Soykırım üzerine (3)
Başka ülkelerin parlamentolarında kabul edilen ‘Ermeni soykırımı yasalarına’ karşı çıkarken Türkiye’nin yetkilileri kendilerini entelektüel açıdan üstün görüyor ve topluma da bu özgüveni aşılıyorlar. Bir parlamentonun tek bir oyla tarihsel bir olayı ‘soykırım’ veya ‘soykırım değil’ diye tescil ettiğini sanması gerçekten de gülünç... Ne var ki bu meselede parlamentoları kuşatan bilgi birikimi açısından pek kuşkulu bir durum yok. Yani o parlamentoların üyelerinin bazıları 1915 ve sonrasının soykırım olduğunu, bazıları da olmadığını düşünmüyor. Hepsi de ortak bir kanaati, yani söz konusu sürecin bir soykırıma tekabül ettiği fikrini taşıyorlar. Dolayısıyla yapılan oylamalar, olayın soykırım olup olmadığını değil, soykırım olan bir olayın ulusal bir parlamento tarafından sahiplenilip sahiplenilmeyeceğinin oylanması. Bu da doğal olarak çok az oy farkıyla oluyor, çünkü tarihsel olarak haksız gözüken Türkiye, siyasi ağırlık açısından epeyce güçlü. Kısacası, eğer Türkiye dünya kamuoyu vicdanında suçlu olmasaydı, bu yasalar parlamentolara zaten hiçbir biçimde gelemezdi. Öte yandan eğer Türkiye bugün daha az önemli bir ülke olsaydı, şimdiye kadar bütün parlamentolar çoktan ‘soykırım’ tesbitini sahiplenmiş olurlardı.
Türkiye kamuoyu bu basit nüansı görmezden gelerek kendi kulağına hoş gelen propagandaya destek veriyor. Oysa bu tutumun süregeldiği her an, dünya kamuoyu soykırım yasalarını durduranın siyaset olduğuna ve tarihsel gerçeğin bir soykırımı işaret ettiğine daha da ikna oluyor. Bu bağlamda Türkiye’nin önermiş olduğu ‘tarih komisyonunun’ da fazla bir inandırıcılığı yok. Konunun tarihçilere bırakılması gerektiği tezi anlamlı değil, çünkü konu zaten doksan yıldır tarihçilere bırakılmış durumda ve Türkiye bu bilgi birikiminin gereğini yapmıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin asıl istediğinin konunun tarihçilere bırakılması değil, ‘makbul’ tarihçilere bırakılması olduğu anlaşılıyor. Buna göre birbiriyle hiç uyuşmayacak tarihçilerden oluşan bir komisyon kurulacak ve o komisyonda ortak bir görüşe varılamadığı için de tarihsel gerçeğin ‘belirsiz’ olduğu savunulacak. Bunun akademik dünyada mizahi bir vaka olarak karşılanacağını ve Türkiye’ye leke süreceği bile idrak edilemiyor.
Çünkü durum devletin sunduğundan çok daha açık: Türkiye’de Ermeni meselesini çalışan ve bilen birçok tarihçi var. Bunlardan bazılarının ‘devletleştirilmesi’ sayesinde tarihsel bilgi birikiminin önünü kesmek de mümkün değil. Eğer gerçekten de tarihi tarihçilere bırakmak ve sonucuna da razı olmak niyetindeyseniz, o zaman farklı görüşlerden Türkiyeli tarihçilerle bir komisyon kurun... Bırakın şeffaf bir biçimde kamuoyu önünde tartışsınlar. Kendi tarihçilerinden bile korkan bir ülkenin uluslararası tarihçi komisyonu çağrısı ne denli ciddiye alınabilir? Bunun gerçek bir bilgi arayışından ziyade, tartışmayı durdurma girişimini ifade edeceği açık değil mi?
Diğer taraftan dünya parlamentolarındaki soykırım kararlarına Türkiye’nin itirazının da belirli bir belkemiği bulunmuyor. Neye itiraz edilmekte? ‘Böyle bir şey olmadı’ mı, ‘olan şeye soykırım denemez’ mi, ‘yoksa bunu demek size düşmez’ mi denmek isteniyor? Görünüşe bakılırsa Türkiye’nin en tutarlı itirazı üçüncü cümleyi öne çıkarmakta ve nitekim haklılık payının olabileceği tek yorum da bu. Ne var ki bu itiraz bir cila gibi kullanılırken, özellikle iç kamuoyuna diğer iki cümlenin ima ettiği ruh hali pompalanıyor. On yıllar boyunca ‘böyle bir şey olmadı’ söylemine tutunan Türkiye, oradan ‘soykırım denemez’ cümlesine ve nihayet bugün ‘size düşmez’ tavrına gelmiş gözüküyor ama maalesef bu yeni konumun inandırıcılığı yok, çünkü devletin yurtiçinde hiçbir gerçek yüzleşmeye hazır olmadığı açık.
Bu hazır olmama halinin arkasında ise iki önemli olgu var... Biri gayrı Müslim vakıf mallarının müsadere stratejisine hâlâ bir son verilmemiş olması ve bürokrasinin direnmeye devam etmesidir. Eğer soykırım bir toplumun kültürel varlığını idame ettirmesinin engellenmesi ise, söz konusu stratejinin epeyce ‘soykırımsı’ çağrışımlar içerdiğini görmezden gelemeyiz. İkinci olarak bu kültürel varlığın kendini idame ettirmesinin engellenmesi 1915’te başlayıp 1923’te bitmiş bir olay değil. Cumhuriyet’in tek parti dönemi politikası da aynı minvalde sürüp gitmiş. Dolayısıyla ‘soykırım’ sözcüğü gerçekten de korkutucu, çünkü sadece Osmanlı’yı bağlayan bir politikaya gönderme yapmıyor, günümüzün rejimine de dokunuyor.
Böylece inkâr siyasetinin rasyonelini de kavrıyoruz. Türkiye bu siyasete ‘soykırım’ denmesini istemiyor, çünkü işin esasında bu siyasetin mal, mülk ve kültür tarafını benimseyip sürdürmüş durumda. O zaman da inkârcılık ‘makbul’ vatandaşlığın harcı haline geliyor... Kendi geçmişini bilmeyen, öğrenmek istemeyen, duyduğunda ulusal onur adına karşı çıkan bir cahiliye tavrı üretiliyor ve kimliğin kültleşmesine neden olunuyor. Ne yazık ki böylesi bir tavırdan ne vatandaşlık, ne demokrasi ne de özgürlük doğuyor...
TARAF
YAZIYA YORUM KAT