Sosyopat Solculuğun Tükenmişliği ve Fırat Erez Vakıası
Modern düşünce bu topraklara batıdakinin aksine, zorbalık ve diktatörler aracılığı ile girebildi. Ne sosyolojik bir tecrübesi ne bilimsel gelişim süreci ne de insana dair tespitleri sindirilip tartışılmadan, kafamıza vura vura bir modern insan modeli kurmaya çalıştılar. Belki daha sivil ve tartışma olanakları mümkün bir iklimimiz ve hikayemiz olsaydı, modernite ile kurduğumuz ilişkiler daha dengeli olabilirdi.
Bu zorba yöntemler, bize daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla bilimsel bir hayat vaat ettiğinden olsa gerek, özgürlük, bilim ve demokrasi kavramlarını konuşurken de huzursuz bir ruh halimiz vardır. Irak’ta demokrasi, Afganistan’da özgürlük tartışmaları nasıl savaş ve işgalden bağımsız entelektüel bir dil kuramaz ise, Türkiye’de de kuramaz. Hikayemiz ve hafızamız bu vaatlere kanmayıp, bizi bu minder ya da platforma çağıran aktörlerin kimlikleri ve hayat modelleri üzerine odaklanır, haklı olarak.
Her din ve ideoloji gibi modernitenin de bir hayat ve değer önerisi ve daveti var. Bu davet, son zamanlarda farklı bir form da kazandı. Sansasyonel bir tarz ile temel nezaket kurallarını hiçe sayan bir hakaret dili, bizi bilimsel olmaya davet ediyor. Bazı ateist idealistler, devletin baskıcı laik ya da sol örgütlerin otoriter dillerinden daha sivil ve fakat daha pervasız bir üslup ürettiler. Gün geçmeye görsün ki, Müslüman halkın dini değerlerine, geleneklerine aşağılayıcı bir üslup ile saldırmasınlar.
Kimse yaşadığı toplumun değerlerine inanmak zorunda değil tabii. Toplumsal kültürü demokrasi adına kutsamaktansa, farklı ve hatta marjinal fikirlere anlayış gösterebilmek daha özgürlükçü bir yorum olsa gerek. Bu anlamı ile Müslümanlar da, toplumsal kültürleri değiştirmeye aday, İslam’ın değerler sistemine davet eden ikna temelli bir stratejiye sahiptir. Kısaca tebliğ olarak özetlenebilecek bu tutum, kendine has bazı ikna yöntemlerini ve merhalelerini de içeriğinde barındırır. Bu anlamı ile gerek seküler gerek ilahi iddialı her dinin kendini tebliğe hakkı olduğunu peşinen kabul eder. Özgürlük ve demokrasiyi öne çıkaran İslami duruşların çoğunun zihinsel kodlarını bu tebliğ özgürlüğü ideali belirler diyebiliriz.
Yerli, milli Charlie Hebdo mu?
Son dönemde, Batı’da karikatür krizleri ve Kur’an yakma eylemlerinde olduğu türden provokatif bir dil Türkiye’de de alıcı bulmaya başladı. “Her provokasyona, kırmızı görmüş boğa gibi tepki mi vermeliyiz, kayıtsız mı kalmalıyız, onur ve şerefimize bir saldırı olarak mı algılamalı yoksa demokratik sistemlerin gri alanlarındaki sinir bozucu oyunlar olarak mı yaklaşmalıyız” soruları her seferinde gündeme gelir ve bir uzlaşma sağlanamadan durum akışına bırakılır. Sonrasında Paris’teki gibi ya birileri çıkıp provokatörlerin ofislerini basıp infaz eder ya da devletler toplumun gazını alıp adli süreçleri başlatırlar. Maalesef Müslüman ahalinin bu konuda ittifak edebildiği bir tutum yok. Her modern olguya olduğu gibi bu duruma da ihtiyat ile yaklaşıyor ve sonuçları ağır tepkiler vermekten çekiniyoruz. Son derece haklı gerekçelerimiz ve tecrübemiz mevcut.
Fakat bu noktada dikkat çeken başka bir konu var. Fırat Erez olayında da görüldüğü gibi, bu kişi ya da gruplar bu türden agresif ve kaba bir dil kullanıyorlar. Gerçekten de bu bir fikir özgürlüğü sorunu mu? Bu şahısların, nezaket sınırlarını darmaduman eden dilleri kontrolsüz bir çıkış mı, yoksa adli bedelleri göze alınmış bir strateji mi? Ne yapmaya çalışıyorlar? Hakaret edip rahatlamak mı? Kendilerince yüce hakikatlerini cahil topluma mı hatırlatıyorlar? Ne öngörüyorlar? Birilerinin kendilerini takdir etmesini mi? Yoksa, bir sinir krizi mi geçiriyorlar?
Bu dilin seviyesiz, bu karakterin sorunlu olduğunu tespit etmek için Müslüman ya da demokrat olmaya falan gerek yok. Herhangi bir dindar ve ortalama bir insanın bile en hafifinden kabalık olarak tanımlayacağı bu alan çok sığ olduğu için konuşmak ve yazmak da zorlaşıyor, zira aynı dozda bir dil ile cevap verme güdüsü peşimizi bırakmıyor. Ama biz bu yazıda, bir Müslümanca tavır olarak, anlamaya ve analiz etmeye çalışacağız. “Neden” sorusuna olası cevaplar arıyoruz.
Yazının başında biz Müslümanların modernlik ile tanışmamızın pek de tatlı olmayan bir hikayesi olduğunu belirtmiştik. Ama laik, seküler düşünce yaşadığımız toplumda azımsanmayacak bir karşılık buldu. Gerek Atatürkçülük gerek diğer Marksist akımlar gerekse adını ve fraksiyonunu aklımızda tutmakta zorlandığımız bir yığın kişi, ekol ve ekip hayatın her alanında kendilerine yer açmayı başardı. Komşularımız, akrabalarımız, iş arkadaşlarımız ve ailemiz içinde de artık varlar ve kendi yaşam biçimlerini, dini motivasyonu andıran bir şekilde savunmak gibi bir eğilim içerisindeler üstelik.
Agresifim, sinirliyim!
Modernlik iddiasındaki provokatif ateist söylem, modern seküler genç kuşaklarda bile karşılık bulmakta zorlanıyor. Ama ısrarla bu dile ve üsluba devam ediyor. Çünkü, agresif, sinirli ve son derece pervasızca cümleler kurunca, kendini bir tür özgürlük modeli gibi hissediyor. Kendisine peygambervari bir misyon yükleyen, her cümlesi ve eylemi ile cahil halkın aklına takılmış bir jetonu düşüreceğine inanan bu insanlar, öfke ve kavga olmaksızın bir tartışma ortamına yatkın da değiller.
Dini kurumları ve dindarları her kötülüğün başı olarak görüp, özelde İslami değerlere saldırmayı ahlaki bir görev gibi yüklenmişler, nerden baksan tutarsız, nerden baksan ahmakça denebilecek bir yöntem kullanmaya da ikna olmuşlar.
Ramazan’da eşcinsel gündemi açıp, Kurban Bayramı’nda hayvan hakları savunucusu kesilmeleri alışıldık bir ritüel haline geldikçe, Filistin meselesinde İsrail savunuculuğuna, Suriye meselesinde ABD ya da Rusya savunuculuğuna uzanan bir söylem içerisine giriyorlar. Dikkat çeken, bu ihtilaf alanlarında adalet peşinde olmak yerine, bilimsel açıklaması güçlü ve batılı modeli savunan tarafın yanında saf tutmaları.
Evrim: Güçlü olan kazansın!
Dünya perspektifleri, dini referans kullananı ilkel; ateist referans kullananı modern olarak kategorize ediyor. İlkel dindarlar hayat alanlarından temizlendikçe, insanlığın daha uygar ve gelişmiş geleceğe doğru ilerleyeceğine inanıyorlar. Bu hijyenik gelecek için kullanılan farklı yöntemler olabilir; bazıları diktatöryal yöntemleri kullanırlar, bazıları ise kültür, sanat ve medya ile dini değerleri aşındırırlar. Bazılarına ise sosyal medyada polemik diline başvurmak düşer. Ama, sonuçta öngörülen gelecekte dindar bir insan formu yoktur, olmamalıdır. Olsa bile, otantik, marjinal, turistik, figürler olarak yaşayabilirler.
Bu öngörülen dindarlardan ve özelde müslümanlardan sterilize edilmiş gelecek tasavvurunda, birey, bilimi ve aklı rehber edinmiş, dini ve kültürel bağlarından kopabilmiş ve güçlenmiştir. Ya tarihi hızlandırır bu temizliğe başlarsın ya da bu ilkel cehalet denizinde nefes almaya çalışırsın. Doğal seçilim, geleceğe taşıyacağı genetik ve kültürel formun güçlü olmasını beklediğinden, güç kullanmak, imha etmek meşrudur. Gelecekteki ateist cennet uğruna bu türden demokratik olmayan tutumlar anlaşılabilirdir.
Bugün insanların komşuları, arkadaşları ya da ailesi ile girdiği ilişkileri, dengeli ve nezaket içerisinde yürüten kavramsal zemin, dini zemindir; toplumu saygı ile ayakta tutan dini kültürel kodlardır. Bu, agresif ateistler de bunun farkındadır ve yukarıda bahsettiğimiz gelecek için bu alana da vurmayı kendilerine görev bellemişlerdir.
Yalnızlık Sarmalı
Yalnızlık bu insanların karakteristik özelliğidir. Sosyal medyada binlerce takipçi edinmek ile, arkadaş edinmeyi karıştırırlar. Aileleri, eşleri, ebeveynleri, komşuları tarafından geçimsiz, aksi insanlar olarak bilinirler. Ego tavan yapmış, sevgi çok önceleri bitmiştir. Saygıya artık ihtiyaç duymazlar. İçine düştükleri yalnızlık duygusunu kâh Nietzsche ile kâh Rousseau ile izah etmeye çalışırlar.
Oysa bu yalnız zavallı adamın, çevresine verebileceği bir gülümseme, bir selam bile yoktur. Modern idealizm onu yapayalnız ve mutsuz yaptıkça dili daha da agresifleşir ve yalnızlığını körükler. Bu sarmal böylece devam eder, ta ki sosyopat adamımızı tüketene kadar. Ailesi ve arkadaşı ile konuşacak üç beş kelimeyi zor bulan adamımız, sosyal medyadaki takipçileri sayesinde sanal bir huzur arar ve sosyal medya sansasyonel olanı sever. Artık ne içtiği sayısız paket sigaralar ne dozunu artırdığı alkol acılarını ve öfkesini dindirmez. Aynen Nietzsche gibi delirmeye ve popüler bir sona doğru yuvarlanıp gider.
Estetik İntihar
Tükenmişlik sendromu olarak da tanımlayabileceğimiz bu ruh halinin karşında kalan seçenekler artık çok sınırlıdır. Ne toplum onu anlayabilecek bir kültürel seviyeye sahiptir ne de kendisini anlatabilecek yeni bir yöntem bulabilmiştir. Hayatta gerçek ihtiyaçlardan olan sevgi ve saygıdan hem kendisini hem de çevresini mahrum bırakmış, artık O’nun için radikalizmin son eşikleri de denemeye değer olmuştur.
Bu tipler için birkaç sınırlı gelecek vardır. İlki, hastalıklı bir ruh haliyle ile hayatına devam etmek, ; ikincisi hayatın anlamını doğu mistisizminde bulup bir tarikatta şeyhin önüne diz çökmek ve son olarak intihar. Ama dördüncü bir seçenek olarak kesinlikle, sevilen dengeli bir birey olmak yoktur.
Bu provokatif çıkışların, provokasyona gelen biri tarafından şiddet ile karşılık bulması da büyük olasılık. Eğer bu gerçekleşirse, dindarların ne kadar saldırgan olduğunu ispatlayacak, gerçekleşmezse dini alana hakaret etmenin eşiğini yükselten bir hakaret standardı oluşturacaktır.
Modern Son
Kimse İslam’a ve onun değerlerine sevgi duymak zorunda değil. Zaten dünyada da ülkemizde de Müslüman olmadan yaşamanın asgari standartları mevcut, dileyen dilediği hayat tarzını yaşıyor. Öte yandan, saygı adı altında, İslam’ı ve onun aziz değerlerini eleştiriye kapatmak gibi bir amacımız da yok. İslami kurumlara en ağır eleştirilerin yine içeriden, Müslüman mahalleden gelmesi bile buna delildir; ortalama okuyucu bu durumu görecektir.
Eğer asgari bir tartışma ve konuşma iklimi bekliyorsanız, yapmanız gereken ilk şey, evrensel bir saygı ve tolerans dilini kurabilmektir. Ama anlaşılan o ki, Fırat Erez gibiler böyle bir dili kurabilecek durumda değiller.
Peki ben yapayım? Kendimden aziz bildiğim değerlerime saldırılmasını bir provokasyon olarak okuyup, dişimi sıkıp “ya sabır” mı çekeyim? Diyelim ki, ben buna katlanabildim; ya birileri provakasyona gelirse, cevabını neden ben vermek zorunda kalıyorum? Her durumda, tahriki yapanın kârlı ve tepki verenin zarar göreceği bir pusu değil de nedir bu?
Bu bir provokasyon ve apaçık bir tuzaktır; “deney” demekle sıyrılması mümkün olmayan bir tuzak. Hedefi Müslüman duyarlılık taşıyan çok geniş bir sosyolojidir. Bu türden durumlarda Müslümanların kendi haklarını koruması riskli sonuçlar doğurabilir. Öyleyse cari sistem vatandaşlarının hukukunu koruyacak şekilde harekete geçmeli, toplumsal sonucu ağır ve geri alınamaz aşırı tepkileri önlemelidir.
Devlet bu duruma el atıp bu şahısların sağlık ve canını güvence altına almalı, polis ve mahkemeler ne gerekiyorsa yapmalı, duyguları örselenen ve incinen insanların öfkesi soğutulmalıdır.
Toplum düzeni ve ruh sağlığı açısından bu elzemdir.
YAZIYA YORUM KAT