Sözde ahlak
Geçen hafta sonu Türk-İtalyan dostluk derneğinin Türkiye’yi bir ‘stratejik yol ayrımı’ olarak takdim ettiği konferansı yapıldı. Belli ki böylece AB sürecinin her iki taraf için de ne denli önemli olduğu vurgulanmak istenmişti. Ama iş soru ve yanıtlara geldiğinde asıl ‘yol ayrımında’ olanın Türkiye olduğu belli oldu. Anlaşılan Türkiye’yi gücendirmek istemeyen Batılı diplomatlar Avrupa ile ilişkilerimizi bir denge içinde sunmak istiyorlar, ama gazetecilerin bakışı o kadar dengeli olmuyor. Bu nedenle sorular Türkiye’nin ayak bağları üzerinde yoğunlaştı. Türkiye tarafının diplomatları bu ülkenin ta başından beri Avrupalı olduğunu bazı belgelere atıfta bulunarak yinelerken, yabancı gazeteciler belgelere değil yaşananlara ve zihniyete bakmaktaydı. Dolayısıyla ana konu olarak ‘medya ve ekonomi’yi seçmiş olan bu konferansta bile, hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde ‘Ermeni meselesinin’ gündeme gelmesine tanık olduk ve Türkiye yetkililerine bir yüzleşmenin ne zaman yaşanabileceği soruldu.
Türkiye tarafına bakılırsa bu konunun AB ile ilişkiler açısından hiçbir hükmü yoktu. Türkiye temelde haklı olduğu bir konuda, uluslararası propagandanın etkisinde kalmış saf kişiler tarafından sıkıştırılıyordu; ama aslında hem soykırım olmamıştı, hem de gerçekleri öğrenmekten kaçan taraf Ermenistan’dı... Türkiye’nin AB nezdindeki başmüzakerecisi Egemen Bağış bunu belirtmekle kalmadı, “sözde Ermeni soykırımını niçin Batılılara anlatamıyoruz?” şeklindeki klasik sorudan yararlanarak görüşlerini daha da açtı. Bağış’ın özet mahiyetindeki cümlesi şöyleydi: “Biz arşivlerimize baktığımızda bir soykırım görmüyoruz. Acılar var... ama karşılıklı.”
Türkiye Dışişleri’nin ezberlenmiş bu cümlesinin nesnel kulaklar tarafından nasıl algılandığı konusunda galiba hâlâ bir bilinç oluşmadı. Her şeyden önce Türkiye’deki arşivlere bakmak epeyce sınırlı bir bilgiyi ima ediyor, çünkü bu arşivlerin neredeyse tümü imha edilmiş durumda. Bugün elimizde İttihat Terakki Merkez Komitesi’nin arşivi yok. Bizzat Talat Paşa tarafından toplanıp yakılmış. Teşkilatı Mahsusa’nın arşivi de yok. Bu grupların ‘yoldan çıkmış’ devlet unsurları olduğu düşünülebilir. Ama döneme ilişkin Adalet ve İçişleri Bakanlıkları arşivleri de buharlaşmış durumda. Örneğin 1919 yılındaki mahkemelerin tutanakları veya tehciri yürüten dairenin kayıtları da ‘kayıp’... Ama o dönemde İttihatçı bürokrasi içinde herkesi ellerindeki belgeleri yakmaları için uyaran telgraflar var. Ayrıca birçok hatırat içinde bu belgelerin nasıl imha edildiklerinin hikâyesi de mevcut. Kısacası Türkiye 1915’e ilişkin esas arşive sahip değil ve bunun nedeni de bilinçli bir yok etme stratejisinin yürütülmesi. Bu durum bütün dünya tarihçileri tarafından bilinen ve çoktan popülarize edilmiş bir bilgiyi ifade ediyor. Ama herhalde nezaket gereği kimse bu gerçekleri Türkiye yetkililerine hatırlatmıyor... Onun yerine buruk bir gülümsemeyle not almaya devam ediyorlar. Kendi arşivlerinizi devlet nezdinde alınan kararlar doğrultusunda ortadan kaldırdığınız ve bu gerçekle yüzleşmediğiniz halde, arşivlerin açılması talebi ile ortaya çıkmanın ironisi gerçekten ağır ve Türkiye maalesef bu yükü taşımayı sürdürüyor.
Benzer bir sıkıntı soykırım sözcüğünde de var... Bu kelimenin Birleşmiş Milletler sözleşmesine dayanan bir tanımı bulunuyor ve epeyce geniş tutulmuş olan bu tanım bugün hukukun parçası olmuş durumda. Öyle ki örneğin belirli bir kimliğe sahip oldukları için çocukları annelerinden ayırmak, ya da bir toplumun kendini kültürel olarak yeniden üretmesini engellemek ‘soykırım’ olarak adlandırılmakta. Böyle bakıldığında tarihte yüzlerce soykırım var ve 1915’in onların dışında kalması epeyce zor. Ama kritik bir kavram daha mevcut: Kasıt veya niyet... Yani bu iş bilerek ve isteyerek mi yapılmış sorusu. Tarihe nesnel bakanlar için bu sorunun yanıtı açık: Türkiye devletinin, hükümetinin veya toplumunun bir bütün olarak böyle bir niyeti yok! Ancak hükümet ve bürokrasi içinde örgütlü bir grubun böyle bir niyeti var! Ancak Türkiye bir türlü bu ayrımı yapamıyor. Bugünün Türkiye’sini hukuktan, haktan, vicdandan yana olan, Ermeni komşularını koruyup sakınmış olan ‘Türklerle’ değil de; cinayet işlemiş, zulüm yapmış, ırkçı bazı ‘Türklerle’ özdeşleştiriyor. Üstelik faşizme göz kırpan bu akımın bugün bile devleti hâlâ nasıl zehirlediğini göre göre...
Türkiye’nin gündemindeki asıl yüzleşme budur... 1915 söz konusu asıl yüzleşmenin bir alt konusu sadece. Asıl yüzleşme İttihatçı anlayışla, milliyetçilik ve laiklik üzerinden devletçiliği yücelten, rejimi askerî vesayete ve neredeyse faşizmin kıyısına taşıyan ideolojik zeminle yapılmak zorunda. AKP ise o kadar güçlü değil... Bu nedenle ‘acılar karşılıklı’ türünden söylemlerle bu yüzleşmeden kaçıyor. Bir yandan ‘ortak tarih komisyonu kurulsun’ diyor, ama aynı anda da ‘soykırım olmamıştır’ diye ısrar ediyor. Hem ‘tarihin tarihçilere ait bir mesele olduğu’ söyleniyor, hem de ne zaman konu açılsa ‘Türkiye’nin önemine’ sığınılıyor... Sanki bugün güçlü olanın tarihi de istediği gibi yazabileceği varsayılıyor. Ama bu pek de şaşırtıcı değil. Çünkü ‘Cumhuriyet tarihi’ zaten tümüyle bu anlayışın ürünü.
Diğer bir deyişle günümüzün Türkiye’si ideolojik marifetle gerçeklerden kopartılmış bir toplumu ifade ediyor ve söz konusu kopukluk bir devlet stratejisi olarak yürütülüyor. ‘Sözde soykırım’ söylemi aslında bu ülkenin gerçekleri olan ‘sözde tarihi’ ve ‘sözde vatandaşı’ akla getirtiyor. Ama belki de asıl önemlisi bu tavrın bir ‘sözde ahlak’ üretmesi, toplumu göz göre göre yozlaştırması.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT