'Sokaklar poligona dönüştü'
İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen'in açıklamalarına (Taraf gazetesi, 3 Kasım, Neşe Düzel röportajı) geçmeden önce, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu üyesi 6 bakanın Başbakan'ın başkanlığında –bugün gerçekleşmesi beklenen- Eğirdir Dağ Komanda Okulu'nu ziyaretlerine ilişkin birkaç söz edelim. Genelkurmay Başkanı ve üst düzey komutanların da eşlik edeceği söylenen bu ziyaretin nedenini –anlayanlar mutlaka vardır ama- ben anlamadım doğrusu.
Bugünkü akşam haberlerinin ana temasını oluşturması kesin olan –kaçınılmaz!- bu ziyaretin söz konusu "Yüksek Kurul"un gündemini ne açıdan etkilemesi bekleniyor acaba? "Kurul"un bu okulun müfredatı hakkında bilgi edinmeleri için yerinde bir ziyaret mi gerekiyor? "Okul"un nasıl çalıştığını, "öğrenciler"in nasıl bir eğitim-öğretimden geçtiğini illâki yerinde görerek mi öğrenecekler?
"Ne sakıncası var?" diye soranlara cevabım şudur: Başbakan ve hükümet üyelerinin söz konusu "Okul" gibi kurumlara böyle medyayı haberdar ederek-aleni ziyaretleri "medeni ülkeler"de rastlanmayan bir durumdur. Üstelik ülkede tam da (Yavuz Önen'in de söylediği gibi) bir "savaş hali" yaşanırken.
"Türk medyası"nın bu işin tadını nasıl çıkaracağı akla gelmiyor mu? Ortaya çıkacak manzara kimseyi tedirgin etmiyor mu?
Gelelim Yavuz Önen'in açıklamalarına:
Önen'in 1989'dan beri başkanlığını yürüttüğü vakıf özel olarak "işkence mağdurlarının tedavisini sağlıyor ve işkencenin tespitini yapıyor." Önen, 1990'dan bugüne kadar 11 bini aşkın işkence mağduruna hizmet verdiklerini açıklıyor.
Ne dersiniz, bu kadar bilgi bile nasıl bir ülkede yaşadığımızı tasvire yetmez mi?
Ülke olarak bir vakfın var ve bu kurum sayıları binlerle ifade edilen işkence mağdurlarıyla ilgileniyor.
Bu vakfın benzerlerinin "medeni ülkeler"de de faaliyet gösterdiğini söyleyebilirsiniz. Ancak bu karşılaştırmayı yaparken mağdur sayısını göze almak şartıyla.
Yavuz Önen'in açıklamaları o kadar "ufuk açıcı" ki, bu röportajı okuyup bir yana koyduktan sonra bu ülkede "Hukuk Devletimiz başımızdan eksik olmasın" diyecek kaç babayiğit çıkar merak ediyorum doğrusu.
Röportajın hangi soru-cevabından başlasam bilmiyorum. AB'ye uyum için demokratik çabaların yoğunlaştığı 2002-2005 yıllarının Türkiye'si ile sonrasının rakamlarının karşılaştırılmasını mı aktarsam; yoksa işkencenin türlü çeşitinin bu ülkeye nasıl ithal edildiğini mi? Sokakların "poligona dönüşmesini" mi, ya da BM'nin İşkenceye Karşı Sözleşmesi'nin ek protokolünün Meclis'e –nedense- bir türlü getirilmemesini mi?
Şu karşılaştırmaya ne dersiniz mesela: "2007'de gözaltında ya da cezaevinde on kişi ölmüşken, sadece bu yılın ilk on ayında 31 kişi öldü. Geçen yıla kıyasla ölümler üç misli arttı."
"Nitekim", diyor Önen, "Türkiye son bir-iki yıldır 'asker ve polis devleti' görüntüsü veriyor. Yurttaşıyla barışık olmayan, onu her türlü şiddete müstahak sayan bir devlet anlayışı bizimkisi. Silaha ve şiddete dayalı üniformalı, pazubentli bir demokrasi bizimkisi."
Peki neler değişti de buraya varıldı?
Önen: "AB sürecindeki isteksizlik şiddeti artırdı tabii. (...) 2002-2005 yılları arasında AB'ye uyum için atılan demokratikleşme adımları 2005'ten itibaren geri alındı. (...) Gözaltı süresi uzatıldı. Polise duraksamadan ateş etme yetkisi verildi. Terörle Mücadele Yasası değiştirildi. Polisin yetkileri genişletildi...."
Önen'in Polis hakkında söylediklerine kayıtsız kalabilmek imkansız:
"(Polisler) devletin yüksek menfaatlerini sağlayan ve tehdit olarak algıladıklarına silah çeken bir organa dönüşüyor. Türkiye'de devlet otoritesi işte böyle kuruluyor. Polis, vatanı, devleti, milleti korumak gibi bir görev üstlenirse, polisi tutamazsınız. O polis sokakta adam da öldürür, gözaltında işkence de yapar."
Bu değerlendirmelere kayıtsız kalmayalım. Geçenlerde Viranşehir sokaklarında polisin "Vatan Sana Canım Feda" sloganı atarak yaptığı yürüyüş Önen'in anlatmaya çalıştığı dönüşümün işareti olarak değerlendirilmelidir. Polisin görevi ne zamandır "Vatanı korumak" oldu? Polisin asli görevi yasalar çerçevesinde toplumun güvenliğini korumak değil mi?
Önen'in "işkence" ile ilgili "Yargı"ya yönelttiği eleştiri de üzerinde –hem de çok- düşünülmesi gereken türden:
"Son derece umursamaz. Yargıçlar, mağdurların dile getirdikleri işkence şikayetlerini ciddiye almıyorlar, soruşturma konusu yapmıyorlar..."
Son olarak röportajda bahsi geçen son derece önemli bir hususun daha altını çizmek isterim:
12 Mart döneminde kendisine de işkence yapılan Önen, işkencenin sistemleştirilmesinin, Türk subaylarının 1950'den sonra Amerika'dan getirdiği kontgerilla yöntemleriyle gerçekleştirildiğini söylüyor. Bu gelişmeyi 12 Mart döneminde kendisine işkence yapan timin başındaki kişiyi hatırlatarak şöyle özetliyor: "Orada beş gün kaldım. Bana işkence yapan timin başında bir yüzbaşı vardı. Daha sonra bu kişi ünlü bir general, ünlü bir komutan oldu. NATO'da görev yaptı. Orduda çok önemli görevlere geldi..."
İnsan hakları konusunda Türkiye'de işimizin ne derece zor olduğunu görüyorsunuz değil mi?
Söyleyin, ruhumuzu nasıl temizleyeceğiz? Zorunlu ama ne kadar da zor bir iş bu...
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT