Stratejik Müttefik’in Pastör’ize Ambargosu
Amerika’nın Türkiye’ye yaptırımlar uygulayacağını resmen ilan etmesinin resmi ve meşhur gerekçesi Pastör Andrew Brunson’un tutukluluğun devamı olarak gözüküyor. Brunson’un Protestan Evanjelik kimliği ile Mike Pence, Mike Pompeo gibi Trump yönetimin önemli isimleri arasında bilinen yakın bağlara epeyce vurgular yapılıyor. İlaveten Kasım ayında yapılacak seçimlerde Evanjelik seçmenlerin ihtiyaç duyulan desteği de ilan edilen yaptırım kararının gerekçesi olarak takdim ediliyor.
Gerilimin yükselmesinde mezhebi-ideolojik aidiyetlere hassaten vurgular yapılıyor. İlaveten Brunson’un yargılama sürecinin hukuka uygun olup olmadığının yakından takip edildiğinin altı kalın kalın çiziliyor. Peki, Adalet Bakanı Gül ve İçişleri Bakanı Soylu’yla başlayan yaptırım dayatması mezhebi-ideolojik ve hukuki boyuta bağlı olarak mı işliyor, işleyecek? İş dünyasının, diplomasi çevrelerinin, siyasi temsilcilerin ısrarla Amerika’nın dostluğuna, jeo-stratejik ittifaka, ortak kültürel ve diplomatik değerlere atıflar yapmasına rağmen esasen Türkiye’nin Amerika’yla ilişkisi hiçbir zaman sağlıklı bir zeminde olmamış, doğru bir hedefe yönelmemiştir. Mevcut krizin derinleşerek kaotik bir atmosferi beraberinde getirme gibi bir riski vardır ancak beklenmedik hatta üzücü bir gelişme de sayılmamalıdır.
Bağıra Çağıra Gelen Kriz
Türkiye’nin Amerika ile ayrışma ve çatışma yaşadığı zeminlerin oranı ve şiddeti neden her geçen gün artmaktadır? Soruyu tersinde sormak daha doğrudur belki de: Amerika’nın Türkiye’ye olan güveni hangi gerekçelerle şüphe ve düşmanlığa evrilmektedir? Emperyal bir devlet olarak Amerika’nın diğer tüm devletlerden beklentisi neyse Türkiye’den de odur: Kayıtsız şartsız işbirliği. Hakikaten utandıracak ve yüzümüzü yere baktıracak askeri, siyasi, diplomatik skandallar dönemleri yaşanmakla beraber Türkiye’nin en kötü ve en zor dönemlerinde bile belli kayıtlar ve itirazlarla en azından ayak sürümeye çalıştığı dönemleri de biliyoruz.
Yakın siyasi tarihin en belirgin kırılma noktasına 2003’te, 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’te reddedilerek Irak’ın işgali sürecinde Amerika’nın bir dizi zorluğun içine sürüklenmesini koyabiliriz. O süreçten itibaren Türkiye sadece iktisadi ve teknolojik açıdan değil siyasi ve askeri açıdan da hızla güçlenerek Amerika’ya karşı daha belirgin bir konum aldı. İsrail-Filistin meselesinden Mısır’daki askeri darbeye karşı takınılan tavra, Suriye’de Esed rejimin tasfiyesine ayak diretirken PKK-PYD üzerinden Türkiye’yi kuşatmaya değin Amerika’yla en önemli meselelerde ayrışma ve çatışmalar yaşadı. Türkiye ile Amerika ne Irak ve Suriye’nin geleceği hususunda ne de Mısır ve Libya’nın geleceği hususunda ortaklaşabilecek bir tasavvura sahipler. Aynı ayrışmayı Rusya ve İran’la ilişkiler için de çok rahatlıkla ifade edebiliriz.
Amerika, İran ve Rusya’yla istediği gibi ilişki kurarken Türkiye’nin kendine özgü bir ilişki zemini oluşturmasına asla müsaade etmemek üzere zorbaca bir siyaset izliyor. Mesela NATO’nun bir parçası olan Türkiye’nin başta hava savunma sistemleri olmak üzere savunma sanayine ilişkin pek çok talebini geri çevirirken Rusya veya Çin’le de hiçbir surette ortak bir proje geliştirmesine izin vermiyor. Son dönemin en önemli ayrışma noktasıysa Amerika’nın İran’a yönelik ambargosuna Türkiye’nin katılmayacağını ilan etmesidir. Kasım ayından itibaren tüm devletlere İran’dan petrol ve doğalgaz alımlarını durdurmaları çağrısı yapan, Amerika bu çağrıyı erkene alıp sertleştirerek Pastör Brunson üzerinden ültimatoma çevirmeye çalışıyor anlaşılan.
Hizaya Çekme Hırsı Çürütüyor
Trump liderliğindeki Amerika Türkiye’den Pastör’ü acilen serbest bırakmasını isterken ihtiyaç duyduğu petrol ve doğalgazı İran’da ‘tutuklu’ bırakmasını talimatı vermeye kalkışıyor. Amerika-Türkiye arasındaki yüksek gerilimli ilişkinin sembolik bir takım jestlerle normalleşeceğini zannedenler beyhude hayaller kuruyorlar sadece. Tırmanan kriz Trump ve kurmay kadrosunun Evanjelik kimlikleriyle değil doğrudan doğruya Amerika’nın emperyalist siyasetiyle bağlantılıdır. ABD 'nin eski NATO temsilcisi Ivo H. Daalder’in Türkiye'nin Rusya’dan S-400 füze savunma sistemlerini satın alma ve Suriye'de PKK-PYD bağlamında yaşanan çatışmaları hatırlatarak sorduğu şu soruya bir bakalım: “Bir vatandaşımızın tutukluluğunu sonlandırmak mı istiyoruz, bir müttefikimizle ilişkilerimizi geliştirmek mi? Bütünlüklü stratejimiz nedir?”
Ortada bir hesap hatası olduğu kesin. Bir takım yanlışlıklar dizisi üzerine kurulan ittifak ilişkisinin yıkılma sürecine girdiği de söylenebilir. Ancak bütün bunları emperyalist siyasete, kapitalist pazara bağımlı olarak tarif ve tasnif etek ne doğru ne de faydalı olur. Amerika-Türkiye ilişkilerini ani olarak ısıtıp yine ani olarak soğutarak pastörize etmeye girişiyor. Ancak bu ısıl işlemlerle propaganda edildiği gibi mikropları değil adalet, özgürlük, bağımsızlık, refah, bölgesel huzur gibi son derece doğal ve zaruri talepleri hedef alıp öldürmek istiyor. Pastör’ü derhal serbest bırakın dayatması Amerika’nın Türkiye’yi kafasına göre pastörize etme girişimin yeni bir aracına dönüşmüş durumda.
Yargılama sürecini de tutukluluk kararını da hukuki zeminde tartışmaya açmakta bir beis yok, bu bir özgüven ve siyasetin kudreti meselesidir. Ayrıca saçma sapan dayatmalarla Türkiye’yi Rusya ve İran’la daha sıkı ilişkiler kurmaya doğru itekleyen Amerika ve Avrupa rasyonalitesine de dikkat çekmekte fayda var. Yüksek standartlı demokrasi ve refah düzeni Amerika ve Avrupa’yı gün geçtikçe daha saldırgan ve fakat kendi kendileri süratle çürüten daha ahmakça bir diplomatik istikamete sürüklüyor demek ki.
YAZIYA YORUM KAT