"Solun bir kısmı mezhepçilikten bir kısmı da İslam düşmanlığından Esed'i destekliyor"
Perspektif'ten Naman Bakaç, Zahide Tuba Kor ile Suriye'de yaşanan son gelişmeleri ve Türkiye'de Esed sempatizanlığı yapan kesimlerin düşünme biçimini konuştu.
Naman Bakaç & Zahide Tuba Kor / Perspektif
Suriye’nin önündeki tehlike: Milis siyaseti
61 yıllık Baas diktası, Suriye halkı ve muhalefetinin 13 yıllık ağır bir bedel ödemesiyle nihayetinde 8 Aralık 2024’te çöktü. Bu çöküş; Suriye halkında umut, istikrar ve özgürlük duygusunu yeşertirken, bölgesel ve küresel çapta da jeopolitik kırılmalara yol açması muhtemel bir gelişme olarak tarihsel bir momenti göstermekte. Rusya ve İran’ın Esad rejimine ister mecburen ister anlaşmalı olsun, desteklerini çekmesiyle çöken rejimden sonra, nasıl ve hangi ilkeler üzerine bir yönetim inşa edecekleri, halkın ekmek, güvenlik, huzur ve istikrar talebini nasıl karşılayacakları, Suriyelilerin önündeki başlıca sorular. Bu iç sorunların yanı sıra komşu ülkeler ve küresel aktörlerle nasıl bir dış politika ve kamu diplomasisi izleyecekleri de merakla bekleniyor.
Tüm bu beklentiler ve sorunları; Suriye, Lübnan ve Filistin üzerine yıllarca hem sahada hem de masada çalışmış, bu üç ülke üzerine kitaplar neşretmiş araştırmacı-yazar ve Ortadoğu uzmanı Zahide Tuba Kor ile konuştuk.
Lübnan ve Suriye’yi sahada ve masada çok yakından takip eden bir araştırmacı olarak, Suriye’nin hem idari ve siyasi hem imar ve kalkınma hem de Batı’yla ve komşu ülkeleriyle diplomatik ilişkilerinde nasıl bir yol izlemesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Suriye hangi ilkeler ve nasıl bir yöntem ile adil, istikrarlı, huzurlu ve katılımcı bir düzene kavuşabilir? Bildiğiniz gibi çok dinli, mezhepli ve etno-kültürel bir yapıya sahip olduğu için nasıl bir modelle geleceğini inşa etmelidir Suriyeliler?
Öncelikle şunu bilmek gerekiyor: Suriye 10 küsur yıllık savaşta öyle büyük bir yıkım aldı ki yeniden inşa süreci on yıllar alacaktır. Devletler savaşları finanse etmekte isteklidir ama barışı ve yeniden inşayı finansmanda değil. Yıkmak kolaydır, kurmak ise çok daha fazla emek, para, malzeme ve zaman gerektirir.
Yıkılan sadece şehirler ve devlet değildi, Suriyelilerin her biri de psikolojik olarak yıkıldı. Rejimin 12 günde devrilmesi Suriye halkı için adeta bir şok terapi oldu, tükenen ümitler yeniden canlandı. Devleti yeniden inşa kadar bireyleri yeniden inşa da unutulmamalı.
En acil görev, yeni yönetimin uluslararası alanda tanınmasını sağlamak ve Batı’nın koyduğu yaptırımları, özellikle ABD’nin Sezar Yasası’nı yürürlükten kaldırtmak olmalı ki yıkık haldeki iflas etmiş ülkeye dış yardım gelebilsin.
Diğer bir acil görev, halkın hayat şartlarını iyileştirecek şekilde ekmek, elektrik, su, gaz, internet, ilaç başta olmak üzere temel ihtiyaçlarını temin edebilmeli ki kalıcı bir güven bağı kurabilsin ve önümüzdeki süreçte dış güçlerin komplolarını püskürtebilsin. Bu konunun farkında oldukları Halep’e girdikleri ilk günden beri belli.
ESKİ REJİMİN ADAMLARI, ÖZELLİKLE ŞEBBİHALAR ORTADAN KAYBOLSA DA YOK OLMADILAR VE PROVOKASYONA GİRİŞEBİLİRLER
Emniyeti sağlamak da çok kritik bir konu. Çünkü eski rejimin adamları, özellikle suçu bir hayat tarzına dönüştüren şebbihalar ortadan kaybolsa da yok olmadılar. Hatta şu an bir kısmı devrimci kılığına büründü diyorlar. Şoku atlattıktan sonra provokasyona girişebilirler.
İnsanların biraz nefes alabilmesi için rejim bölgesinde 20 dolar olan memur maaşlarını en az 100 dolara çıkarabilmesi lazım ki bu bile mevcut hayat pahalılığı karşısında oldukça yetersiz. Bunlar ilk aşamada yapılması gereken şeyler.
İkinci aşamada Baas kadrolarından kimlerin suç işleyip işlemediğini tespit edip suç işleyenleri görevden alması ve gerekiyorsa yargılaması, suç işlemeyenleri görevlerinde tutması lazım. Devlet kurumlarını yeniden yapılandırması ve özellikle emniyet birimlerinin ve istihbaratın bir kısmını tamamen lağvetmesi, bir kısmını yeniden kurması lazım ki bu hiç kolay bir görev değil. Bütün silahlı örgütlerin bir an evvel lağvedilmesi ve orduya eklemlenmesi ve halkın elindeki silahların toplanması çok önemli. Yine geçiş sürecinde işi bilenlerden oluşan teknokrat hükümeti kurulması gerekiyor. Yeni devletin ne üzerine inşa edileceğini belirleyecek yeni anayasanın yazım süreci kritik olacak.
Çoğulcu ve kapsayıcı bir yönetim kurmalılar ve asla kimlik (etnisite, din ve mezhep) temelli bir güç paylaşımı modelini benimsememeliler. Gerek 20’nci yüzyılda kurulan ama kökü 1860’lara uzanan Lübnan gerekse 21’inci yüzyılda ABD eliyle yeniden tesis edilen Irak ve Afganistan örneği, etnik ve/ya mezhep kotalarına dayalı yönetimlerin başarı şansı olmadığını, sürekli istikrarsızlıklar ürettiğini ortaya koyuyor.
ASKERİ GRUPLAR “ZAFER SAYEMİZDE OLDU” DEYİP SİYASETTE BAŞ KOLTUKLARA OTURURLARSA, ÜLKEYE YAZIK OLUR
Yine savaş yaşamış ülkelerde yeniden inşa sürecinde gördüğüm en büyük tehlike, milis liderlerinin siyasetçilere dönüşmesi, bunun da milis siyasetini doğurması ve yolsuzlukları ülkenin belini çökertecek hale getirmesi. Askerî mantık ile siyasi mantık, milis mantığı ile devlet mantığı birbirinden farklıdır. Sahadaki askerî gruplar “Zafer bizim sayemizde geldi” deyip siyasette baş koltuklara oturmaya kalkışırlarsa ülkeye yazık olur. Tıpkı 1949’dan itibaren Suriye’de başlayan askerî darbelerle, ordunun siyasette etkinliğinin sürekli istikrarsızlıklara yol açması gibi.
Eski rejimin adamlarının adil bir şekilde yargılanması ve cezalandırılması önemli. İyi bir hukukçu ekibi bu iş için seferber edilmeli ve özel mahkemeler kurulmalı. Savaş sonrası toplumun yaralarını sarabilmek için adaletin tesis edilmesi gerekiyor. Yine insanlar göç etmek zorunda kaldığında evlerine/mülklerine yerleşenler oldu. Geri döndüklerinde kavgalar ve çatışmalar kaçınılmaz. Bu noktada mağduriyetleri giderici hukuki düzenlemeler şart. Suriyelilerin aldığı en büyük darbelerden biri, savaş ve göç yüzünden çocukların ve gençlerin eğitimsiz kalması, kayıp bir neslin oluşması. En önemli seferberliklerden biri eğitim seferberliği olmalı.
Dış güçler kısa süre sonra karşı-devrim için harekete geçebilirler. Suriye halkının rejimin doğası gereği siyasi bilinci düşük sayılır. 2011’den sonra Arap ülkelerinde neler yaşandığını, karşı-devrimcilerin ne gibi oyunlar tezgâhladıkları, sonunda halkı nasıl perişan ettiklerini anlatan belgeseller çekilmeli ki aynı tuzaklara düşülmesin, insanlar uyanık olsun.
Savaşta yıkılan yerleşimlerin yeniden inşası için harekete geçilecektir. Ancak özellikle Halep, Şam, Hama ve Humus şehirlerini yeniden inşa etmeye niyetlenen yabancı (ve tabii ki Türk) müteahhitlere ve mimarlara Suriye’nin geleneksel mimarisi ve kültürü öğretilmeli ki o güzelim mimari dokuyu bozmasınlar. Şehirler kimliksizleşip kültürel katliama uğramasın. Hatta geçici hükümet yeniden inşanın nasıl olması gerektiğine dair karar çıkartmalı.
60 yıllık Baas rejimi siyasi kültürü olumsuz etkiledi. Suriye dışına çıkmamış bireyler Baas dışında bir deneyim görmediler. Bu yüzden yeni yönetimin kadrolarında eski rejimin davranış kalıplarının sürme tehlikesi var. Kanaatimce Suriye devletinin ve siyasetinin yeniden inşasında yepyeni deneyimler kazanan, dünyanın farklı örneklerini görmüş mültecilere kulak verilmeli.
TÜRKİYE ARTIK SURİYE SAHASININ EN ETKİLİ AKTÖRÜ
Türkiye’nin Baas rejiminin çökmesiyle birlikte yeni Suriye yönetimi ile nasıl bir ilişki kuracağını öngörüyorsunuz? Batı medyasının, Erdoğan’ın kazandığına ve Baas diktasının çöküşünde önemli bir bölgesel aktör olduğuna dair bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batı medyasındaki yorumlar doğru. Türkiye artık Suriye sahasının en etkili aktörü. 60 yıllık rejimle birlikte devlet de önemli ölçüde çöktü. Bu arada devlet aygıtı geçtiğimiz yıllarda zaten çökmüştü; Suriyeliler -kendi deyimleriyle- bir suç çetesi tarafından yönetiliyorlardı. Dolayısıyla hem her alanda danışmanlık hem hami hem aktörler arasında arabulucu hem de yeniden inşa eden rolünü oynayacağız. Eğer ki başarıya ulaşırsak -ki Suriye’nin acılarını dindirebilmek için başarmak zorundayız- bu, Türkiye’nin bölgede alanını açacaktır.
Fetih kolaydır ama devlet inşası zordur (Kolay dediğim işin 13 yıl sürdüğünü de hatırlatayım!); hele de birbirinden farklı beklentileri, hayalleri, çıkarları, korkuları, savaş yıllarında dış hamileri olan etnik-dinî-mezhebî bakımdan parçalı bir ülkede… Şansımız şu: Suriye halkı hakikaten çok yoruldu, hatta takati kalmadı, yeni bir istikrarsızlığı ve çatışmayı kaldırabilir durumda değil.
Yıkılmış 2 milyon evi, harap haldeki altyapıyı, eğitim ve sağlık sistemini inşa etmek gerek. Ekonominin iflas ettiği bir ortamda her şey dış desteğe bağlı. Para ne ölçüde gelecek? Hele de Gazze’nin, Lübnan’ın, Ukrayna’nın, bizim deprem bölgesinin vd. yeniden inşa edilmesi gerekirken… En önemlisi, bütün silahlı grupların silahsızlandırılması, ordunun ve güvenlik birimlerinin yeniden inşası meselesi çok netameli ve kritik. Kısaca zor bir görevimiz var.
İRAN VE RUSYA POZİSYONLARINI DEĞİŞTİRMEK ZORUNDA, ÇÜNKÜ POLİTİKALARININ DAYANDIĞI ESED HANEDANI ÇÖKTÜ
Esad rejiminin iki büyük destekçisi olan Rusya ve İran’ın Suriye’nin yeni yönetimi ile ilişkilerinin nasıl şekilleneceğini düşünüyorsunuz? 27 Kasım 2024 öncesi pozisyonlarında bir değişim söz konusu. Rusya’nın Suriye’de İsrail’in önünü açacağına dair bir takım argümanlar söz konusu. Tartus ve Lazkiye’deki askerî mühimmatlarını Suriye’den çekeceğine dair işaretlerden yola çıkarak Rusya, sıcak denizlere inmişti, şimdi sıcak denizlerden soğuk denizlere (Ukrayna bölgesine) mi çekiliyor?
Her ikisi de pozisyonlarını değiştirmek zorunda; çünkü politikalarını dayandırdıkları Esed hanedanı çöktü artık. İleride hanedandan birini veya hatta Lazkiyeli birini ülkenin başına geçiremezler, bu devir kapandı. Yeni yönetimle iş tutup süreci en az zararla atlatmaya çalışacaklardır. Ama Suriye’ye yaptıkları yatırım, döktükleri paranın haddi hesabı yok. Bunları gözden çıkaramazlar. Bir müddet sonra ülke içindeki nüfuz ajanlarını ve sempatizanlarını harekete geçirip istikrarsızlık çıkarmaya kalkışacaklardır. Rusya, İsrail’in önünü açar mı emin değilim, çünkü araları pek de iyi sayılmaz. Ama Ortadoğu coğrafyasındaki jeopolitik mücadelede her şey mümkündür. Düşman(lar)ın ortaklığı bağlamında ilginç ortaklıklar veya ön açmalar gerçekleşebilir. Rusya askerî üslerine geri dönmeye çalışacaktır. Bu arada Fırat’ın batısındaki Suriye’nin petrol, doğalgaz ve fosfat kaynakları Rusya’ya veya İran’a verilmişti, doğusundaki kaynakların ABD’nin kontrolünde olması gibi. Muhtemelen bu kaynaklar artık Suriye’ye geçecektir. Bu arada geçmişte Suriye’nin petrol kaynakları halka değil, Esed ailesine aitti. Umut ederim ki yeraltı kaynaklarının halka dönüşünü görebiliriz.
SURİYE’NİN CADDELERİNDE İNSANLAR DOLAŞIRKEN, CADDELERİN ALTI İŞKENCE MERKEZLERİYLE DOLUDUR, BAZILARININ YERİNİ KİMSE BİLMEZ
Günlerdir Sednaya hapishanesi konuşuluyor malumunuz. Baas diktasının başta Sednaya hapishanesi olmak üzere Suriye’deki zindanların profilini, muhaliflere ve halka yaptıkları zulmü ve işkence türlerini bize anlatır mısınız? Çünkü siz bu zindanlarda kalmış birçok Kürt, Türkmen, Alevi, Komünist, İslamcı ve sıradan Suriyeliler ile görüşmeler yaptınız. 61 yıllık Baas diktasının oluşturduğu korku imparatorluğunda zindanların ve işkencehanelerin nasıl bir işlevi olmuş?
Öncelikle şunu belirteyim, görüştüklerim “Suriye hapishanelerindeki işkenceleri, iğrençlikleri anlatmaya kelimeler kifayet etmez” dediler. Eski komünistler yaşadıklarını, şahit olduklarını, üzerinden yıllar geçtiği için anlatabildi. Ama 2011’den sonra hapse girenler anlatmakta çok zorlandılar, özet geçtiler ve hatta bir hanım fenalaşıp röportajı yarıda kesti.
Keşke sadece Sednaya olsa. “İnsan mezbahası” olarak anılan Sednaya ve Tedmür en meşhurları; hatta geçmişte çöl hapishanesi Tedmür’den Sednaya’ya nakledilen mahkûmlar, buraya “yedi yıldızlı otel” demişler. Düşünün Tedmür’ün vahametini. Ama 2011’den sonra bütün hapishaneler korkunç bir hale geldi.
Hapishaneler dışında Suriye’de bir yığın istihbarat teşkilatı olup her birinin gözaltı merkezleri vardır. Gözaltına alınan her kişi önce türlü türlü gözaltı merkezlerinin yeraltı hücrelerinde, hiç güneş görmeden aylarca, hatta bazen yıllarca tutulur. Aileleri, üst düzey bir tanıdıkları veya rüşvet için bol paraları yoksa nerede olduğunu bulamaz. İşkenceler daha gözaltına alınırken istihbarat birimlerinde başlar. Suriye’nin caddelerinde insanlar keyifle dolaşırken caddelerin altı türlü türlü işkence merkezleriyle doludur, bazılarının yerini kimse bilmez.
Sistematik işkence, taciz ve tecavüz (sadece kadın değil, erkek mahkûmlara da yapılır), aç bırakma (mesela günde tek parça ekmek veya dört kişiye bir yumurta veyahut altı kişiye bir patates vs. verme), hasta edip/sakat bırakıp ölüme terk etme, yargısız infaz ve gelişigüzel idamlar hapishanelerde çok yaygındır. Gardiyanlar mahkûmlara istedikleri her şeyi yapabilirler, öldürebilirler de. İşkenceyle, açlıktan, hastalıktan hayatını kaybeden on binlerce Suriyeli mahkûm var ve toplu mezarlara gömüldüler. Suriye’de bugün birkaç yüz bin kayıp var; neredeler, öldüler mi diriler mi belli değil.
MAHKÛMLARIN CESETLERİYLE GÜNLERCE AYNI KOĞUŞTA KALANLAR, SU VERİLMEDİĞİNDEN ÖLMEMEK İÇİN İDRARINI İÇENLER VE DELİRENLER OLDU
2011’den sonra o kadar çok insanı tutukladılar ki hapishanelerde yer kalmadı. 25 m2’lik koğuşta tam 69 kişi kaldıklarını, bırakın yatmayı oturacak kadar bile yer olmadığını, kalabalıktan nefes alamadıklarını ve hücrede tek bir tuvalet bulunduğunu anlatmıştı bir tutuklu. Ölen mahkûmların cesetleriyle günlerce aynı koğuşta kalanlar, su verilmediğinden ölmemek için idrarını içenler, temizlik malzemesi olmadığından türlü türlü hastalıklara yakalananlar, salgın hastalıklar yüzünden bütün koğuş ölüp gidenler, delirenler, hapishaneye 100 kilo girip 30 kilo çıkanlar, başka mahkûmların bodrum katlardan yükselen çığlık ve inlemelerini duyarken onların işkencelerini kendi bedenlerinde ve ruhlarında hissedenler…
Siyasi mahkûmların azabı hapisten çıkmakla bitmez. Niceleri için hapiste ölüm daha büyük nimettir. Çünkü serbest kalanların bir kısmı ömür boyu psikolojik ve bedensel rahatsızlıklardan kurtulamaz. İlmi ve mesleki gerileme hepsinin ortak kaderidir. Ayrıca her türlü sivil hakları ellerinden alınır, öyle ki iş verilmez, mülk sahibi olamaz, bekârsa evlenecek birini bulmakta çok zorlanır, evliyse eşleri terk edebilir. Özellikle kadınların bazıları serbest kaldığında tecavüze uğramıştır düşüncesiyle aileleri kabul etmez, ortada kalırlar. Hapisten çıkanlar, yeniden gözaltına alınma korkusuyla ülkeyi terk etmeye çalışır. Onların geride kalan ailelerine rejim çok büyük sıkıntılar yaşatır. Mesela İstanbul’daki bir eski mahkûm hanım, serbest kaldıktan iki ay sonra Türkiye’ye kaçtığını, bunu anlayan istihbaratın yaşlı ebeveynini zorla araca bindirip Lübnan sınırına attığını anlatmıştı; annesi kahırdan Lübnan’da ölmüş, babası hastaydı…
Biliyor musunuz rejimin işkencelerini ve tecavüzlerini yaşayan nice kadın ve genç mahkûm Allah’a olan inancını yitirdi. Allah adilse nerede, biz suçsuz olduğumuz halde neden bu dehşetleri yaşıyoruz sorusuna cevap bulamadılar. O yüzden bir İslami örgüt olan HTŞ’nin şehirleri rejim çetelerinden kurtarıp hapishanelerin kapısını açmasının sembolik anlamı çok büyük.
“SURİYE’DE HAPİSHANELER TAM BİR CEHENNEM, GÖRDÜKLERİMİ AHİRETTEKİ CEHENNEMDE BİLE GÖRECEĞİMİ HİÇ ZANNETMİYORUM” DİYENLER OLDU
Sednaya hapishanesini sormuştunuz; üç kattan oluştuğunu, getirilen her mahkûmun önce en alt kattaki karanlık hücrelere atıldığını, eğer üst katlara doğru çıkarılıyorsa bunun onun tamamen pes ettiği ve içten çökertildiği anlamına geldiğini anlatmışlardı. Akıl almaz işkenceleri -geçmişte- tam anlamıyla boyun eğdirmek, bir daha asla rejime muhalefeti aklından geçirmemesini sağlamak ve hapisten salındıktan sonra çevresine de anlatmasıyla bütün toplumu sindirtmek için yaparlardı. Ama 2011’den sonra insanları, daha ziyade mezhepsel kin ve nefretle gözaltına aldıklarını anlattılar. Tam da bu yüzden tutukluların birçoğu rejime muhalefet etmiş veya siyasi bilinç sahibi insanlar da değil. Kontrol noktalarında sadece kimliklerindeki memleket hanesine bakılarak tutuklananlar var; yurt dışına kaçanların veya askerden firar edenlerin aile bireylerini tutukluyorlar ki teslim olsunlar. İntikam amacıyla tutuklananlar çok. “Devrim ve siyaset nedir tek kelime bilmeyen, rejimle hiçbir alıp veremediği olmamış, sadece ekmeğinin peşinde koşmuş sıradan insanları bile tutukladılar” diye anlattılar.
Bir insan diğer insana bunları nasıl yapabilir diye düşünebilirsiniz. Rejimin nazarında halk, kendisine boyun eğmesi gerekendir. Suriyeliler bana, biz Türkiye/Avrupa’ya gidince geçmişte ülkemizde bir köle gibi yaşatıldığımızı fark ettik dediler. Hatırlarsınız, İsrail Savunma Bakanı Filistinlilere hayvansılar/yarı-hayvanlar dedi; rejimin adamları ve gardiyanları nezdinde de boyun eğmemiş her Suriyeli böcek gibi ezilmeyi hak eder. Sadece Suriyelilere değil, Filistinlilere ve Lübnanlılara da aynısını yaşattılar.
1980’ler ve 1990’larda hapis yatmış eski komünistlerle (Filistinli ve Suriyeli, Alevi-Dürzi-Sünni) yaptığım röportajlarda korkunç işkencelere maruz kalsalar da İslamcılar gibi hapishanelerde öldürülmediklerini anlattılar. Yine Lazkiyeli Alevi siyasetçi Bessâm Yûsuf şunu söyledi: “1980’ler ve 1990’larda ne kadar büyük zulümler yaşamış olursak olalım, 2011 Suriye Devrimi sonrası hapse girenlerin yaşadığı korkunç şeyler yanında bizimki artık anlatılmaya bile değmez. (…) Çektiklerimizi anlatmaya artık utanıyoruz.”
Hem savaştan evvel hem de sonra hapiste yatmış bir insan hakları aktivisti avukat da dedi ki “Suriye’de hapishaneler tam bir cehennemdir. Gördüklerimi ahiretteki cehennemde bile göreceğimi hiç zannetmiyorum. Öyle korkunç yerlerdi.”
Tam da bu hapishanelere ve mezhepçi kinle dolu gardiyanların eline düşmemek için nice Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Ve yine nice Suriyeli hapisten salınır salınmaz Türkiye’ye sığındı. Biz o insanlara “Niye geldin?”, “Vatanını terk eden hain” vs. dedik, travmalarını derinleştirdik. Kimisi korkudan kaldığı evden dışarı çıkamıyor, biliyor musunuz?
SİYASİ YELPAZEDE “KÜÇÜK ESEDCİK”LERİN ORTAK YÖNÜ TAASSUP; SOLUN BİR KISMI MEZHEP ASABİYESİNDEN, BİR KISMI DA İSLAM ALERJİSİNDEN ESED’İ DESTEKLİYOR
Suriyeli mültecilere yönelik neredeyse dünyadaki en büyük düşmanlığı ve nefreti gerçekleştiren Türkiye’deki Esad destekçilerine yönelik bir tweet’inizde geçen ifadeyle “küçük Esedcikler” ya da “içimizdeki Esedciler”in durumu ne olacak? Tutumlarını değiştirecekler mi yoksa fabrika ayarlarıyla hayatlarına devam mı edecekler? Başta Altındağ ve Kayseri’de yapılan pogromlar var bildiğiniz gibi. Medyada yer alan “küçük Esedcikler” ne olacak? En sosyalistinden Millî Görüş çizgisindeki aktörlere değin bu eksende yer alan “küçük Esedcikler”in zihin ve ruh dünyalarında hangi parametreler onları “küçük Esedcik” kılmış görebildiğiniz kadarıyla?
Mültecilere yönelik dünyanın her yerinde düşmanlık var, bizdeki en büyük değil. Mesela Lübnan’da Suriyeli mültecilere yönelik düşmanlık bizdekinin kat kat fazlası ve 29 yıl Suriye ordusu ve istihbaratının Lübnan’ı kontrolünde tutup halkı bezdirmesi ve sindirmesi bunda oldukça etkili. İlk önce Lübnan’a sığınan, daha sonra dayanamayıp Türkiye’ye gelen Şamlı bir hanım, 2019’da görüştüğümüzde “Lübnan’dan Türkiye’ye gelişimiz bizim için cehennemden çıkıp cennete girmek gibiydi” demişti.
İçimizdeki mülteci düşmanlarının bir kısmı, zannedersem Sednaya hapishanesini ve rejimin vahşetini öğrendikten sonra kendini sorgulamış, yumuşamaya başlamıştır. Bu arada halkımızın önemli bir kısmı, Suriye’ye ve Suriyelilere dair bilgilerinin tamamına yakını yanlış olduğu için mültecilere düşmandı. Yazdıklarımı okuduktan veya konuşmalarımı dinledikten sonra “Ben hiçbir şey bilmiyormuşum, yanılmışım, çok hakka girmişim” diye geri dönüşler çok aldım. Ülkemizde gerçekleri bilenler, maalesef yalancılar ve manipülatörler kadar cesur değiller. Ama ideolojik körler asla iflah olmazlar, onların tedavisi yoktur. Gözünün önünde görse de, kulağıyla duysa da inkâr ederler. Bir de koskoca adamların biz yanılmışız demelerini beklememek gerek; hele de ülkemde hatadan dönmek, özür dilemek, bilmediği konuda konuşmamak gibi meziyet sahipleri çok azken. Yine siyasetçilerin yıllardır ucuz oy kazanma yöntemi mülteci karşıtlığıyken.
Bahsettiğiniz siyasi yelpazede “küçük Esedcik”lerin hepsinin ortak yönü taassup. Sol cenahtakilerin bir kısmının Esed’i savunmaları mezhep asabiyesinden. Ama bunu açıkça dile getiremeyeceklerinden desteklerini Esed ve ailesinin laik ve Batılı görüntüsüne bağlıyorlar. Tıpkı rejimin mezhepçiliğini laiklik örtüsü altında yıllarca gizlemesi gibi. Bir kısmı, -tıpkı Batı’daki İslamofobikler gibi- İslam alerjisinden Esed’i destekliyorlar; Suriye İslamcıların eline geçeceğine laik diktatörlük olarak kalsın daha iyi diyorlar. Zafer Partisi’nin ırkçı kitlesinin azımsanmayacak bir kısmı, sadece Suriyelilerden ve Araplardan değil, ülkemizin dindar insanlarından da nefret ediyor. Hatta onların Telegram hesaplarını yakından takip ve analiz eden bir Suriyeli, “Onlar sadece bizden değil sizden de nefret ediyor; biz önünde sonunda ülkenizden ayrılacağız ve o zaman göreceksiniz size saldırmaya başladıklarını” demişti.
ON YILLARCA ÜMMET ÜMMET DİYEN MİLLÎ GÖRÜŞÇÜLER, ÜMMET TÜRKİYE’YE GELDİĞİNDE SURİYELİLERİN BURADA NE İŞİ VAR DİYEBİLDİLER
Millî Görüşçülere gelince, içlerinden bir grup İran’a doğrudan biatlı, çoğu ise İran’a sadece sempatik ve Esed’e desteklerini İsrail’e karşı direniş ekseninin parçası olmasına dayandırıyorlar. Erbakan hocamız Suriye düşerse sıra Türkiye’ye gelir demişti söylemini kullanıyorlar. Tek takıntıları İsrail. Ama rejimin İsrail’le masa altındaki ilişkilerinin farkında değiller. Fazlaca saflar; İran’ın da, Suriye’nin de takiyye siyasetinin farkında değiller. Esed rejiminin yönetim tarzı, iş tutuş biçimi ve propaganda taktiklerinin İsrail’inkiyle şaşırtıcı benzerliğini bile bilmiyorlar.
Öğrencilerime hep şunu söylerim: Bir ideolojiye sempati duymanız normaldir; ama ideolojilere saplanmayın ki ideolojik körler olmayın.
Bütün bu siyasi ve ideolojik grupların ortak özelliği, Ortadoğu’yu da Suriye’yi de bilmemeleri. ABD, Rusya, İsrail, petrol-doğalgaz üzerinden inşa ettikleri söylemler sahanın gerçeklerinden kopuk. Bu arada Türkçüler Türk dünyasını, Batıcılar Batı’yı, İslamcılar İslam dünyasını bilmez; herkes bilmediği bir yerin âşığı veya düşmanıdır. Tam da bu yüzden on yıllarca ümmet ümmet diyen Millî Görüşçüler, ümmet Türkiye’ye geldiğinde bunların burada ne işi var, biz iktidar olursak hepsi ülkelerine postalayacağız diyebildiler.
ARAP REJİMLERİNİN KAYIPLARI, SURİYE’DEKİ ÇIKARLARINDAN ÇOK, SÜRECİN İÇ SİYASETLERİNE ETKİSİYLE ALAKALI
2011 yılından beri süren Suriye savaşında kazananlar ile kaybedenler kim oldu?
Yıllardır bana Suriye’de bu savaş nasıl biter diye sorduklarında değişim sürecindeki küresel ve bölgesel sistem netleşmeden bitmez diyorum. Dolayısıyla henüz mücadele bitmedi. Rejim düştü diye Suriye’de her şey yolunda gidecek değil. Önümüzdeki süreçte Suriye’de İslami iç aktörler ve Türkiye kazanmasın diye karşı-devrimciler bir araya gelip türlü komplolara girişebilirler, yeniden kaos ve çatışmaları tetikleyebilirler. Kim kiminle işbirliği içinde ne tür bir oyun oynayacak bilmiyoruz. Bu anın kazanan ve kaybedenleri ise şöyle:
Türkiye yüzde 100 kazanan, Katar da kazananlardan. Rusya ve İran, yüzde 100 kaybedenlerden; yıllardır akıttıkları bütün paralar ve verdikleri can kayıpları boşa gitti, hele de Tahran’ın on yıllardır ilmek ilmek ördüğü bölge politikası çöktü. Bu sürecin İran içinde huzursuzluğu artıracağı kesin. Arap rejimleri, hem seküler devrimci hem de İslamcı hareketler önünde en büyük engel olarak gördükleri Esed’in düşmesinin endişesi içindeler. Özellikle BAE, Arap ülkeleri içinde en büyük kaybeden. Ama Arapların kayıpları, Suriye üzerindeki çıkarlarını yitirmekten ziyade, bu sürecin kendi iç siyasetlerine müstakbel etkisiyle alakalı. ABD ve İsrail’in Kürt devleti projesinin gerçekleşme ihtimali kanaatimce artık epeyce azaldı, ABD çekilirse şaşırmam; ama İran ekseninin çökmesinden ve Suriye’nin silahlı gücünü saf dışı bırakmaktan memnunlar. Onların kaybı yüzde 50 diyebiliriz.
HABERE YORUM KAT