“Sözün Bittiği Yer”
[15 Ocak 2017] Bir haftadır, gene istediğim gibi oturup, istediğim türden uzun ve etraflı yazıları yazamıyorum. Şu Pazar öğle sonrasında, hızla akan olaylara ilişkin kısa ve kestirme reaksiyonlarımı, diğer bazı Serbestiyet makalelerine göndermeler yoluyla dile getireceğim.
* * *
Alper Görmüş beni biraz yanlış mı anlamış acaba? Marx: bazen devrim (belki), ama bazen de toptan yıkım (8 Ocak) yazımı, etrafımızı saran azamicilik, imhacılık ve sonuçta aşırı kutuplaşmacılıktan hâlâ esas olarak solu ve solcuları sorumlu tutuyormuşum gibi yorumlamış. Bu ortamda, “münhasıran solun uzlaşmaz tutumuna ve sertliğine dair” (bulduğu) böyle bir eleştiri kaleme almayı yanlış buluyor: “Fakat şu yaşadığımız tarihsel dilimde, öteden beri Türkiye’nin sol ve sağ siyasi kanatlarından farklı bir dil tutturmuş dindar-muhafazakâr aydınların dilindeki sertleşmenin, uzlaşma kültüründen uzak tutumların ve başka fikirlere karşı hoşgörüsüzlüğün üzerinde durmanın, bu eğilimi analiz etmenin daha öncelikli olduğu kanaatindeyim” (Alper Görmüş, “İktidar kaybı” korkusu ve çatışmacı muhafazakârlık, 11 Ocak 2017).
Katılıyorum -- hem özellikle bu tesbite, hem Görmüş’ün yazısının bütününe. Ama ben buna zıt bir şey söylemedim. Marx ve Engels’ten alıntı yapmam, sırf solcuları eleştirmek için değil(di). Uzunca bir süredir, bir zamanlar solun, Marksizmin ve sosyalizmin/komünizmin yaşadığı hemen bütün hastalıkları, bugün İslâmcı hareketin ve/ya dindarlık ile muhafazakârlığın örtüştüğü tabanıyla (biliyorum, ikisi illâ aynı şey değil) AK Parti’nin yaşamakta olduğu kanısındayım. Solun bağnazlığı, dogmatizmi ve fanatizmine ilişkin yazılarımı bunun için yazdım; dar çizgi ve geniş çizgi sorunlarına bunun için eğildim; lider kültü üzerinde gene aynı nedenle durdum. En ılımlı düşünce farklılığını, en iyi niyetli eleştiriyi hemen “çizgiden sapma” diye lânetleyip “düşman”laştırmanın tehlikelerine, gerek kendi hayat tecrübemden, gerek akademik bilgi ve görgümden kaynaklanan örneklerle, bir bir değindim.
Sırf “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” türü imâlarla da yetinmedim; dönüp bakılırsa görülür, dümdüz ve defalarca söylemiş olduğum bunları. En son 4 Ocak’ta, “Her zaman büyük çoğunluk olan dindar-muhafazakârlar ise 21. yüzyılın başları itibariyle üstün geldi. Artık Türkiye’yi onlar yönetiyor; her türlü iktidar onların elinde yoğunlaştı, yoğunlaşıyor. Bu da beraberinde muazzam bir sorumluluk getiriyor (kabul edelim ki bir zamanlar İttihatçıların ve Kemalistlerin onlara karşı göstermediği bir sorumluluk ve duyarlılık): Bu toplumu çelişkileri antagonistleştirmeden, barış içinde yönetmeyi, bunun için de birliğini ve bir arada yaşama ruhunu korumayı nasıl başaracaklar?” sorusunu ortaya attım (Tarih tekerrür etmez; felâket hep farklı kılıklarda çıkagelir). Hemen ardından Komünist Manifesto’nun başlarındaki bir uyarıyı hatırlatmam da aynı espri içindeydi. Bakın, evet, hele 20. yüzyılda ve Türkiye’de sol hep çok kavgacı ve çatışmacı oldu -- ama Marksizmin dahi içinde başka bir damar vardır; çok kutuplaşırsak ortak bir toplum ve yaşam kalır mı diye bir kaygı vardır; bugün de buna AK Parti liderliği ile tabanındaki Müslümanlar ve/ya muhafazakârlar bir parça kafa yormalı… demeye getirdim.
* * *
Bugün, yani şu satırları yazmakta olduğum 15 Ocak günü, daha yarım saat önce okuduğum Aslında hepimiz bir parça milliyetçiyiz yazısında Vahap Coşkun da değinmiş, George Orwell’in bir anlamda “milliyetçilik” diye tarif ettiği düşünce ve siyaset tarzının sakatlığına. Davranış kodları itibariyle (a) her şeyi “temelde bir prestij yarışı” olarak görmesine; yenilmeyip kazanmayı, küçük düşmeyip üste çıkmayı her şeyden değerli saymasına; (b) “kendini aldatmayla karışık bir iktidar açlığı”nı yansıtmasına dikkat çekmiş. Hep Orwell’den hareketle, birincisi saplantılı, ikincisi istikrarsız (tutarsız), üçüncüsü gerçeğe kayıtsız olmak gibi diğer bazı vasıflarının altını çizmiş.
Özellikle sonuncusunu Vahap Coşkun’un nasıl açtığını aynen aktarmak gereğini duyuyorum: “Aslında burada söz konusu olan, gerçeğe kayıtsızlıktan çok, gerçeklere seçici yaklaşmaktır. İşine yarayanı parlatıp, işine gelmeyeni görmezden gelmektir. Eğer bir olgu ‘dâvâ’sına hizmet ederse, milliyetçi o olguyu alır, allar pullar, gündemin zirvesine çıkartır ve herkesin gözünün içine sokmaya çalışır. Aksi olursa, yani bir olgu içinde bulunduğu tarafa zarar verecek gibiyse, bu takdirde milliyetçi hem kendi gözlerini kapar hem de başkalarının söz konusu gerçeği görmesine mani olmaya gayret eder.” Bu noktada aklıma derhal (Reina katliamını daha ilk saniyesinden itibaren ABD’ye yıkan aculluklara karşı) Yıldıray Oğur’un Saldırıyı DEAŞ yapmış olabilir mi? ironisi (6 Ocak), ya da (zıddında)n başka bazı yorumcuların sürekli ve sırf CHP üzerinde tepinmesi geldi. Heyhat. Coşkun’un dediği gibi, bu tür söylemler her yeri kaplıyor ve rasyonel düşünme, tartışma olanağı diye bir şey bırakmıyor.
* * *
Peki, işe yarıyor mu, faraza benimki gibi, ya da Alper Görmüş’ünki gibi, ya da Vahap Coşkun’unki gibi eleştiri ve uyarılar? Orta ve uzun vâdede, belki bir birikime katkısı oluyordur. Kısa vâdede ise, şu anda öyle bir gidiş (yuvarlanış? sürükleniş?) içindeyiz ki, hepsi nafile hissi ister istemez uyanıyor içimde. Bunun da nedenlerini gene en iyi Vahap Coşkun tahlil etti. 15 Temmuz sonrası Türkiye 1-2-3 diye bir dizi kaleme aldı (7, 10 ve 13 Ocak 2017). İlkinde muhalefetin neden ve nasıl etkisizleştiğini; ikincisinde, dış kuşatmaya karşı ciddi bir güvenlik kaygısının devletin ve iktidarın tepesine nasıl yerleştiğini anlattı. Üçüncüsünde, Batının (i) 15 Temmuz darbesine karşı ciddi ve tutarlı tavır almamak; (ii) Türkiye’nin PKK konusundaki hassasiyetlerine genel olarak duyarsız kalmak ve özellikle Suriye’de PYD/YPG’yi şişirip neredeyse Türkiye’ye tercih etmek; (iii) bir zamanlar AKP’yi IŞİD’le özdeşleştirirken, şimdi Türkiye’nin sahada IŞİD’e karşı verdiği savaşı, görmezden gelmenin de ötesinde, en küçük bir şekilde desteklememek… gibi reel hatâlarından hareketle, nasıl bunları çok aşan, çığrından çıkmış bir Batı ve Amerika düşmanlığının tırmandırılmakta olduğuna parmak bastı.
Aslında hepimiz bir parça milliyetçiyiz yazısı da bunların üzerine geldi ve tamamladı. Vahap Coşkun nasıl bir (hem alışılmış anlamda, hem Orwell anlamında) bir “milliyetçilik” rüzgârı estirildiğini ve buna karşı direnmenin neden kolay olmadığını bütün temelleriyle sergilemiş oldu.
* * *
İçerden-dışardan tırmanan saldırılar karşısında çığ gibi büyüyen güvenlik sorunu ile özgürlükler ve demokrasi arasındaki nâzik dengeye, gene bugünkü, 15 Ocak tarihli yazısıyla Cengiz Kapmaz da değinmiş (Kaygılılar, idealistler ve ortak nokta). Tek tek örneklerle, bugün yaşadığımız kaosun özgürlük eksikliğinden kaynaklanmadığını savunuyor. Bugün Kürt savaşını inatla sürdüren aktörleri, diyor, daha fazla demokrasiyle tatmin etmek mümkün değil. PKK demokratik mücadele olanaklarının genişlemesine rağmen hep şiddeti tercih etti; HDP 80 milletvekili çıkardığı halde şiddet ile arasına mesafe koyamadı (hepsi doğru, katılıyorum). İfade özgürlüğü deseniz, “ortada kendini ifade edemediği için şiddete sarılan bir aktör” yok (bu ise biraz yapay ve zorlama bir mantık; illâ olması mı gerekir, bunun bir sorun olması için; faraza bir zamanlar Sovyetler Birliği, elhak ifade özgürlüğünden yoksundu, ama orada da kimse bu nedenle şiddete başvurmuyordu). Her halükârda, Kapmaz’ın temel tezi şu: Daha fazla özgürlük, mutlaka istikrar anlamına gelmeyebilir. “Çünkü demokrasiden uzaklaşıldığı için demokrasi zemini kaybedilmiş değil. Demokrasi için olmazsa olmaz olan güvenlik zemini tahrip edildiği için, demokratikleşme yerine koruyucu güvenlik politikalarına öncelik verilmiş bulunuyor.”
Çok kritik bir önerme olduğu için iki kere vurgulamak, hem italiklemek hem kalınlaştırmak ihtiyacını duydum. Hiç yabana atmak eğiliminde değilim. Nitekim ben de “Tanrının oyun sahası” (God’s playground)’u benzer endişelerle yazdım ve sonuna, “Sanırım parlamenter sistemden daha derli toplu, dağılmaya ve dağıtmaya daha az yatkın bir yönetim tarzına, başkanlık sistemine geçişi haklı ve yerinde buluyorum” cümlesini ekledim (19 Aralık 2016).
* * *
Ama şimdi, aradan neredeyse dört hafta geçtikten; komisyonda yapılan her değişiklikle başkanın yetkileri biraz daha arttırıldıktan, olası denge ve frenler ise giderek zayıflatıldıktan; dahası, bu değişiklik teklifini savunmak amacıyla söylenen bazı şeyleri daha dikkatle izleyip dinledikten sonra, prensipte değilse de uygulamada, somut olarak bu konjonktür ve bu teklif konusunda giderek farklı düşünmeye başladığımı belirtmeliyim. İşin bilhassa TBMM’nin yetkisizleştirilmesine ilişkin boyutlarını Yıldıray Oğur bir kere daha ironik bulmuş: Darbeciler Meclisi neden bombalamıştı? (15 Ocak 2017). Gürbüz Özaltınlı ise dört gün önce bütününü hukukçu gözüyle değerlendirmişti: Muhafazakârların sınavı: Anayasa taslağı (11 Ocak). Özaltınlı’nın yazısı, değişiklik teklifinin maddelerinin de ötesinde, tasarıyı savunmak için tekrar tekrar başvurulan “her şeye muktedir; hiç yanılmaz, denetlenmez; kendimizi vicdanına, aklına, ahlakına teslim etmekten başka bir çaremizin olmadığı Başkan Baba” söyleminin de yanlışlığı ve tehlikesine dikkat çekiyordu.
Önemine binaen, gene orijinalindeki kalınları bir de ben italiklemek ihtiyacını duydum. Tam bu bağlamda, şimdi gelelim, başlıktan haber verdiğim, “sözün bittiği” o noktaya. Gerçi bu da aşırı kullanım sonucu yıpranmış ve ucuzlamış kavram ve klişelerden biri. Bir bakıma söz hiç bitmez; en ekstrem tepkileri dahi yansıtacak ifadeler daima bulunur. Gene de bazen insan yok artık diyor; şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oluyor.
Her şeye rağmen söylemek istediğime de benden önce Oral Çalışlar parmak bastı: Atatürk dönemine dönmek (13 Ocak). Nedeni, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın Meclisteki konuşmasında yeni anayasa değişikliğini “Atatürk, İnönü dönemine dönmek” olarak tanımlaması; CHP’lileri ise buna karşı çıkmakla suçlaması: “Partili cumhurbaşkanı Türkiye’nin yeni tanıştığı bir şey değil. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk partili, milletvekili, genel başkan. İsmet İnönü de öyle. Ne oldu tarafsızlığına halel mi geldi? Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir. 1921, 1924 anayasalarına, partili cumhurbaşkanlığına dönmektir. Siz Atatürk'ün anayasasına karşı çıkıyorsunuz.”
* * *
Düşünün. Lütfen düşünün. Türkiye yirmi küsur yıllık (1925-1946) bir Tek Parti rejimi (düpedüz diktatörlüğü) yaşamış. Modern ordu ve bürokrasi, bu yolla kendi suretinde bir millet kurgulamaya kalkışmış. Atatürk’ün de, İnönü’nün de, bu jakoben düzende tabii ki tarafsızlıkla (Bekir Bozdağ bilsin bilmesin) uzaktan yakından bir ilgileri olmamış. Bırakın başka parti olmamasını (izin vermemelerini). Daima halkı değil askeri-bürokratik eliti temsil etmişler. Her muhalefeti ezmişler, sindirmişler modernizasyon uğruna. Fakat zamanla Türkiye toplumu gelişmiş, çoğulculaşmış, kendine biçilmek istenen o dar elbiseyi dikişlerinden patlatmış. Daha geniş bir temsiliyeti adım adım kabul ettirmiş. Çok partili rejime geçişi dayatmış ve demokrasinin sınırlarını adım adım genişletmiş. Askeri-bürokratik zümre ise buna karşı direnmiş; sivil, seçilmiş demokrasiyi sürekli vesayet altında tutmaya çalışmış. AK Parti tarihteki tartışılmaz yerini bu vesayet rejimini yıkmaya borçlu. Tek Parti mirasına karşı Türkiye’nin gelişen ve serpilen, olgunlaşan demokrasisinin ve demokratik bilincinin simgesi olmuş.
Derken bir başkanlık sistemine geçiş tasavvuru çıkmış ortaya. Cumhurbaşkanlığı makamına çok geniş yetkiler veren bir taslak hazırlanmış. İtirazlar karşısında iş gelmiş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iradesine, yanılmazlığına, “organik lider”liğine dayanmış. Bir de üstüne, AKP’nin Adalet Bakanı çıkmış; 2017 Türkiyesine 1921-1924 anayasalarını giydirmeye kalkmış (kaç numara beden, kaç numara elbise?). Tek Parti rejiminin sürünen mirasını yıkmış olmakla övünen AKP’nin anayasa değişikliği taslağını, “Bizim yaptığımız Atatürk anayasalarına dönmektir… Siz Atatürk'ün anayasasına karşı çıkıyorsunuz” diye savunmaya koyulmuş.
Siyasetin köşe kapmaca oyununda roller mi değişti nedir? Galiba Onur Öymen’in, Dersim katliamını savunmaya kalkmasından bu yana, böyle muazzam bir gafa, bu kadar epik boyutlarda bir gafa tanık olmamıştık.
İlk bilinçli anılarımın başladığı 1950’lerden 2000’lere, hayatımın elli küsur yılı o Tek Parti rejimi ve resmî ideolojisinin pençesi, en azından ideolojik tahakkümü ve cenderesi altında geçti. O yarım yüzyılın içinde, 1960’ların ortalarından 1980’lerin sonlarına desek, belki bir yirmi beş yılı da militan solda yaşadım. Size bütün kişi kültlerini sayıp dökerim, Kim İl-sung ve Nikolay Çavuşesku’lardan Saddam Hüseyin’lere, Hafız Esad’lara, Kenneth Kaunda’lara, Robert Mugabe’lere kadar. Atatürkçülüğün de ruhunu biliyorum, Leninizm, Stalinizm ve Maoculuğun da.
İki deneme yeter. Benim kabul edebileceğim birşey değil. İmza: Kassandra.
Serbestiyet
YAZIYA YORUM KAT