıyla infazı anlatır. Yüzlerce, belki binlerce kişinin izlediği öyle korkunç bir infaz töreninidir ki bu, okurken başınız döner, mideniz bulanır, beyniniz karıncalanır, gözleriniz yaşarır, boğazınız düğümlenir. Kime isyan edeceğinizi şaşırırsınız. Sonunda insan olmaktan utanırsınız...
Cezanın seyirlik olmaktan çıkması
Lise tarih kitaplarımızda ‘karanlık çağ’ diye adlandırılan yüzyıllarda geçmez bu infaz töreni. Aydınlanma Çağı’nda geçer. Neyse ki, Damiens dört parçaya ayrılarak halkın gözleri önünde idam edilen son kişidir. Birkaç on yıl sonra, Foucault’nun deyişiyle artık ‘cezayı karanlık bir şenlik haline çeviren uygulamalar’ yok olmaya yüz tutacaktır. Suçun herkesin önünde itiraf edilmesi Fransa’da 1791’de kaldırılmış; kazığa bağlama Fransa’da 1789’da, İngiltere’de 1837’de ilga edilmiştir. Damgalama, Fransa’da 1832’de, İngiltere’de 1834’te kaldırılmıştır. Hainlerin parçalanmasına İngiltere’de 1820’den sonra bir daha kalkışılmamıştır. Mahkûmların sokak ortasında veya şehirlerarası yollarda çalıştırılmaları, demir boyunduruklu, özel kıyafetli, prangalı olarak halkın arasından geçirilmeleri türü ‘seyirlik’ uygulamalar 19. yüzyılın ilk yarısında hemen hemen her ülkede kaldırılmıştır. Buna karşılık, cezalandırma gündelik algılama alanını terk ederek soyut algılama alanına girmiş, infaz, adeta mahkûmla ‘adalet’ arasında garip bir sır halini almıştır. İşte hapishaneler bu yeni, bu ‘modern’ aşamanın ürünüdür.
Dev bir Panapticon’a dönüşen dünya
İngiliz filozof ve hukukçu, toplum reformcusu, ‘Faydacılık’ düşüncesinin teorisyeni, Jeremy Bentham’ın 1785 yılında muhtemelen Versailles’ın Hayvanat Bahçesi’nden esinlenerek tasarladığı ‘modern’ hapishane modeli Panopticon adını taşıyordu. Bentham’ın Panapticon’u [‘pan’=bütünü, ‘opticon’=gözlemlemek] birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu. Her hücre bu halkanın iç kısmına açıktı ve halkanın dış cephesindeki duvarda birer pencere vardı. Halkanın ortasında mahpuslardan tamamen saklanmış konumdaki gözlemcilerin kaldığı bir nöbet kulesi yer almaktaydı.
Panoptikon’un temelinde yatan ilke, tek odalı hücrenin içindeki sakine saklanacak hiçbir yer bırakmaması, buna karşılık dış cephedeki duvarın penceresinden gelen dış ışığın kuledeki nöbetçilere mahpusun her hareketinin bir siluetini izleme olanağını sağlamasıydı. Bentham’ın yaklaşımına göre, gözlemlenen her yanlış davranışının ceza getireceğini bilen, ama davranışlarının aslında ne zaman gözlemlendiğini bilmeyen mahpusun, aklını başına toplayarak her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yoktu. Böylece mahpus bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda kalacaktı.
Bentham’ın tasarladığı mükemmellikte bir Panapticon henüz inşa edilmedi ama bugün neredeyse tüm toplumsal yaşama Panapticon ilkeleri uygulanmaya çalışılıyor. Kışlalar, okullar, ibadet mekânları, fabrikalar birer Panapticon haline dönüşüyor. Tüm dünya devasa bir Panapticon’a dönüştürülüyor...
Bedene değil ruha saldırı
‘Modern’ infaz sisteminde sadece ‘seyir’ değil genel olarak ‘acı’ da iptal edilmiştir. Artık ‘beden’ cezalandırmanın ana hedefi değildir. (1980 sonrasının Diyarbakır Hapishanesi bu açıdan ‘karanlık çağlar’a ait yüz kızartıcı bir örnektir.) Evet, bu sistemde de ‘suçlu’ içeri kapatılır, ayağına zincir, pranga vurulur, elleri kelepçelenir, zorla çalıştırılır, hücreye atılır, tecrit edilir ama bunlar eskinin ‘bedene azap verme’ anlayışıyla yapılmaz. Artık amaç, beden aracılığıyla bireyi kontrol altına almaktır. Onu disipline etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmektir. Kişiliği iğdiş etmektir. İnsan onurunu yerle bir etmektir. Kısacası hedef artık beden değil ruhtur.
Teknisyenler ordusu
Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hal almıştır ki, sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşmıyormuş gibi hissetmez kendini. Halbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem haline gelmiştir.
‘Asri cezaevleri isteriz’
Tanzimat’a kadar, deri yüzmek, toprağa gömmek, çengele asmak, testislerini koparmak ve yedirmek, vücuda yara açıp yaraya tuz basmak, farelere kemirtmek, mil çekmek, organ kesmek, çengele asmak gibi birbirinden azap verici cezaları uygulayan Osmanlı Devleti’nde ‘hapsetmek’ denildiğinde kastedilen, herhangi bir suçla itham edilen kişinin, yargılama süreci boyunca gözetim altına alınmasıydı. Osmanlı’da bugünkü ‘hapishane’ anlamına gelen sözcük Farsça kökenli ‘zindan’dı. Eminönü’ndeki Baba Cafer, Yedikule, Kasımpaşa’daki tersaneler en ünlü zindanlardı. Tanzimat Reformları kapsamında Anadolu’nun dört bir yanında ‘modern’ cezaevleri açılmaya başlandı. Cumhuriyet dönemine devredilen bu cezaevleri, gerek fiziki koşulları gerekse işleyişleri açısından çok yetersizdi, elverişsizdi. (Bunlardan en ünlüsü olan Sinop Cezaevi’nin hikayesi başlı başına bir yazı konusu olduğu için hiç girmeyeceğim.)
Ancak pek çok kişiye sayısı da az gelmiş olmalıydı ki, 1933’te Adalet Bakanlığı’nın ‘Vilayet Kongreleri’ sırasında, halk ve yerel yöneticiler ‘asri hapishaneler’ inşa edilmesini talep etmişlerdi. Bakanlık bunun için İtalya’dan uzmanlar getirtti. Ardından ülkenin dört bir yanına cezaevleri inşa edilmeye başlandı. Bu cezaevlerinden bir bölümü ‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’ idi. Bu cezaevleri, 1929 Büyük Buhranı’ndan sonra gündeme gelen ‘devletçilik’ uygulamaları ile uyumlu kurumlardı. Bilindiği gibi devlet özellikle 1931’den itibaren ekonomiye hem düzenleyici hem de oyuncu olarak daha çok girmişti. 1932’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile çoğu Türkiye İş Bankası girişimi olan pek çok sanayi tesisi kurulmuştu. Zonguldak kömür, Keçiborlu kükürt, Karabük çelik, Ergani bakır, Gemlik ipek tesisleri bunlardan bazılarıydı. Fabrikalar kuruluyordu ancak işgücü yetersizdi. Ağırlıklı olarak köylü toplumu olan Türkiye’de henüz, fabrikada çalışma geleneği oluşmamıştı. İşçileşmiş kesimlerde ise işten ayrılma, devamsızlık, üretken olmamak gibi pek çok sorun mevcuttu. Dolayısıyla işgücü açığını kapatmak açısından mahkûmlar önemli bir kaynaktı.
Pensilvanya Sistemi
‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nde ‘Pensilvanya Sistemi’ veya ‘İrlanda Sistemi’ denilen bir sistem uygulanıyordu. Türkçe’ye ‘Tedricî Serbestî Sistemi’ veya ‘Devre Sistemi’ olarak tercüme edilen bu sistem dört aşamadan oluşuyordu. Birinci aşamada mahkûm günlerini ve gecelerini hücrede geçiriyordu. Altı ay sonraki ikinci aşamada, mahkûm sadece gecelerini hücrede geçiriyordu. Gündüzler sessizlik içinde yürütülen çalışma ile geçiyordu. Üçüncü aşamada artık hücrede kalmak yoktu. Mahkûmların başka ayrıcalıkları da oluyordu. Eğer mahkûm inşaat, yol yapımı veya madencilik işlerinde çalışıyorsa cezasının her günü iki gün sayılıyordu. Son aşamada, mahkûm ağır cezalıksa, cezasının dörtte üçünü, diğer cezalarda yarısını tamamlayınca salıveriliyordu.
1938’de çıkarılan 3500 Sayılı Kanun’la ‘çalışmak’, Türkiye cezaevlerinin normal bir kaidesi haline gelmişti. Mahkûmlar, Zonguldak ve Tunçbilek’te kömür, Soma ve Değirmisaz’da linyit, Keçiborlu’da kükürt, Ergani’de bakır madenlerinde, Karabük’te demir ve çelik işletmesinde çalıştırılıyorlardı. Kayseri’de kadın işçiler Sümerbank Tekstil Fabrikaları’nda, Malatya’da dokuma tezgâhlarında çalışıyorlar, Dalaman, Edirne ve İmralı’da tarım yapıyorlardı.
Zonguldak Havzası’nda 22 bin mahkûm
Ucuz mahkûm emeği öylesine sevilmişti ki, 1940 seçimleri sırasında bölgelerine giden milletvekilleri başkente yeni cezaevi talepleri ile döndüler. Örneğin Erzincan Milletvekili Salih Başotaç, Fırat Nehri boylarına bin mahkûmluk bir tarım cezaevi inşa edilmesini istemişti. Bilecik Milletvekili Dr. Muhlis Suner, Bilecik’in merkezinde bir tarım cezaevi talep etmişti. Burdur milletvekilleri mahkûmların Sultandere linyit madenlerinde, Afyon milletvekilleri ise Kisarna’daki madensuyu tesislerinde çalıştırılmalarını talep ediyordu. Bu talepler yerine getirilemedi ama 1948’de, Zonguldak Havzası’nda çalışan 60 bin kişinin 22 bini mahkûm işçilerdi. (Bu işçilere normal işçilerin onda dokuzu ücret tahakkuk ediyor, ancak ücretler tahliye olacakları güne kadar emanette kalıyordu. Tahliye olurken de birikmiş ücretin sadece yüzde 20’si kendilerine veriliyordu.)
Çok Partili dönemin ‘liberal’ partisi Demokrat Parti, CHP’nin 1929-1950 arasında sadece 87 cezaevi inşa etmesine karşılık, 3,5 yıl içinde tam 149 hapishane inşa etmekle övündü ama İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, gerek ekonomideki gerekse siyasi hayattaki liberalleşmeye paralel olarak mahkûmların ucuz işgücü kaynağı olarak kullanılmasına son verildi. Nihayet 1950’lerin ilk yarısında genelde ceza sistemi, özelde ise hapishaneler sistemi, mahkûm emeğinin merkezî olduğu bir yapıdan çıkarıldı. Siyasi mahkûmların hem bedenlerini hem ruhlarını hedef alan 1990 sonrasının ‘A, B,.. E, F, H...M Tipi’ cezaevleri ise ayrı bir yazının konusu...
Türkiye’nin gururu: ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’
‘İş Esasına Dayalı Cezaevleri’nin en ünlüsü (kuruluşundaki adıyla) ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’ idi. İmralı Adası, Marmara Denizi’nde, Armutlu Yarımadası’nın batı ucundaki Bozburun’un 20 km. kadar batısında yaklaşık 10 km2 bir adaydı. Sekiz rakamını andıran bu engebeli ve çorak adada Osmanlı Dönemi’nde Rumlar yaşardı. Ancak adanın Rum ahalisi 1923’teki mübadelede Yunanistan’a gönderilince, ada uzun süre boş kaldı. Bu terk edilmiş adada, deneysel bir hapishane kurma fikri Mutahhar Şerif (Başoğlu) adlı bir hukukçuya aitti. Mutahhar Şerif, henüz bir yargıç adayı iken, Belçika, Fransa, Almanya, İsviçre, Avustralya, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Bulgaristan’da gözlemler yapmak üzere görevlendirilmişti. Mutahhar Şerif, bu ülkelerde gördüklerini memleketlisi Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na anlatmış, Saraçoğlu da ‘İmralı Adası Sosyal Sanatoryumu’nu (bundan böyle ‘İmralı’ diyeceğim) uygulamaya karar vermişti. Bu kuruluş, Türkiye’deki duvarları olmayan ilk hapishane olacaktı.
Adaya ilk mahkûm grubu 8 Kasım 1935’te geldi. Bu grup, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun bizzat seçtiği ‘işbirliği yapmaya hazır’ 80 ‘adi’ mahkûmdan oluşuyordu. Sayı iki yıl sonra 400’e ulaştı. 1940’ta 1.100-1.200’e yükseldi. Ancak 1943’te yer sıkıntısı yüzünden 800’e düşürüldü.
Sıkı program, yoğun çalışma
Mahkûmların kışla disiplini içinde tutuldukları İmralı’da 13 tip çalışma vardı. Esas olarak, buğday ve soğan tarımı, bağcılık, zeytincilik, balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk, besicilik yapılırdı. Örneğin 1946 yılında 48.626 kilogram üzüm üretilmiş, bu üzümler İstanbul ve Mudanya’ya gönderilmişti. Aynı yıl 50 ton kolyoz, 20-30 ton sardalya ve 15 ton hamsi yakalanmıştı. Balıklar için bir de konserve fabrikası kurulmuştu. 1946 yılında 272 ton soğan yetiştirilmiş ve İstanbul’a satılmıştı. Adanın gülleri ve karanfilleri pek meşhurdu. Adadan çıkarılan kumlar yıllarca İstanbul’un inşaat kumu ihtiyacını karşılamıştı. Ayrıca sabun, süt ve peynir, ayakkabı, dokuma, dikiş atölyeleri vardı. Bu atölyelerde üretilen ürünlerin bir bölümü öteki hapishanelere gönderilir, artan kısım ada dışına satılırdı. Örneğin İstanbul’daki Mısır Çarşısı’nda İmralı Satış Mağazası vardı ve burada satılan mallar kaliteleriyle tanınırdı.
Adaya ziyaretçi akını
Dönemin ABD büyükelçisi, merkeze yazdığı bir raporda İmralı’yı öve öve bitirememişti. Bu ‘örnek’ cezaevine yönelik nadir eleştiriden biri, İmralı sakinlerinden 18 yıl ceza almış bir mahkûmu bir kayanın üzerinde cura çalarken gösteren fotoğrafın 5 Ekim 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinde boy göstermesi üzerine yapılmıştı. CHP Afyon Karahisar Milletvekili Berç Türker, Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na İmralı’nın neden bu kadar gevşek olduğunu sormuş, Saraçoğlu da cevabında İmralı mahkûmların son derece sıkı bir denetim altında yaşadıklarını ve çalıştıklarını söylemiş, sadece boş zamanlarda uğraşılan müziğin rehabilite edici rolüne değinmişti.
Bu tür küçük eleştirileri saymazsak, İmralı o yıllarda Türkiye’nin gururuydu. Örneğin Vedat Nedim Tör, 1942’de İmralının İnsanları adlı bir piyes yazmıştı. İmralı 1944-1948 yıllarında büyük bir ziyaretçi akını yaşadı. Ankara ve İstanbul’un değişik üniversitelerinden yüzlerce kişilik öğrenci grupları ardı ardına adaya geldiler ve incelemeler yaptılar. Ziyaretçiler arasında devlet görevlileri, yerli ve yabancı gazeteciler, bilim adamları, hekimler, hukukçular vardı. Bütün bu ekonomik ve sosyal ilişkilerden görüldüğü gibi, bugün ‘koster arızaları’ yüzünden ulaşılmaz halde olan/tutulan İmralı Adası, bundan 70 yıl önce Türkiye’nin geri kalanıyla yoğun ilişki içindeydi.
Ressam Balaban’ın İmralı günleri
Bursa Cezaevi’nde yatarken hapishanenin gediklisi Nâzım Hikmet’in etkisiyle resim yapmaya başlayan İbrahim Balaban, yine Nâzım Hikmet’in tavsiyesi ile 1945 yılında İmralı’ya geçmişti. İmralı hakkındaki ilk izlenimleri çok kötü olan Balaban günlüğüne “Dün soğan topladık. Bugün çapa, yarın bel işi var, yani kirizma. Dayanılır gibi değil, resim yapmadan nasıl dayanırım?” diye yazmıştı. Bu şikâyetlerini Cezaevi Müdürü İzzet Akçal’a anlattığında ilk olarak olumsuz tepki görmüş ancak daha sonra İzzet Bey bir formül bulmuştu. Balaban yatakhaneleri temizleyecek, arta kalan zamanında da resim yapabilecekti. Sonuçta ortaya ‘Belci’, ‘Karasabanla Çift Süren’, ‘Hızarla Tarla Biçenler’, ‘Balık Tutanlar’, ‘Çamaşırcılar’, ‘Orak Biçenler’ adlı tablolar çıktı. Bu tablolar İstanbul ve İzmir’de sergilendiler ve satıldılar.
İmralı’nın zengin kütüphanesi
Balaban’ın diğer uğraşları adadaki bandoda klarnet ve keman çalmaktı ve bol bol kitap okumaktı. İmralı Kütüphanesi, Esat Adil Müstecaplıoğlu tarafından oluşturulmuştu. Esat Adil Bey, Kuva-yı Milliyecilikle Belçika’da tanıdığı Emile Vandervelde’in temsil ettiği II. Enternasyonal Sosyalizmi’ni harmanlamış ilginç bir kişilikti. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Belçika’da ceza ve infaz sistemleri üzerine çalışmış, ülkeye döndükten sonra 1931’de Balıkesir’in Balya İlçesi’ndeki maden işçilerinin ‘Açlık Yürüyüşü’nü örgütlemişti. 1942’de İmralı’ya müdür olarak atandığında, aynı zamanda Mudanya Dağları’nda muhtemel Nazi tehlikesine karşı ‘Sarı Mustafa Gerillaları’nı örgütlemeye soyunmuştu. (Örgüt adını, Şeyh Bedreddin’in müridi Börklüce Mustafa’dan almıştı.) On bine yakın kitap vardı kütüphanede. Balaban her gün kütüphaneye gidiyor ve Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Ancak Esat Adil Bey’in gidişinden sonra gelen yeni müdür Balaban’ın bu faaliyetlerine izin vermedi.
Buraya kadar anlattıklarımızdan İmralı’da mahpusluğun hiç de fena bir şey olmadığı sanılabilir. Hani derler ya ‘dışı seni içi beni yakar’, Balaban’a göre “İmralı Adası, yukardan bakılınca bir cennet, içine girilince de bir cehennemdi.” Kuruluşundan itibaren siyasi mahkûm barındırmayan İmralı’nın ilk siyasi tutukluları Adnan Menderes ve arkadaşları olmuştu. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın hayatlarına İmralı’da son verildi. 1999’dan beri İmralı’nın tek mahkûmu, siyasi suçluların şahı Abdullah Öcalan. Öcalan’ın İmralı hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için biraz daha bekleyeceğiz anlaşılan…
***
Cezaevinden yazan okurlara:
Taraf’ta yazmaya başladığımdan beri bana değer verip, mektupla görüşlerini paylaşan, resim gönderen, beni eleştiren, sorular soran, fotoğraf, kitap, belge isteyen, ancak benden hiçbir karşılık göremeyen mahkûm okurlarım! Çoğu onlarca yıldır E, F, H, M Tipi cezaevlerinde çile dolduran ve bir o kadar daha cezası olan değerli insanlar! Bana ne kadar kızsanız, ne kadar gücenseniz haklısınız! Hepinizden yürekten özür diliyorum. Utanarak söylüyorum, bu sıkışık çalışma düzenimde, kısıtlı olanaklarımla, hangi birinize cevap vereceğimi, hangi birinizin dileğini yerine getireceğimi bilemiyorum. Yine de deneyeceğim. Lütfen birazcık daha zaman verin bana. Hepinize sabır diliyorum. Yaşam sevincinizi, umudunuzu, inancınızı kaybetmeyin. Dayanın, dayanın, dayanın, ne olur!.
Özet Kaynakça: Michel Foucault, Hapishanenin Doğuş (Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Yayınevi, 2006; Ali Sipahi, “The Labor-Based Prisons in Turkey, 1933-1953”, 2006 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde kabul edilmiş master tezi; Hapishane Kitabı, (Yayına Hazırlayanlar: Emine Gürsoy Naskali ve Hilal Oytun Altun), Kitabevi, 2005.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT