Son ‘cilalı’ taş devri
Batıda resim ve heykele tanrısal bir gösterge rolü yükleniyor. Resim ve heykellere yedirilmiş inanç, insanın heykel vasıtasıyla insani bir şekle ilahi bir güç vehmetmesine giden tehlikeli alanlara da işaret etmekte yarar var.
Eyüp Togan / Haksöz Dergisi Sayı: 352 - Temmuz 2020
Şehirler bir organizmadır. Meydanlarına, tören, ibadet, sanat ve mimarilerine göre anlam kazanır; belli bir dünya görüşünü, ideolojiyi izhar ederler. Daha özel alanlarda bu belirleyici ‘zihin’ ve ‘beden’ kontrolden muaf değildir. Meydanlar ve stratejik noktalar, egemenlik göstergesi olarak bir güç tanımlamasıdır. Hobbes’un tasvir ettiği eli her yana uzanan bir ‘hükümdar’ tekelinde şekillendirilebilecekleri gibi, değişik güç odaklarının ‘tatlı’ ya da ‘sert’ mücadele zemini olarak ortaya çıkarlar. Bu etkileşimin azı çoğu yoktur, kendisi vardır. Nasıl ‘İslami şahsiyetin inşası’ bağlamında, yüzüne bakılınca Allah’ı hatırlatan insanlardan olmayı niyaz ediyorsak, bir şehrin de Allah’ı hatırlatması lüks değildir.
Taksim’i ele alalım: Taksim Meydanı ve çevresi, Türkiye’nin gizli açık güç odakları arasındaki kimlik mücadelelerini yansıtır. Bir yanda Aya Triada (Kutsal Teslis) Kilisesi, 1880’den beri Osmanlı’nın çok kültürlü geçmişinden bir temsildir. Opera binası, değişen sanat zevkleri ile kültür dünyasındaki arayışların düğümlendiği bir gündem değeriyle sivrilir. Gezi Parkı, laik cenahın politik bir mevzii olmakla, nötralize olmuş bir alana uzanan anlamlar kümesi olarak düşünülür. Taksim Camii, meydanda temsil hakkı bulamamış dinî bağlılıkların tezahürüdür. Taksim Anıtı olarak bilinen, Atatürk Anıtı ise meydana dair bu değişim ve arayışlardan etkilenmez bir kalkana sahiptir.
1928 yılında açılan anıt heykel tasarımı İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica tarafından oluşturulmuştur. Canonica, açılan yarışmada birinci olur ve heykel yapımını üstlenir. Halka bağışta bulunma çağrısı yapılır ve heykel yapımı altı taksite bağlanarak sipariş edilir. En büyük bağışı Berç Keresteciyan adlı vatandaş yapar. Mamafih, yalaklarından suların aktığı, ortada bir havuzun olduğu özgün tasarım hayata geçirilemez. Heykeltıraş, anıtı yarım halde Roma’dan gemiye yükler ve İstanbul’a gönderir. Sunay Akın’ın anlatımına göre para bittiği için anıt heykelin son taksiti ödenememiştir. M.Kemal anıt ve heykellerinin bu erken aşamasında ve bilhassa Taksim Anıtında tek adam vurgusu en belirgin haliyle henüz öne çıkmamakta, daha ziyade birtakım estetik kaygılarla, Cumhuriyet hareketi ve Kurtuluş Savaşı bağlamında ‘lider ve kadroyu’ bir arada göstererek ulusal bilinç inşasına çalışılmaktadır.
Türkiye’de kutuplaşmaların toplumsal bölünmeye yol açtığı ve derinleşmesi halinde ulaşacağı tehlikeli boyutlara sık sık dikkat çekilir. Bu nedenle, ‘milliyetçi Müslüman’, ‘Atatürkçü mütedeyyin’ gibi gri tanımlamalar sık sık bir sağlık işareti olarak algılanır hale gelir. Birbiriyle bağdaşmaz fikir ve yaşam biçimlerinin bir ‘mozaik’ olarak hayatiyetini sürdürdüğü ve esasında arada sanıldığı kadar etkileşim olmadığı tespiti ise alternatif bir bakış açısıdır. Bu pencereden, kutuplaşmaları törpüleyen herkesin renk ve desenini koruduğu ‘mozaik’ içinde telafisiz yarılmalar yaşanmadan, toplumsal barış bir şekilde tesis edilmektedir. Bu durumun, Türkiye’ye özgü bir durum olup olmadığı ise tartışmaya açıktır.
Öncelikle, meydan tanımı modern bir tanımdır. Meydanı kontrol eden kendi egemenlik alanını kontrol etmeye de çalışır. Ama her güç ve etki meydanda şekillenmez. Örneğin, Süleymaniye Camii dayandığı derin temeller üstünde başkaca bir meydanın parçası olmaya ihtiyaç duymadan kendi alanını oluşturur. Osmanlı dönemi İstanbul'unda özel bir meydan arayışına girilmemesinin bir nedeni budur. Modern şehir meydanları ise içine aldığı unsurları, anlamlandırma gücüne sahiptir. Kontrol edilebilir olmaları nedeniyle sıkıştırılmış alanlardan ibaret. Neyin değişeceği kadar, neyin değişmeyeceği üzerine de belirlensin istenir. Tıpkı insanların mozaiği gibi meydanlar da birbiriyle uyumsuz hatta çelişik sembol ve aidiyetlerin bir arada olduğu, kimlik mücadelelerinin her an yeniden tanımlanmasına açık ya da kapalı sahalardır.
Batı’da Tarihî Hesaplaşma
Son haftalarda, ABD’de, polis teşkilatının şiddetine tepki olarak patlak veren, daha sonra dalga dalga çeşitli Avrupa ülkelerine yayılan protestolar, bir anda emperyal güç odaklarına karşı tavra dönüşerek George Washington, Kristof Kolomb gibi pek çok tarihî karakterin büst ve heykellerini hedef alan bir tepkiyi doğurdu. ABD’de heykel yıkmaya dönük benzer eylemler 1990’larda da tırmanmış, sonra durulmuştu.
İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılma (Brexit) sürecinde yükselen milliyetçilik ruhu karşısında, insan hakları ve azınlık haklarına daha duyarlı kesim sessizliğini bozarak meydanlarda umulmadık zindelikte eylemler ortaya koydu. Eylemler kıtalararası akort yapıyordu. İngiltere’de, Cecil John Rhodes heykelinden Sir Hans Sloane ve Thomas Guy heykeline kadar çoğu 18. yüzyıl ve öncesinde yaşamış şahsiyetler hedef alındı. Heykel ve sömürge dönemlerinin ağa babalarına karşı konulan bu öfke selini yersiz bulan diğer kesimler, anıtların toplumsal miras olarak korunması gerektiğini ve bu nedenle heykel ve büst varlıklarına ne olursa olsun sahip çıkılması gerektiğini dile getirdiler.
ABD’de Trump ise heykelleri bir simgesel görmenin çok ötesinde, dokunulmazlıklarını pekiştirmek adına kamu malına zarar üst başlığı altında hapis cezasını 10 yıla çıkaran yasal düzenleme yapılması çağrısında bulundu. İngiltere’de Londra Belediye Başkanı Sadık Khan, heykellerin seçilerek sökülmesi gerektiği yönünde açıklamalar yaptı ve tarihte köle tüccarlığı gibi zulümlere karışmış olanların anıtlarını kamuya ait alanlardan kaldırma konusunda Londra Belediyesinin üzerine düşeceğini yapacağını söyledi.
Güney Afrika’da altı yıl başbakanlık da yapan, Victorya dönemi emperyalizminin önde gelen temsilcilerinden Cecil John Rhodes’ın Oxford Üniversitesi Oriel Koleji içindeki heykelini üniversite yönetimi uzun tartışmalardan sonra oybirliğiyle kaldırma kararı aldı. 2015 yılından beri gündeme gelen bu çaba, ‘Siyah Hayatları Önemlidir’ (Black Lives Matter) eylemleriyle güç kazanınca nihayet karşılık buldu. Siyasal baskı ve talepler, önceki dönemlerde “Kültürel mirasımızın parçası olarak sergiliyoruz.” şeklinde açıklamalar ve yardım fonlarının olumsuz yönde etkileneceği savıyla savuşturuluyordu. Tarihin çok yönlü tartışmalara açık olduğunu söyleyerek Rhodes heykeli konusunda siyasal ve ahlaki bir duruş göstermekten kaçınan Oxford Üniversitesi, tutumuna yönelik sorgulayıcı tepkiler üzerine geri adım attı.
Tartışmalara ilişkin en çarpıcı örnek 300 yıl önce ünlü köle tüccarlarından olan Edward Colston’un heykelinin Bristol’da sökülüp suya atılması oldu. Colston’un heykeli yardım faaliyetlerine para ve kaynak ayırdığı için onun hayırseverliği hatırına dikilmişti ve görünüşte Colston’un köleci geçmişini tazim amacı taşımıyordu. Colston heykeli özelinde onu yerlerde sürüklemeyi murat eden protestocular, bir bakıma heykelin yaratmak istediği tarih algısının maskesini düşürerek perdenin arkasındaki karanlık gerçeği deşifre etmiş oldular. Bu tepki biçimi tarihî gerçekleri sulandırıp araç olarak kullanmak isteyen anlayışa karşı, siyasal katılım ve aktivizmin öne çıkmasıydı. Protesto hareketlerinin vandalizme ve gözü dönmüş şiddete bulaşan unsurlarını bir kenara koyarak bakacak olursak, nesilden nesile geçen bir bilgi ve farkındalık görülüyor.
İngiltere’de yıllarca hâkim geleneğin gücüne karşın, azınlıklar, Müslümanlar, siyahlar vs. kendi okullarında alternatif eğitim müfredatları ile geçmişlerine resmî ideolojiden farklı bakma fırsatı buldular. Hatta yerleşik sistem bunu uzun süre bilhassa eşitlikçi ve özür dileyici bir birleştirme adına teşvik bile etti. Tarihin netameli alanlarına ilişkin belge ve bilgilere etraflı karartmalar uygulamadılar. Hatta dünyanın en zengin arşivlerini çok geniş kitlelere açık tuttular. Hem Amerika’da hem İngiltere’de “Sen illa Amerikalı olacaksın, illa İngiliz olacaksın!” şeklinde vatandaş dayatması yapılmadı. Vatandaşlık, erişilmesi ayrıcalık olacak şekilde konumlandırıldı. Gerçek Amerikalılık tanımı zımnen Anglo-Sakson kanı taşımakla açıklandığı için bu seçilebilir bir şey de değil diye düşünülebilir. Türkiye Cumhuriyeti erken dönemden itibaren Türklüğü erişilen değil, tepeden empoze edilen bir kimlik referansı olarak kullandı. Resmî ve gayri resmî müfredat tekçi bir geçmiş algısını besledi. Batı’da gelişen tepkilere bakarak, sağlıklı bir dünya tarihi perspektifi oluştuğu söylenemez. Çünkü, bunların içinde travmatik ortamla sadece nefretle büyümüş, pek çok ölçüsüzlükler de bol miktarda mevcut. Ancak bu olumsuzluklara rağmen, siyah beyaz demeden hiç beklenmedik kişi ve çevrelerin duyarlılık gösterdiği ifade alanlarının aktif politik katılımla alabildiğine açıldığı yeni dönemin eşiğinde olduğumuzu düşünüyorum.
Aydınlanma Aracı Olarak Heykeller
Heykeller ve heykelcilik, ‘Aydınlanma’ döneminde insanları eğiten yönleriyle teşvik gördü. Bu sanat dalı, kilden heykel yapmaktan taş oymacılığına evrilirken, bronz ve tunç gibi malzemeler sayesinde çoğaltılır hale getirilmesiyle her alanı domine edecek şekilde yaygınlık kazandı. Köle tacirlerinin heykelleri özelinde ise 1770’li yıllara dek süren heykel dikme furyası, esasında ilgili şahısların melanetlerini örtbas etme amacı da taşıyordu. Thomas Guy örneğin, Londra’daki Thomas and Guy hastanesine bağışta bulunarak yardımsever tarafını konuştururken, hastane de onun heykelini dikerek güya minnet borcunu ödemiş oluyordu. 1770’lerden sonra İngiliz kraliyet ailesi heykel yapma işini özel kişilerin tasarrufuna bırakınca, heykellerle resmedilen şahsiyetlere halk tepkileri ardı arkasına geldi. Bugünlerde biraz kazıyınca altında sırıtan karanlık eylemleri o dönemin insanları canlı yaşıyordu. Kamu meydanlarında icraatları aklama yarışına giren zevatın çoğu aynı zamanda ya milletvekili ya da belediye başkanıydı. Halk onların icraatlarını gün be gün görüyordu, fazladan bir tarihsel tefekküre ihtiyaçları yoktu.
Her ülkenin hikâyesi farklı olmakla beraber, İngiltere’de heykel yapımı 1880 ila 1914 arasında tekrar canlanarak zirveye ulaştı. Sadece milli taraflarıyla bilinenler değil, Abraham Lincoln ya da Güney Afrika’nın lider kişilikleri Jan Smuts gibi yabancı karakterlere de yer verildi. Bu manzarada ve heykeller dünyasında yer alanların hepsinin bir kölelik ve emperyalizm geçmişi vardır şeklinde bir değerlendirme de doğru değil. Aydınlanma dönemini takip eden süreçte, belli sayıda köleliğe karşı mücadele vermiş şahsiyetlerin de heykeli ve başkaca temsilleri yapıldı. Her ne kadar, şehir meydanlarında eşit temsil alanı olmasa da. İngiltere’de köleliğin kaldırılmasında anahtar çabası olan William Wilburforce’ın en bilindik heykeli Westminster Abbey’de sergilenirken, merkezî açık alanlarda yer bulamaması manidardır.
Konuyu tekrar Türkiye’ye getirmeden önce, İngiltere’de II. Dünya Savaşı’ndan sonra heykel dikme furyasının iyice yavaşladığını not edelim. Çok büyük tepkiler sonucu sökülen bir iki heykel dışında heykel statükosunun geriye dönük korunduğu bir dönem bu. Türkiye’de ise İsmet İnönü milli şeflik döneminin ardından Atatürk resimlerinin yeniden banknotlara basılması, 5816 sayılı yasayla tahkir ve tezyif kanunlarının çıkarılması gibi gelişmeler, II. Dünya Savaşı sonrasında Demokrat Parti’nin sistem partisi olduğunu ispatlama kaygısından kaynaklanır. Heykel ve büstler ise alabildiğine yayılım alanı bulur.
Demokrat Parti imzasıyla yürürlüğe giren 5816 Sayılı Atatürk’ü Tahkir ve Tezyif Yasası ile o tarihe kadar Atatürk heykellerine yapılan aşağılamaların ve saldırıların önünü almak amaçlanıyordu. Neticede, Demokrat Parti dönemi öncesi baskı dönemlerine karşı birikmiş öfkenin nasıl patlama noktasına geldiği görülmüştü ve bu durum rahatsızlık meydana getirmekteydi. Bilhassa M.Kemal’e karşı verilen aleni tepkilerin azalmasının nedeni 1951’de sıkılaştırılan yasal zeminin caydırıcılığından çok, Demokrat Parti’nin özgürlük alanında halkı ferahlatma adına attığı nispi adımların karşılık bularak rejimin halk arasında toplumsal konsolidasyona yardım etmesiydi.
ABD-Türkiye, İngiltere-Türkiye’nin figürler ve heykel siyasetinin net paralellikler taşımadığı görülüyor. Vatandaşlık kavramlarının hayli farklı süreçlerden geçmesi nedeniyle ilk bakışta benzerlik değil, bir farklılaşma görüyoruz. Anlı şanlı savaş kahramanı bir lider olarak bilinmesine rağmen, Churchill, sevenleri kadar sevmeyenlerinin de kendilerini ifade ettiği bir siyasal alana sahip oldu. Ama bu alan teşvik edildi mi? Hayır edilmedi, bilakis özellikle muhafazakâr anlayış sahipleri tarafından uyutuldu, pandoranın kapağı açılmadı. Churchill eleştirilmediği ya da ondan gerçekten nefret edenlerin ifadesiz bir ortamda sus pus olmasından dolayı değil, bu eleştirilerin hâkim siyasetin gücünü kırmaya yetmemesinden söz edilebilir. Özellikle elit bilinen çevrelerde, ‘emperyal dönem bize refah getirdi, şimdi onun rahatını sürüyoruz’ anlayışı, sistemle örtüşük, yukardan hitap eden bir güç mekanizmasının pek de sarsılmadan ayakta kalmasını sağladı. Bu söylem sadece elitler arasında yüz bulmadı, geniş topluluklar arasında da dolaşıma girerek sistemin meşruiyet alanını tahkim etti.
Hem Amerika’da hem İngiltere’de çivisi çıkmış heykelleri tartışmaya açan ülkelerde, çok kültürlü veya kozmopolit diyebileceğimiz, emperyal düzeni ve dönemleri sorgulayan muhalif sesler yükseliyor. Muhalif tarihsel algıların yükselmesine, politik katılım eşlik edince hesaplaşma refleksi büyüdü.
Peki, neden Türkiye’de geçmişle tarihsel hesaplaşma yeterince yapılmıyor? Dünyada, 300 yüzyıl öncesinin sembollerine karşı tartışmalar yer yer hararetle sürerken, Türkiye’de hem dönem hem de kadro ve kişilere yönelik eleştirel alanlar açılamıyor.
‘İnsansı Tanrı’ İddialarına Karşı Tarihte ‘İkon Kırıcılık’
Heykel geleneği bilindiği gibi İslam topluluklarında pekyok. Bizans’ta ise 8. yüzyılda imparator, İsa, Meryem ve diğer azizlerin ikonlarını kaldırmayı emrediyor ve böylece birinci ‘ikon kırıcılık’ dönemi başlıyor. İkonoklazm dönemini düşününce, akla ilk olarak İslamiyet’in antropomorfik (insan biçimcilik) temsilleri reddetmesi anlayışı gelebilir. Zaten kiliselerde figür ve ikon avına çıkanların kaygısı, sapkın şekilde tanrının oğlu olarak tasvir edilen İsa’yı insansı görünüme büründürerek normalleştirmek. Özünde, resme tanrısal bir gösterge rolü yükleniyor. Resim ve heykellere yedirilmiş inanç, insanın heykel vasıtasıyla insani bir şekle ilahi bir güç vehmetmesine giden tehlikeli alanlara da işaret etmekte yarar var.
Elbette, daha kadim dönemde, heykellerin doğrudan sözde tanrıları sembolize ettiği biliniyor. Bir başka heykel formu ise mesela Mısır firavunlarının bugün korunan heykelleri. Musa’ya (as) savaş açan Firavun heykelleri bugün var olmakla beraber, çok azımızın hafif müstehzi bakan genç görünümlü simaları ilgimizi çeker. Firavun’un bir kâfir olarak ibretlik hatırasının izlerini daha çok son saniye tövbe ederken, onu kuşatan dalgalar arasında secdeye kapanma anına dair kalıntı ve enstantaneleri görmek isteriz çoğumuz, mümkün mertebe.
Sam Dagher da kitabında özel yer vererek anlattığı Beşşar Esed’in tanrı gibi kabul edilmesi ve işbirlikçileri tarafından yer yer topluma benimsetilmesini örneklerle ortaya koyuyor. Zaten kitabın adı da Esed’in tanrısallık iddiasından esinlenmiş: ‘Ya Esed Ya da Yakarız Biz Bu Memleketi!’ Benzer şekilde, özellikle geçmiş dönemlerde, Kuzey Kore’de liderler halka şifa vermeye bile muktedir insansı ilahlar olarak lanse edildiler. Kuzey Kore’nin ‘tanrıtanımaz’ olması kişiye tapınmaya engel değil, çünkü ritüel ve boyun eğme ekseninde istenen bu. Tağutların heykel figürlerinde geçmişi anlatan bir plastik sanat unsuru olmasından öte, yaşayan insanlar olarak da temerrüz ettiği ve yer yer toplumu kuşatabildiği rahatlıkla görülüyor.
Bir diğer kıyaslamayı, Mustafa Kemal dönemine bakarak yapabiliriz. Marşlar, törenler, daha düne kadar ‘Andımız’ gibi meydanlar, okul bahçeleri, sınıflar rejim ve lider kültü ile domine edilir. İdeolojilerin etki alanında heykeller taşıyıcı role sahiptir ama esasında yukarıda saydığımız, sembol, ritüel ve figürlerin dayattığı ve her gün dolaşımda olan tazimlerin yanında daha zayıf hatta sembolik bir etkidir bu. Türkiye’de cumhuriyet ideolojisini ve Atatürk kültünü kılcal damarlara taşıyan bir araç da büstlerdir. Her bin kişiye bir büst düşmektedir. Bu konuda dünya lideri olunduğuna ilişkin rivayetler mebzul.
Heykellerin ülkelerde devamlılık ile fikirlerin çarpışması olarak iki etkisi olduğuna değinen Simon John, History Today’deki yazısında, “Heykeller, bize tarih hakkında bilgi verebilir ancak geçmişe dair değişmez gerçekleri aktarmazlar. Bunun yerine, belirli bir toplumun geçmişine ait belirlenmiş fikirleri sembolize ederler. Tarih değişen siyasi amaçlara göre yeniden şekillendirmek için karmaşık ve hassastır. Bir bakıma heykeller bize geçmişi anlatıyor ama bu onların bize anlattıklarını eleştirmeden kabul edeceğimiz anlamına gelmiyor.” diyor. O halde, “Nasıl olursa heykeller bir kült ve maksatlı bir tarihsel kurgunun yerine ufuk açıcı eğitsel amaçlara hizmet edebilir?” diye sorabiliriz. Eğitimin önünde özgürleşme sorunu dururken, burada dikte edilen kahraman kültünün yarattığı travmayı nasıl bertaraf edeceğiz?
Batı’da yükselen tepkiler, insanlık adına yer yer umut verici çıkışlar içeriyor. Bugün İngiltere'de adı kirli tarihlerle özdeşleştiği kesinleşen karakterler ve buna dair sıcak tartışmalar değerli şüphesiz. Bu ülkeler ile senkronize olalım benzer tepkileri ille de aynı potada tepkilere dönüştürelim demek değil. Mustafa Kemal ve temsil ettiği düzeninin de dünyanın tektonik sarsıntılar geçirdiği bugünlerde esaslı muhasebesini yapmak varken, ‘zat-ı âlilerini’ sıcak tartışmalardan ‘münezzeh’ tutmaya çalışmak... Ama nereye kadar?
HABERE YORUM KAT