Solun ‘haklı şiddet’i reddedemeyişi
Kaybolduğum haftalar ’ın (19/5) ardından, “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” misali, Saraybosna Çellisti ’ni (21/5), Kenan ve Dragan ’ı (26/5), Arrow’un kararı ’nı (28/5) yazdım, içten içe hep Kürt sorununu ve önümüzdeki seçimleri düşünerek. Yetmedi herhalde. Milliyetçilik ve şiddet konularındaki hangi tavrım nedeniyle, seçimlerde “emek, demokrasi, özgürlük bloku”na, özellikle de içindeki BDP adaylarına oy veremeyeceğimi, sanırım biraz daha açıklamam lâzım.
Birincisi, bu ad, yani “emek, demokrasi, özgürlük bloku” sözleri biraz süs gibi. Daha yalın gerçek galiba şu : grup ve örgütler olarak baktığınızda, burada ciddî ve önemli bir güç olarak BDP var, bir de ona tutunmuş, yapışmış gibi duran, genellikle çok daha küçük sol gruplar. Adaylara da baktığınızda, çoğu BDP ve pek azı bu diğer kesimlerden. Ortada herhangi bir platform pazarlığı, bir ilkeler tartışması da gözükmüyor; son derece genel, köşesiz lâflar ardarda sıralanmış, ortaya bir “çağrı” çıkmış. Ve BDP ile ittifak yapmanın en kritik sorunu bu çağrıda hiç tartışılmıyor, sözü bile edilmiyor.
Hayır, bu sorun Kürtlerin (ve Türkiye’deki diğer etnikkültürel kimlik gruplarının) eşitlik ve özgürlük sorunu değil. O kadarını bugün hayli geniş kesimler kabul ediyor; dolayısıyla birlik noktası olarak öyle büyük bir sıçramayı, önemli bir zihinsel aşamayı temsil etmiyor. Bu sorun, savaş sorunu, silâhlı mücadele sorunu; bir başka deyişle şiddet sorunu, yani siyasette –muhalif siyasette, diyelim- şiddete yer olup olmadığı sorunu.
Aşikâr ki bu blokun kalbinde yer alan BDP, PKK’nın bir şekilde içinde barındığı, üzerinde çok etkili olduğu bir legal cephe örgütü. PKK ise bir şiddet örgütü olarak sahneye çıktı ve hâlâ da öyle. Silâhlı mücadele, PKK’nın ruhu ve programının temeli, hayır, bu bile değil, başlı başına temel programı oldu. Bugün de PKK silâhlı mücadeleyi bırakmış, reddetmiş değil. BDP içi ve çevresinde, bu fikre aşağıdan karşı çıkmak olanaksız. Olgular ortada; Öcalan “silâhlı mücadele miadını doldurdu” diyen Osman Baydemir’i azarlayıp susturuyor. DTK eşbaşkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk, PKK’ya eylemsizliğin sürmesi çağrısında bulunma “hakkı”nı kendilerinde görmediklerini açıkça söylüyor. BDP son konvoy saldırısı dahil hiçbir şiddet eylemini kına(ya)mıyor.
Özetle, PKK’nın bir eli daima silâhta. Her an şiddet kullanmasa bile, en azından şiddet kullanma tehdidini sürekli canlı tutuyor. “Her an savaşa, silâhlı mücadeleye dönebilirim” tavrını en önemli koz olarak kullanıyor. Bunun için kullandığı dilin kendisi bile şiddet dolu. Ortalığı ateşe vermek, cehenneme çevirmek, kana boğmak veya kanda boğulmak söylemi aldı yürüdü. Güya barış sürecindeyiz, ama normalleşen bir barış dili değil, bu şiddet dili. Hattâ bu dil PKK’lı olmayıp BDP’yle ittifaka giren diğer Kürt şahsiyetlerini de kucaklıyor, içine alıyor. Şerafettin Elçi örneği çok çarpıcı. BDP’den aday olunca, PKK’ya bir barış dili götürmüyor. Tersine, kendisi o savaş ve şiddet dilini konuşmaya başlıyor. (İlginçtir; son birkaç haftadır bu dil ve yönelime en mesafeli Öcalan duruyor.)
Peki, bu önemsiz bir ayrıntı mıdır sizce ? Mesele mücadelenin “özü” müdür; “biçim”i, yani silâhlı mı silâhsız mı yürütüldüğü, insan öldürmeyi içerip içermediği, o kadar da dert edilmemesi gereken, göz yumabileceğimiz bir teferrüattan ibaret midir ? Öyle ya; “emek, demokrasi, özgürlük bloku” çerçevesinde BDP adaylarının (da) desteklenmesi çağrısında bulunanlar, bu emek, demokrasi, özgürlük boyutlarının, özellikle de (işin biraz sosyalist salçası gibi duran emek sözcüğünü bir yana bırakırsak) demokrasi ve özgürlük taraflarının her şeye rağmen ağır bastığı –yani işin şiddet boyutunun aynı derecede önem taşımadığı- kanısında olmalılar ki, barışçılığı şart koşmaksızın, bir eli hep silâhta olan bir örgüt veya cephe ile ittifaka girmekte sorun görmeyebiliyorlar.
Kusura bakmayın ama ben hem çok farklı düşünüyorum, hem de çoğu solcunun şiddete ilişkin açıkörtük, bilinçli-bilinçsiz romantizm ve yanılsamalarının, bütün tarihî tecrübe ve güya çıkarılmış derslerden sonra dahi, bu ölçüde sürdüğünü görmek, beni iyice umutsuzluğa sevkediyor. Şahsen, (muhalif) siyasete şiddet sokulmasını bir biçim değil öz ve ilke sorunu olarak görüyor ve reddediyorum. Kimse bana “devlet de şiddet kullanıyor” demesin. Böyle bir simetri arayışı abes –ve çok ilkel. Devletin temsil ettiği konsantre şiddet dahil, her tür baskı ve tahakküme karşı daha demokratik bir dünya kurmaktan söz ediyoruz. Bu, şiddet ile mümkün mü ? İster “ezilen sınıf” ister “ezilen millet”lere dayandırılsın, Marx’tan Fanon’a “haklı şiddet” hayali ve hayranlığı, daha ne kadar sürecek ? Siyasette şiddetin bazen kaçınılmaz ve dolayısıyla arzu edilir olduğu fikrinden –ve bunu destekleyen teorik çatılar, alt-önermeler bütününden- sol gelenek ne zaman, nasıl vazgeçecek ?
Hele bugün, adalet, eşitlik ve özgürlük isteyenlerin, zaten fazlasıyla kaotikleşmiş bir dünyada, fazlasıyla kaotikleşmiş şiddet unsurlarını büsbütün arttırmaya hakları yok; aklen de yok, vicdanen de yok. Ayrışma, önce bu noktada şart. Esas olarak bu yüzden, BDP blokuna oy vermeyeceğim.
Gerillaya oy vermeyeceğim
Aşağıdaki yazıyı 21 mayısta yazmışım. 2 haziran perşembe günü “Okuma Notları”nda yayınlamayı düşünmüşüm. Hemen yollamayıp arşivime yerleştirmişim.
24 mayısta Gürbüz Özaltınlı’nın “Berktay’ın metaforu” notu çıktı. Özaltınlı benim PKK’yı evlenmek istemeyen gelin veya damat adayına benzetmeme karşı çıkmış. PKK’nın iç farklılaşmalarını ve Öcalan’ın “net açıklamalar”ını görmediğimi, “iki PKK gerçeği”ni atladığımı söylemiş. Devamla, “Berktay neden bunu yapıyor anlamadım” demiş. Bir ihtimal olarak barıştan umudumu kesmiş olmamı; bir ihtimal olarak da barış için daha güçlü bir AKP’ye daha dazla şans tanıyor olabileceğimi kaydetmiş.
25 mayısta Taraf, Leyla Zana’nın Hazro İlçesi köylerindeki konuşmalarında “Oylarınızı Kürdistan’a, barışa, kardeşliğe ve gerillaya verin” dediğini üst manşetine taşıdı.
“İki PKK” bu mu acaba : Bir yanda Kürdistan ve gerilla; diğer yanda barış ve kardeşlik ? Bunların bağdaşabilirliği var mı ? Kaldı mı ? Hangisi, hangisinin süsü, salçası, ambalajı niteliğinde ? Hangi barış ve kardeşlik –10-15 yıl sonrasının iki ayrı devletinin “barış ve kardeşliği” mi ?
Gürbüz Özaltınlı, “Kürt milliyetçiliği ve otoriter, baskıcı, tehditçi PKK politikalarına yönelik eleştiri yazıları”mı “çok güçlü” bulduğunu da ifade etmiş. Ben o yazılarda ve tekrar, daha yakın zamanda, (a) PKK’nın “haklar mücadelesi” platformuna kayması ile silâhlı mücadeleyi bırakmaması arasında ciddî bir çelişki olduğunu; (b) dolayısıyla PKK’nın, savaştan değil “haklar mücadelesi”nden vazgeçebileceğini; (c) esasen DTK’nın formüle ettiği şekliyle (bayraklı, öz savunmalı) özerkliğin, adı konmayan bir ayrılma anlamına geldiğini; (d) şimdi PKK’nın –ve seçim söylemlerinin ezici ağırlığı itibariyle BDP’nin- giderek bu platforma kaymakta olduğunu da belirtmiş; bütün bunlardan sonradır ki (e) Demiray Oral’ın beğendiği, Gürbüz Altınlı’nın beğenmediği o barıştan/evlilikten kaçmaya çalışma metaforunu ileri sürmüştüm.
Şimdi Leyla Zana duruma biraz daha açıklık getirmiş olmadı mı dersiniz ? Ahmet Altan da 25 mart başyazısında bunu, Cihan Tuğal’ın Kürtlerin “hedef”inde değilse bile “ufkunda” bağımsızlığın yattığı saptamasıyla çok iyi bir şekilde birleştirmedi mi ?
İster PKK deyin, ister “bir PKK” veya “iki PKK’dan biri”. Çok mu farkedecek ? Şu da sorulabilir tabii : Hangisi daha iyi siyaset –bak işte, iki PKK var diye kendi kendimizi avutmak ve iyimser tutmaya çalışmak mı ? Yoksa, benim asıl PKK diye gördüğüm o savaşçı PKK’nın ne yapmakta olduğu konusunda çok net konuşmak, aramıza kesin bir çizgi çizmek ve (eğer varsa) o diğer, barışçı PKK’yı, kendini savaşçı PKK’dan ayırma sorumluluğuyla yüz yüze getirmek mi ?
Daha ne kaldı, neyi neden yaptığımda anlaşılmayacak ? Evet, bir mucize olmazsa barıştan umudumu kesmiş gibiyim. Evet, maalesef bu mucize, cılız bir ihtimal de olsa, ancak kendine güveni yüksek bir AKP’nin, seçimden sonra PKK’ya reddedemeyeceği derecede ileri bir teklif yapması olabilir. Hayır, “güçlü BDP + zayıf AKP” aynı sonucu vermez. Hayır, gerillaya oy vermeyeceğim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT