1. YAZARLAR

  2. Etyen Mahçupyan

  3. Solun trajedisi
Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Solun trajedisi

29 Eylül 2011 Perşembe 05:09A+A-

-Haksızlıklarla dolu olan ve bu haksızlıkların hiçbir zaman bitmeyeceği bir dünyada yaşıyor olmak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlar uğruna yapılan muhalefeti de kendiliğinden yüceltiyor.

Bu hedefleri taşıyan siyasi akımlar, kendilerini iki bin yıl öncesinin Hıristiyanlığı gibi sunuyorlar. Dinlerin öteki dünyada ulaşılır kıldığı cenneti, bu dünyada yaratmak adına mücadele veriyorlar. Dolayısıyla söz konusu siyasi akımların içindeki kişiler de, kendilerini açıkça söylenmeyen bir 'yücelme' içinde hissediyorlar. Büyük insani idealler için siyaset yapmak, gereğinde acı çekmek, kendi hayatından ödün vermek, bu kişilerin kendinden memnuniyetleri için psikolojik bir zemin sağlıyor. Ancak bu duygusal dünyanın bir yan etkisi de var: Kendi gözlerinde 'yücelen' kişilerin bakışıyla, sıradan insanlarla kendileri arasında manevi bir hiyerarşi doğabiliyor. Yani, idealizmin siyasetini yürütenler kendi dışlarında kalanları biraz daha 'aşağıda' bir tür olarak algılamaya başlıyor.

Bu algı ve ilişki biçimi, sol siyasetlerin belirleyici eksenlerinden birini oluşturmakta. Kendi 'gerçek' çıkarının idrakinde olmayan kitleler için ve onlar adına mücadele yürütmenin çok açık bir avantajı bulunuyor: Toplumun onayına ihtiyacınız yok, çünkü toplumda henüz bu türden bir bilinç oluşmamış durumda. Dolayısıyla 'siyaset' kendi dar çevreniz içinde, ideolojinin sınırları dâhilinde yapılıyor. Solcuların sürekli bölünmelerinin ve çeşitli fraksiyonlar halinde hayata tutunmalarının nedeni bu. Çünkü hiçbir tekil hiyerarşik yapı, sol içi çeşitlenmeleri ve bakış farklılıklarını birlikte tutmaya yetmiyor. Böylece toplumla değil, birbiriyle 'konuşan' hiziplerden oluşan bir sol siyaset yelpazesi oluşuyor ve bu ideolojik atmosfer toplumsal gerçekliği ikinci plana atıyor.

Söz konusu yabancılaşmanın sonucu olarak siyasi söylem iki kanalda yürüyor. Bir yandan sol hizipler arasında sıkışıp kalan bir 'somut gerçekliğin analizi' tartışması yaşanıyor. Ancak yaşanmakta olan gerçeklikle karşılıklı bir irtibat kurma ihtiyacının olmaması, bu tartışmayı genellikle 'kuramsal anlamı olan gerçekler' bağlamında tutuyor. Diğer bir deyişle kuramın aradığı ve anlamlı bulduğu belirtilere gerçeklik payesi veriliyor. Ne var ki bu durum yabancılaşmayı daha da derinleştirmekten başka işe yaramıyor. Bu nedenle siyasi söylemin ikinci kanalı çok daha ön plana çıkıyor: Hegemon yapılara itiraz etmek, doğruların hemen ve ödünsüz bir biçimde hayata geçirilmesini talep etmek...

Bu siyasi dilin birbirini tamamlayan iki özelliği var: Birincisi normatif olanın öne çıkması, 'olması gerekenlerin' vurgulanması... İkincisi ise bunun bir tür aktivizm olarak yaşanması, yani mobilize edici, dayanışma yaratıcı, cemaat oluşturucu bir etkinlik olarak işlevselleşmesi. Söz konusu iki özellik arasındaki 'tamamlayıcılık', Türkiye'deki solun macerasından da izlenebileceği gibi, son derece hayati. Normatif düzlemde kalmak, yaşanmakta olan yabancılaşmayı gizliyor, gerçek dünyanın karmaşıklığını anlamak önemini yitiriyor, doğruları söylüyor olmanın rahatlığı özgüven yaratıyor. Bir süre sonra solculuk bu değerlerin sahipliği gibi gözükürken, her solcu sırf 'solcu' olduğu için kendisini bu ulvi değerlerin taşıyıcısı gibi hissedebiliyor. Böylesine 'siyaset üstü' değerlerin sesini oluşturduğunuza inandığınızda ise, artık muhataplarınızın sizinle ilgili algısı önemini yitiriyor. Gerçekten de ilk Hıristiyanlar gibi 'dünyanın yükünü' omuzlarınızda hissedebiliyor ve güruhun anlayışsızlığına karşı 'başınız dik' durabiliyorsunuz. Aktivizm bu psikolojiye uygun bir 'siyaset' yolu olarak ortaya çıkıyor. Karşınıza hegemon güçleri alıyor ve onlar ne kadar devasa ise siz de misyon olarak o denli 'büyüyorsunuz'. Oysa çoğu zaman bu tutum solu reel olarak küçültüyor ve anlamsızlaştırıyor.

Dolayısıyla eğer solun trajedisi gerçeklik karşısındaki yabancılaşmanın normatif/idealist söylemle ikame edilmesi ise, bu trajik durumun görünürlük kazandığı, gerçeklik sınavına girdiği nokta da, siyaset sanılan eylemlilik halinin aslında apolitik bir konuma tekabül ettiğinin idrak edilmesidir. Ne var ki cemaatçi yapılar ideolojiyi tehdit edebilecek idraklere açılmakta zorlanırlar. Bugün İslami kesim ideolojik bağlamda nasıl kendine bakmakta zorlanıyorsa, solun da çok benzer bir sorunu var. Çünkü özgürce yapılacak bu türden bir yüzleşmenin nerelere varabileceğini hissediyor ve korkuyorlar...

Böyle dönemler cemaatlerin kendi dışlarında büyük insani meseleler aramalarına yol açar, çünkü kendinize bakışı ertelemenin en iyi yollarından biri budur. İslamî kesimin Ortadoğu'ya insanlık taşıma yönündeki mücahitlik hevesinin böyle bir işlevi bulunuyor... Aynı şekilde solun da Kürt meselesinde kendisini bir taşıyıcı olarak algılamasının nedeni bu... Ancak maalesef bu fazlasıyla tek yanlı ve patetik bir yakıştırma. Üstelik bugün yüzleşme imkânının ıskalanmasının, muhtemelen uzunca bir gelecek dönemini trajik kılmaya devam edeceği de cabası...

ZAMAN

YAZIYA YORUM KAT