1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Soykırımın ortasında da bebekler dünyaya geliyor”    
“Soykırımın ortasında da bebekler dünyaya geliyor”    

“Soykırımın ortasında da bebekler dünyaya geliyor”    

“Filistin’de Güvenli Doğum” isimli girişimin koordinatörü Ferhan Güloğlu, Filistin’de doğum yapan kadınların ihtiyaçlarını ve uluslararası toplumun fonksiyonunu değerlendirdi.   

29 Mart 2025 Cumartesi 17:00A+A-

Röp: Elif Zehra Kandemir / Perspektif.eu

Ferhan Güloğlu, kadın çalışmaları, din antropolojisi ve Orta Doğu gibi alanlarda çalışıyor. “Filistin’de Güvenli Doğum” isimli girişimin de koordinatörü olan Güloğlu ile Filistin’de doğum yapan kadınların ihtiyaçlarını ve uluslararası toplumun fonksiyonunu konuştuk. 

Doğum antropolojisi çalışıyorsunuz. Doğum genelde jinekologların ve ebelerin alanı olarak düşünülür. Bu konuyu tıp dışında bir alanda akademik olarak inceleme gerekliliği nereden doğuyor sizce?   

Sağlığın sosyal ve politik bir “şey” olduğu fikri oldukça eski. Hem eleştirel teoriye atıfta bulunduğumuz hem de uygulamalı antropoloji dallarında medikal antropoloji akımı hem güçlü hem de oldukça uzun bir tarihe sahip.   

Doğum ile antropolojinin kesiştiği yere gelirsek: Antropoloji, tarih ve edebiyatla birlikte feminist teorinin kendine ilk ve büyük ölçüde yer bulduğu disiplinlerden biri. Kadın antropologlar, üreme sağlığı konusuna kafa yoruyorlar ancak yaklaşımları çoğu zaman gebeliğin ve doğurganlığın kadınlara ait bir şey olmasının, onların sosyal rollerinin temel belirleyicisi olamayacağını tartışmak üzerine oluyor. Bu da o yıllarda kadınlar salt anne olarak kurgulandığı için aslında çok anlaşılabilir bir şey. İlerleyen yıllarda anneliğin siyaseti üzerine tartışmalar, feminist ve antropolojik çalışmalarda daha kapsamlı hâle geldikçe doğuma da alan açılıyor.   

Karşımızda şöyle bir tablo var: Hastalık, yoksulluk, göç gibi alanları medikal antropoloji çerçevesinden tartışan antropologlar genelde beyaz erkeklerden oluşuyor. Kadınları anlamaya çalışanlar yine kadın akademisyenler ve araştırmacılar. Dale Bauer buna “akademik ev işi” diyor, yani kadın çalışmalarının, medikal antropoloji özelinde kadın sağlığının ciddi ve mühim bir mesele görülmemesi. Bu konu, “Haydi bunu da kadınlar kendi aralarında çalışsın” gibi dillendirilmeyen ama odadaki fil şeklinde tezahür eden bir akademik mukaveleye dönüşüyor. Zaten bu konulara dair konferanslarda kendinizi kadınlarla dolu bir odada bulunca konuşulmasına da pek gerek kalmıyor.   

Bazı kadın akademisyenlerin buna tepkisi bu konuları çalışmamak, bu beklentiyi doğrulamamak yönünde. Bende yarattığı his tam tersi oldu, çalıştığım alana ilgi ve şefkat duymak benim için önemliydi. Dolayısıyla kendimi bazı kadın ve cinsiyet çalışmaları akademisyenleri tarafından çok geleneksel diye küçümsenen; din-devlet çalışan akademisyenler tarafından da suya sabuna dokunmadığı için okunmaya değer bulunmayan bu alanda buldum. Doğum hayatın her alanına öyle nüfuz eden bir olgu ki, her gün yeni hikâyeler duyuyorum.   

“Filistin’de Güvenli Doğum” (Safe Birth in Palestine) projesinin kurucularından birisiniz. Bize projenin kapsamından bahseder misiniz?   

Tez konum nedeniyle ebeler ve kadın-doğum sağlığı hekimlerinden oluşan bir çevrem vardı. Aynı şekilde kadın-üreme sağlığı çalışanlarından oluşan global bir akademik ağın da parçasıydım. 7 Ekim’den sonra yaşananları şok ve kahırla izlerken, akademisyenlerden oluşan bir gruba bir e-posta yazdım. Dekolonizasyonun yalnızca bir teori olmadığını, en azından birlikte yazı yazarak veya hâlihazırda parçası olduğumuz grupları kullanarak bir şeyler yapmamız gerektiğini ve çaresizce beklemenin zorluğunu anlattım. Bu bahsettiğim gruplar oldukça liberal, akademik duruşları radikal olarak görülen ve çoğunlukla politize olmuş insanlar. Örneğin, Amerikan Antropoloji Derneği, İsrailli akademik kurumları ve orada çalışan akademisyenleri boykot etmeyi oy çokluğuyla kabul etmiş bir yapı. Dolayısıyla ciddi bir destek beklerken absürt tepkiler aldım.   

Aynı günlerde saha çalışmamdan tanıdığım çok değerli bir hekim, bir bildiri yayınlama fikrini benimle paylaştı. Türkiye’de doğum üzerine çalışan dernekler destek verdiler, neler yapabileceğimiz konusunda fikirler üretmeye başladık.   

Soykırımın son fazının başladığı o günlerde (Ekim 2023 sonrası) hâlâ Gazze’den insanları çıkarmak, Gazze’ye yardım ve personel sokmak kolay olmasa da mümkündü. Ancak o günlerde yeni bir oluşumla bunu yapmak çok olası değildi. Altyapıyı ve Gazze’yi bilen, tecrübeli ekiplere ihtiyaç vardı.   

Filistin’de doğum ve üreme sağlığı akademik olarak çok çalışılmış konular. Rhoda Kanaaneh, Frances Hasso, Livia Wick bu konuda kitap yazmış akademisyenlerden bazıları. Gazze’deki işgal 76 yıldır, ambargo 16 yıldır sürüyor. Bu destek ağının bugüne kadar kurulmamış olması akıl alır gibi değil ve bu noktada ben de sorumluluk hissediyorum.   

Bir yandan Filistin’de aktif olan derneklerle kadın sağlığı ve doğum alanında projeler ürettik, bunlar için bağış topladık. Bir yandan da fiziksel anlamda Gazze’de bir varlığımız olmadan yapabileceklerimiz üzerine odaklandık. Amerikalı bir ebe olan Jenny Joseph, 7 Ekim’in hemen ertesinde desteksiz acil doğum durumunda yapılması gerekenler üzerine bir doküman hazırlamıştı. Dr. Sare Davutoğlu kendi ekibi ve Filistinli bir tıp fakültesi öğrencisinin yardımıyla bu dokümanı videolaştırdı. Healthworkers for Palestine, GXZA Health, Gaza Medic Voices gibi gruplarla iş birliği yaparak bu dokümanları yaygınlaştırdık.   

Gazze’ye gönüllü giden hekim destekçilerimiz kendilerine yiyecek ve kıyafet götürmeleri için verilen kotayı ilaç taşımak için kullandılar. WhatsApp üzerinden telesağlık servisi vermeye başladık. Böyle deyince yanıltıcı oluyor çünkü gerekli ilacı temin edemediğiniz ve gerekli medikal ekipman ile personelin bulunmadığı bir ortamda acil müdahale gerekirken “sağlık hizmeti verdik” demek absürt kaçıyor.   

Fakat çok şaşırtıcı bir şekilde hem o kadınlar için bir hekime ulaşmak bir nebze rahatlatıcı oldu, hem de bir şeyler yapmaya çabaladıkça daha çok şey yapabileceğimizi gördük. Bu alanda çalışan gruplarla iletişime geçince ilacı nereden nasıl temin edebiliriz, hangi hastanede hangi servis kaldı ve yardım ulaşmasıyla ilgili güncel bilgiler neler öğrendik.   

Bu bilgilere ulaştıkça yapabileceklerinizin kapsamı da genişliyor. Siz destek ulaştıramadığınız anda kim ulaştırabilir biliyorsunuz. Bir şeyler yapmak çok zor ama imkânsız değil. Belki o an doğum yapan kadına steril ortamı ve uzman desteğini sağlamanız zor ama yemek ulaştırmak mümkün. Şikâyetini dinledikten sonra bir sonraki konvoyla ilaç sokmak mümkün. Doğumu başladığında yapabileceklerinizi sakin şekilde konuşarak, görselleştirerek, yanındaki aile bireylerini bilgilendirerek en azından paniği ortadan kaldırmak mümkün. Doğumdan sonra anneye ve bebeğe kıyafet ulaştırmak mümkün.   

Elbette yapabileceklerimiz çok sınırlı. İstanbul’da eczaneyi arayıp eve sipariş edebileceğiniz bir ilacı Gazze’deki kişiye ulaştırmak için belki 100 kişiyi aramanız, ilacın bedelinden 20 kat fazla ücret ödemeniz -ve tabii bu parayı bulmanız-, sabırla beklemeniz ve o kişiyle iletişimde kalmanız gerek. Ama hiçbir şey yapmadan beklemek daha zor değil mi?   

Hepimiz soykırımın şiddetini maalesef canlı bir şekilde izliyoruz. Filistinli kadınlar özelinde bu projeyi gündeme getiren şartlar nelerdi? İsrail’in şiddetiyle ilgili neyi görmüyoruz?  

Filistinli kadınlara uygulanan şiddet istisnai değil. Ben ve diğer gönüllüler bu projede yer alıyoruz çünkü çalıştığımız alan bu. Benzer şekilde Gazze’deki kanser hastası kadınlar için de oluşumlar var. Doğum, kanser, diğer kronik hastalıklar belki daha görünür, çünkü bir aciliyeti var. Doğum durmuyor, soykırımın ortasında da bebekler dünyaya gelmeye devam ediyor. İnanması zor ama geldikleri ailelere mutluluk ve umut da getiriyorlar.  

Geleneksel medya aygıtlarının yetersiz kaldığı, gazetecilerin ve uluslararası kuruluşların temsilcilerinin giremediği Gazze’yi her gün elimizdeki telefonlardan izliyoruz. Bir yandan çok uzak, bir yandan çok yakın. Bu şahit olma hâli farkındalığı artırma konusunda çok etkili, ama bir duyarsızlaşmayı da beraberinde getiriyor. İnsanların hayatı sayılara dönüşüyor. Annesinin na’şını saçından tanıyan çocuğu izlerken yorgan reklamı çıkıyor. Enkaza dönmüş şehri gördükten sonra yemek tarifi izliyoruz.  

Bu görsel bombardımanın içinde Filistinlilerin yalnız kurbanlar olarak resmedilmesi de şiddetin bir parçası. O yüzden o yaşama sevincinin, umudun, hayata bağlılığın farkında olunmasını önemsiyorum. Hocam Ilana Feldman bu konuyu insani yardım söyleminin mülteci ve savaş mağdurlarını Agamben’in “çıplak yaşam” kavramıyla, yani siyasi iradesinden ve günlük hayatından soyutlanmış bir hayatla eşleştirmesinin sonucu olduğunu söylüyor. Ben de bu fikre katılıyorum. Soykırımı tarihsel bağlama oturtalım ama Filistinlileri yalnız savaşla, acıyla, yoksullukla özdeşleştirmek çok indirgemeci. “Filistin’de Güvenli Doğum” da Gazze halkının zaten sahip olduğu bu gelecek umudunu paylaşmak üzere kurulmuş bir oluşum.  

Bu oluşumun ardından beni şaşırtan iki şey oldu: Birincisi, uluslararası dev kurumların akıl almaz derecedeki işlevsizliğiydi. Ben siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler mezunuyum, dolayısıyla konuya aşinalığım, bu kurumlarda çalışan tanıdıklarım vardı. Ama bu kadarını beklemiyordum.  

Biz “Filistin’de Güvenli Doğum” olarak Birleşmiş Milletler Nüfus Fonunun Üreme Sağlığı ve Cinsel Sağlık çalışma grubuna üyeyiz. Bu grup vesilesiyle tanıdığım, New York’ta cam binada dev ofisleri ve havalı unvanları olan insanların çaresizliği beni çok şaşırttı. Çok iyi niyetli, Filistin duyarlılığı yüksek sivil toplumcular elbette var. Ama mesela Birleşmiş Milletlerde çalışan bir Filistinli, çok uğraşmasına rağmen bir ilacı bir gebemize ulaştıramayınca komşusunu aradı ve ancak bu şekilde ulaştı. Bunu aklım almıyor. Tüm bu kurumların çöktüğü noktada samimi insanların gayretine kaldık, başka hiçbir şey yok. Birbirimizden başka tutunacak hiçbir dal yok.  

İkincisi ise ruh sağlığı konusu. Doğum hayatın her alanına değiyor, dolayısıyla bize başvuran bir gebeye “Tamam sana yemek göndereyim ama aynı çadırdaki çocukların ve eşin aç kalsın” denilemez. Dolayısıyla bize başta gebelik veya doğum sonrası ihtiyaçları için ulaşan insanlar başka konularda da destek isteyebiliyor. Travma sonrası stres bozukluğu yaşayan çocuklar için hiçbir destek sistemi yok. Çünkü travma-sonrası yok. 7 Ekim öncesinde 12 yaş altı çocukların yüzde 75’inin korkudan alt ıslatma sorunları yaşadığı bir toplumda bu çocuklar bir soykırım gördü. Başka bir sebeple tanıdığım Gazzeli bir ailenin çocuğu bu şekilde katatoni denilen bir durum yaşadı. Gelişimi ve sağlık durumu “normal” olan bir çocuk, bombalamalar arasında su içmeyi, konuşmayı, herhangi bir şekilde iletişim kurmayı bıraktı. Katatoni ölüme götürebilen, aciliyeti olan bir durum. Ona ilaç ulaştırırken o kadar büyük bir korku yaşadım ki! O annenin çaresizliğini, o küçük kızın ölüme bu kadar yaklaşmasını, dışarıda bombalar patlarken yataktan çıkamayan bu kızın kardeşlerinin yanında oynamasını konuşmuyoruz. Gıda güvenliği olmayan bir ortamda ruh sağlığının savaş bitince üzerine düşülecek bir şey gibi görülmesi çok acı.  

Bugün savaşın uğramadığı yerlerde kadınlar doğumun “keyifli” ya da “pozitif” olabileceğine dair içerikler tüketiyor. Gazze’de pozitif bir doğum artık imkânsız mı? Yoksa belli bir tür dayanışma ile bunu sağlamak hâlâ mümkün mü?  

Ben şiddetsiz doğumların bir ayrıcalık olarak görülmesinin tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber, doğumda sadece hastane şartlarından, kaba sağlık personellerinden veya gereksiz müdahalelerden bahsetmiyoruz. Kadınların hayatını zorlaştıran siyasi, ekonomik, sosyal ve hatta bilimsel sebepler doğum politikalarını da şekillendiriyor. Hâl böyleyken, Gazze ve Batı Şeria özelinde yerleşimci sömürgecilik, altyapıları kurarken zaten günlük hayatı imkânsız kılmayı amaçlıyor. Ama baskının, zulmün olduğu her yerde direniş de var. Dolayısıyla Gazze’de bir kadın istediği ve sevdiği bebeğini sağlıkla karşıladığında ben bunu pozitif bir doğum olarak değerlendiriyorum. Doğum deneyimini yargılamak ancak doğuran kişinin hakkı. O kadınlar bana doğumlarını mutlulukla ve neşeyle anlattığında öyle olduğunu şaşkınlıkla idrak ediyorum.  

Örneğin Gazze’de 8 aylık gebe olan bir kadın, sosyal medyadan bize ulaştı. Hamileliğinin dördüncü ayında bombalanan evinden iki çocuğuyla kaçmış, eşi o esnada şehit olmuş ve eşinin ailesinden hayatta kalan 10 kişiyle daracık bir çadırda kalıyordu. Sahip olduğu tek kıyafet üstündekilerdi. Bu durumda bir de kanaması başlamıştı. Bir gebeye verebileceğiniz en basit tavsiye sağlıklı beslenmesi ve ruh sağlığını koruması olur. Bu kadın görüştüğümüzde son 3 günde yalnız deniz suyu içmişti. Eşini kaybetmiş, çocuklarının hayatından emin olamadığı bir ortamda çadırda hayatta kalmaya çalışıyordu. Çok karanlık, çok kasvetli bir tablo. Ama orada o kadın o bebeği istiyorsa, seviyorsa, o onun geleceğe dair umudunu canlı tutuyorsa bunun kötü bir doğum olduğunu kim iddia edebilir? Şiddetin sorumlularını ve işbirlikçilerini aklamadan, yapısal şartların kötülüğünü, imkânsızlığını akılda tutarak hayatı kutlamak mümkün.  

İsrail uluslararası arenada Gazze’deki eylemlerini bir “terörle mücadele” bahanesiyle meşrulaştırmaya devam ediyor ve “sivil zayiat” kazara olmuş gibi davranıyor. Ancak bir yandan da etnik temizlik devam ediyor. Siz projeniz için çalışırken hamile kadınların ve çocukların soykırım kapsamında bilerek hedef alındığına dair hikayelere denk geldiniz mi?  

Savaşın bile bir etiği, kuralları var. Oysa Gazze’de şahit olduğumuz bir yandan yerleşimci sömürgeciliğin tipik bir örneği, bir yandan da taktikleri ve boyutu sebebiyle eşi benzeri görülmemiş bir soykırım. Gebelerin doğrudan ve dolaylı olarak hedef alındığını görüyoruz. Örneğin antropolog Danya Jaber, Filistinli kadınların tüp bebek tedavilerinin bilinçli şekilde geciktirilmesi taktikleri için “politik infertilite” kavramını kullanıyor. Benzer şekilde çocukların da, direnişin geleceği olarak görüldükleri için hedef alındığına dair kayıtlar var. Aynı şekilde çocuk sahibi olmanın, aile kurmanın Filistinliler açısından bir direniş taktiği olarak addedildiğini biliyoruz.  

Kadınlar ve çocuklar özelinde 7 Ekim sonrasında kimi zaman birbiriyle çelişen bazı paralel tutumlara şahit olduk. İlki, beyaz feminizmin dayanışmaya layık gördüğü kadınlar konusunda hayasızca açık davranmasıydı. 7 Ekim saldırısına dair sonradan New York’ta masa başında yazıldığı ortaya çıkan tecavüz hikâyeleri okuduk. Kafası kesilen bebekler zaten “barbar İslamcı” fantezisinin altyapısına sahip Amerikan toplumunda tanıdık bir yere oturdu. Ama liberal beyaz feministlerin empati kurmakta zorlandığı Filistinli kadınların hikâyeleri anlatılmaya değer bulunmadı. Bunun bir örneği, Amerikan kadın hareketiydi. Üreme sağlığı adaleti aktivistleri, Kamala Harris’i gönülden desteklerken üreme sağlığı adaletinin Filistinli kadınlardan neden esirgendiğini sorgulamamayı seçtiler.  

İkinci konu da aslında maalesef bizim de istemeyerek de olsa parçası olduğumuz bir mesele: Medyada yer bulmaya layık görülen hikâyelerin sterilliği. Filistin’de güvenli doğum Batı medyasında –Guardian, CNN, Fransız AOC gibi mecralarda- beni şaşırtacak kadar fazla yer aldı. Bu görüşme talepleriyle karşılaştığımızda bizim için zor bir karar verdik. Bir yandan bu yayın organlarının gebelik, doğum, annelik gibi “insani” dokunulmazlığı olduğu varsayılan konulara ilgisinin Filistinli erkekleri terörist olarak kodlayan, insandışılaştıran (dehumanize) bir yanı olduğunu biliyorduk. Yani kadınlar ve çocuklar ölünce sivil, bu kadınların kardeşleri, babaları, eşleri ölünce “terörist” olarak hedef görülmesinin ne kadar sorunlu olduğunu biliyorduk. Ama bu denli sansürlenen bir konuda görünürlük yaratmaya belki katkımız olur diye içimiz pek de rahat olmadan bir seçim yaptık.  

Özetle kadınlar ve çocuklar İsrail’in hedefinde ama Gazze’de işgal rejiminin hedef almadığı hiçbir şey yok. Yollar, kenarda biten otlar, havadaki gazlar, toprak, su, hatta çöp bile (Sophia Stamatopoulou-Robbins’in bu konuda kitabı var) işgalden azade değil.  

Son olarak Filistin’de Güvenli Doğum projesine ya da Gazzeli kadınlara destek olmak isteyenler için hangi yolları tavsiye edersiniz?  

Filistin’de Güvenli Doğum şu an hem kişisel hem yapısal zorluklar sebebiyle oldukça pasif bir hâle geldi. Ama Filistin’e destek olmanın onlarca yolu var. Birincisi konuyu gündemde tutmak. Bu görüşmeyi yaptığımız hafta Gazze’ye gıda ve insani yardım girişi yine engellenmişti. Soykırıma alışmayı reddetmek yapabileceğimizin en azı.  

İkincisi, kendi sorumluluğumuzu fark etmek. Hükûmetlerimizi, kurumlarımızı hem hesap vermeye hem de İsrail’e bağlarını koparmaya zorlamak. Bunlar çok genel tavsiyeler ama Filistin’deki gebe kadınlar yerleşimci sömürgeciliğin hedefindeyken yapabileceklerimiz çok katmanlı.  

Üçüncüsü, bu konuda çalışan örgütleri desteklemek. Dünyanın her yerinde bu sivil oluşumlar mevcut. Dördüncüsü, Filistinli kadınlar yalnız Filistin’de yaşamıyor; Türkiye’deki, Almanya’daki, Batı Avrupa’daki Filistinli göçmenlere, öğrencilere destek olmak mümkün. Halkları soykırıma maruz kalırken buna şahit olmaları yetmiyor, diasporada da çeşit çeşit zorluklarla karşılaşıyorlar. Son olarak, Gazze tabii ki özgür olacak. Sömürge sonrası dönem için hazırlanmayı çok önemli buluyorum. Umarım bir sonraki görüşmemizde özgür bir Filistin’den bahsederiz.  

  

 

HABERE YORUM KAT