'Son terörist' ve 'son 12 Eylül mağduru'
Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Ferit Güler'in sözleri tam da 12 Eylül'ün yıldönümüne tesadüf etti. Hepimizin ezbere bildiği bir söz: "Son terörist etkisiz hale getirilinceye kadar", "terör örgütüyle mücadele"nin sürdürüleceği... İnsan ister istemez bu basmakalıp söz ile 29 yıl önceye ait 12 Eylül'ün "devlet terörü" arasında bir ilişki kuruyor.
Yan yana yazınca arada pek fazla fark görünmüyor. 29 yıl öncesine ait bir askerî darbe ve 25 yıldır devam eden kanlı terör. Arada dört yıllık bir zaman farkı var. 12 Eylül yönetimi vatandaşlarına yaygın ve sistematik şiddet uygulayarak on binlerce "devlet terörü mağduru" yarattı. Sonra biz 25 yıl boyunca bıkmadan usanmadan "son terörist"i aramaya giriştik. Mutlaka bir yerlerde sıkıca yapıştığı silahı ile kan dökmeye hazır bekleyen "son terörist"i bir türlü bulamadık.
Galiba yanlış yerlerde aradık.
12 Eylül sistematik, yani bütün devlet kurumlarının iştirak ettiği yaygın bir terör uygulamasının adıdır. Bu uygulamanın adı "terör"dür; çünkü devlet uyması gereken asgarî hukuk kurallarını yok sayarak kendi vatandaşlarını öldürmüş, işkenceden geçirmiş, hayatlarını karartmış, kişilik haklarını onarılmayacak biçimde yaralamıştır. Bu şiddetin amacı siyasî olduğu için adı terördür. Bu şiddetin, devlete ait meşru şiddet kullanma tekeli ile hiçbir ilişkisi olmadığı için, yani kanunsuz uygulandığı için adı "devlet terörü"dür.
Bu "devlet terörü"ne bizzat maruz kalırken kendi kendime hep "neden?" sorusunu soruyordum: "Bu anlamsız, bu bön, bu hayvanca terörün bir amacı var mı?" 12 Eylül'ün izleri ile karşılaştıkça yıllar boyu bu soruyu sormaya devam ettim. 12 Eylül askerî diktasının uyguladığı terör bana hep maksadını aşan, aptalca bir şiddet gösterisi gibi geliyordu. Bir devlet kendi vatandaşına neden böyle acımasızca şiddet uygular? Neden kendisine karşı içi nefret ve öfkeyle dolu on binlerce, yüz binlerce düşman yaratır?
Bu ölçüsüz ve kontrolsüz şiddetin, karşılarına çıkan her sorunu ellerinde bulunan silahla, yani şiddet uygulayarak çözebileceklerini zanneden askerlere özgü iki renkle sınırlı kafanın eseri olduğuna kanaat getirmiştim. Ve bu yüzden askerlerin devlet yönetiminden ve siyasetten mutlaka uzak tutulmaları gerektiği sonucuna varmıştım.
Askerlerin ülkenin, milletin ve devletin hayrına, sadece ülkeyi dış düşmanlara karşı savunmakla sınırlı bir alanda kalmaları gerektiğine hâlâ inanıyorum. Ama 12 Eylül'ün yaygın ve sistematik "devlet terörü"nün sebebine dair düşüncem bütünüyle değişti.
12 Eylül askerî yönetimi, bilinçsizce, akılsızca, ahmakça bir şiddet uygulamadı. Tam tersine kendi geleceğini inşa etti. Gelecekte var olabilmek için düşmana ihtiyacı vardı. Askerî dikta ele geçirdiği dizginleri kendisine düşman üretmek üzere kullandı. Son derece basit bir mantık: Yönetmek isteyen askerî gücün düşmana ihtiyacı vardır.
29 yıl aradan sonra sormamız gereken soru, "son terörist" ile "son 12 Eylül mağduru" arasında bir yakınlık olup olmadığı. Bir türlü bulamadığımız "son terörist" 12 Eylül döneminde Diyarbakır'da 5 No'lu Askerî Cezaevi'ndeki "devlet terörü"nün "son mağdur"lardan biri olmasın?
Bugün karşımıza çıkan manzara, kendisine düşman yaratarak gelecekteki iktidarını garantiye almaya çalışan 12 Eylül diktasının maksadını aştığını, yarattığı düşmanla baş edemediğini gösteriyor. Çare, "son terörist" yerine "son mağdur"un peşine düşmek. "Son terörist"i bulamayabilirsiniz, ama "son mağdur" sizi kendi köşesinde bekliyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin "son terörist"in değil, "son mağdur"un peşine düşmesi lâzım. "Son mağdur"un gönlü alınmadıkça "son teröristi" bulamayacağız. "Demokratikleşme açılımı" da tam bunun için gerekli.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT