Şu Malum Entelektüellerin Halkı Aşağılama Kolaycılığı!
Gürbüz Özaltınlı ve Etyen Mahçupyan’ın seçim değerlendirmeleri halkın irade ve tercihine saygısızlığın, aşağılama ve tahrikin entelektüeller eliyle nasıl gerçekleştirildiğinin çarpıcı bir örneğini sunmakta.
Gürbüz Özaltınlı; seçimden önce yazdığı ve ikinci tura kesin gözüyle baktığı "Cumhurbaşkanlığı Üzerine Tahmin Ve Temenniler" başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"...Bu toplumun yarısından fazlasının iktidarın umut ettiği kadar korkutulmuş olabileceğine inanmıyorum. 2002’den bu yana AKP ve Erdoğan’a insanlar ilk kez sadece korktukları için oy verecekler. Ne Kanal İstanbul, Ne Havaalanı, ne “harika” ekonomik performans, ne kek, ne ikramiye, ne imar affı ne şu, ne bu… Korktukları ve çaresiz hissettikleri için, bir bakıma teslim olacaklar… İşte onların %50’yi geçmeyi sağlayacak oranda korkutulmuş olmasını başarabildiğini sanmıyorum iktidarın..."
Elbette bu analizin günahı sevabı yok, "ne var bunda analiz işte, yanılmış" deyip geçiştirebilirsiniz. Ancak yazının bundan sonraki bölümü analizleri aşan bir şuuraltı durumuna işaret etmekte:
"...AKP ve Erdoğan eliyle az gittik uz gittik dere tepe düz gittik ve sonuçta geldiğimiz yer, tek bir kişinin kendi iradesini tüm topluma dayattığı; ‘ben gidersem düşmanlar sizi yer yutar, bana muhtaçsınız’ dediği, diyebildiği bir çaresizlik ülkesi…
Ben de tahmin ve temenni ediyorum ki, bu toplumun yarısından çoğu ‘sana teşekkür edebiliriz yaptıklarının bir kısmı ve bir dönem için… Ama hayır, sana teslim değiliz, rüşt sahibiyiz, bu ülke senden önce de vardı, senden sonra da var olmaya devam edecek’ diye ses verecek olgunluğa sahiptir..."
Toplumun "yarısından azını" yalnızca korkulara mahkum bir kitle olarak görüp, "yarısından fazlası" olarak tanımladığı bölümünü de rüşd sahibi olarak tanımlamak ilginç bir sosyolojik tahlil!
Toplumu bu anlamda ikiye bölüp "benden yana olmayan korkutulmuşlar" ve "benden yana olan olgunluk-rüşd sahipleri" olarak tanımlamak, olabildiğince kolaycı ve rahatlatıcı bir irrasyonelliğe tekabül etmiyor mu acaba? Katı laik Kemalistlerin "gerici-ilerici" retoriğine ramak kalmış intibaı uyandırmıyor mu?
Özaltınlı bu konuda yalnız değil maalesef. Etyen Mahçupyan da "Şu Malum Bilge Kral Meselesi" başlıklı yazısında bir sosyo-politik meseleyi bütün varyantlarıyla değerlendirme zorluğunu aşıp(!) bu "naif ve kolaycı" aşağılama meselesini savrulma olarak nitelenebilecek derecede aşarak betimlemiş:
"...Şimdi kral olmanın ölçütü de değişmiş gözüküyor. Sanki halklar tahammül edilebilecek azami cehalet ve ahlaksızlık seviyesini belirliyor ve kraldan sadece o seviyeyi aşmamasını istiyorlar. Söz konusu seviyenin altında aşırı sayıda kral namzeti olabileceği için de, genellikle kendilerine yakın buldukları, kanlarının ısındığı birilerini kral yapıyorlar. Öte yandan kral değiştirmenin gereksiz külfetine katlanmak istemeyen halklar, cehalet ve ahlaksızlık çıtasını sürekli yükselterek kralın yönetimde kalmasını teşvik edebiliyorlar..."
"Bu mudur mesele ve bu kadarcık bir alana sıkıştırıldığında o entelektüel akıl ve ahlak tatmin olmakta mıdır?" diye sormakla yetinelim ve yazının tamamıyla başbaşa bırakalım sizleri:
Şu Malum 'Bilge Kral' Meselesi
Demokrasi kavramı, üstelik bugünkü ile neredeyse aynı içerikle, birkaç bin yıldır bizlerle birlikte. Defalarca denenmiş, uzaklaşılmış ve yeniden dönülmüş bir normlar dizgesi ve yönetim biçimi. Görünen o ki hem istenen, hem de becerilemeyen bir olgu. Nitekim neredeyse gelmiş geçmiş bütün düşünürler demokrasiyi diğer yönetim biçimlerinden daha makbul bulmuş, ancak uygulanabilirliği konusunda kuşku belirtmekten de uzak durmamışlar. Karar mekanizmasında pratik zorluklar ve karar sürecinin yavaşlığı gibi olumsuz addedilen özellikler dışında, öne sürülen esas gerekçe halkın ‘cehaleti’ olmuş.
***
Toplum için neyin iyi ve doğru olduğunu bilmek herkesin harcı değil. Gerçi sonradan liberalizm ‘herkes kendisi için doğruyu bildiğine göre toplumsal doğru kendiliğinden ortaya çıkar’ önermesini yapmış ama bu beklentinin doğrulanması için gerekli koşulların neredeyse hiçbirinin gerçekçi olmadığını dikkate almamış… Sonuçta insanlık hala ‘toplum için en iyi ve doğru olana nasıl ulaşırız’ konusunda anlaşamıyor. Demokratlıktan hareket eden çözümler ise başarılı olmakla birlikte henüz kapsamlı bir ideolojik bütünlüğe oturmuş değil ve ancak geçmiş kültürel ayak bağlarını koparabilen kurumsal ortamlarda netice veriyor.
Öte yandan kimsenin demokratlığın gelişmesini ve sistemleşmesini bekleyecek zamanı yok. Hayat devam ediyor… Yönetimi ellerinde tutanların tehditleri bertaraf etmek, ülkeyi büyütmek, güçlendirmek, iktidar odaklarını tahkim etmek gibi hedefleri var. Buna karşılık halkların da güvenli bir hayata, emeklerinin karşılığını almaya, ülkelerinin doğru yönde gittiğine dair inanca ihtiyaçları var. Bu denklem şunu da sordurabilir: Acaba halk kendi katkısı olmadan her şeyin iyi ve doğru yapılacağından emin olsa, demokrasi gibi kendi fikrinin dikkate alınacağı bir yönetim biçimini ille de ister miydi?
Bu arayışın karşılığı olan ‘bilge kral’ da aynen demokrasi gibi birkaç bin yıldır bizlerle. Birçok filozof bu çözümün ideal bir durum yaratacağını, böylece vatandaşın sadece kendi işini yapmakla yetinmesiyle toplumun en yüksek refah, kültür ve adalet seviyesine ulaşabileceğini düşünmüş. Çözüm toplumun sahip olduğu ‘bilgelerden’ birinin kral olması olarak özetlenmiş, ama kimin ‘bilge’ sayılacağı, onların ‘bilge’ olduğuna kimlerin karar vereceği, birden fazla ‘bilge’ varsa ne olacağı gibi sorular haliyle tatminkar şekilde çözülememiş.
Ancak yine de geçmişten bize aktarılan ‘bilge kral’ önermesinden öğreneceğimiz önemli bir şey var. Kralın en azından toplumda mevcut olan vasat bilgi ve ahlak seviyesinin üzerine çıkması, hatta o vasatı fazlasıyla aşan bir çıtanın üzerinde telakki edilmesi beklenirmiş. Çünkü ancak toplumsal ortalamanın yeterince üzerinde olan bir kralın iyi de doğruyu bilip uygulaması mümkün olduğu gibi, halkın onu ‘bilge’ olarak kabullenmesi için de kralın yine söz konusu vasatiliğin ‘yeterince’ üstünde olması gerektiği düşünülmüş.
Yaşadığımız zamanların katı olan her şeyi buharlaştırdığı söylenir, ama belki de bazı buharımsı şeyler katılaşıyor. Geçmişin saf ilke, norm ve idealleri bugünün dünyasında kabalıklara dönüşebiliyor. ‘Bilge kral’ın da başına bu gelmiş gibi… Nitekim günümüzde de ‘krallar’ var, ama bunların bilgelikle pek ilişkisi yok. Ne var ki hem kendileri hem çevreleri onlara bilge muamelesi yapmaktan yorulmuyor ve bu tutumun bizatihi yozlaşma olduğunu anlamıyor.
***
Şimdi kral olmanın ölçütü de değişmiş gözüküyor. Sanki halklar tahammül edilebilecek azami cehalet ve ahlaksızlık seviyesini belirliyor ve kraldan sadece o seviyeyi aşmamasını istiyorlar. Söz konusu seviyenin altında aşırı sayıda kral namzeti olabileceği için de, genellikle kendilerine yakın buldukları, kanlarının ısındığı birilerini kral yapıyorlar. Öte yandan kral değiştirmenin gereksiz külfetine katlanmak istemeyen halklar, cehalet ve ahlaksızlık çıtasını sürekli yükselterek kralın yönetimde kalmasını teşvik edebiliyorlar.
Herkesin memnun olduğu böyle bir yönetim biçimi varken demokrasi de tabii ‘çok çok farklı’ bir algılanma noktasında duruyor…
HABERE YORUM KAT