Siyonist işgal projesiyle nasıl baş edeceğimiz sorusuna verilecek tek cevap var...
Taha Kılınç, Müslümanların tarihi birikimlerinden yeteri kadar istifade etmedikleri için işgal rejimi ile mücadele konusunda sıkıntılı bir konuma sahip olduğunu ancak 7 Ekim ile bunun bir nebze aşıldığını ifade ediyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Tanıma, müzakere ve mücadele
İslâm’ın ilk yıllarında inen Kur’ân ayetlerinin, Mekke’deki bir avuç Müslümana sürekli olarak İsrailoğulları’nın tarihini anlatması câlib-i dikkattir. Müşriklerin işkenceleri ve tazyikleri altında var oluş mücadelesi veren Müslümanlara, niçin devamlı Yahudilerin tarihi, coğrafyadaki hareketleri, başlarına gelenler, çektikleri zulümler ve nihayet sonrasında yaşadıkları aktarıldı? Bunun birinci sebebi ilk Müslüman cemaate moral vermekti şüphesiz. Ama daha geniş bir çerçevede, Müslümanlar, Medine’de aynı şehri paylaşacakları ve birlikte yaşayacakları Yahudilerle alakalı bilgilendiriliyordu.
Vahyin sonuna kadar Yahudiler gündemden hiç düşmedi. Medine dönemine geçildiğinde, onların şahsiyet çizgilerine dair detaylar arttı, tasvirler son derece güncel hale geldi. Müslümanlar, Kur’ân’da anlatılan karakterlerle artık aynı şehirde beraber yaşıyordu.
Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde hemen her alanda Yahudilerin domine ettiği ve dengelerini belirlediği bir şehir buldu. Bu yüzden, ilk yaptığı şey, Medine’de yaşayan bütün unsurların -en başta Yahudiler- iştirak ettiği bir toplumsal sözleşme (“Medine Vesikası”) imzalamak oldu. Hz. Peygamber’in liderliğindeki yekpare Müslüman cemaat eliyle, Yahudiler zapturapt altına alınıp hareket sahaları daraltılırken, aynı şehirde yaşamanın getirdiği haklar ve sorumluluklar da titiz bir biçimde belirlendi. Böylece, kıyamete kadar gelecek Müslümanlara, Yahudilerle birlikte yaşam ve onlara muamele konusunda kapsamlı bir yol haritası sunulmuş oldu. Bu bağlamda, Mekke’deyken Tâif’e hicrete niyetlenen Hz. Peygamber’in sevk-i ilahî ile neden Medine’ye yönlendirildiği hususunda derin derin tefekkür etmek gerekir. İlahî senaryoda boşluklara ve tesadüflere yer yoktur.
Sonrasında, Yahudiler Müslümanlara gönüllü biçimde verdikleri ve altına imza da attıkları taahhütleri bozdular. Şehirde yaşayan Yahudi kabileleri Benû Kaynuka, Benû Nadîr ve Benû Kurazya, işledikleri suçlar sebebiyle teker teker sürgün edildi ve mensupları kendi şeriatlarının öngördüğü hükümler çerçevesinde cezalandırıldı. Yaptıklarını bildikleri için, seslerini de çıkaramadılar.
Tüm bu süreç dikkatle incelendiğinde, Müslüman bir toplumun, Yahudilerle münasebetlerde üç ana merhaleden geçtiği görülecektir: 1) Muhatapları her boyutuyla ve bütün detaylarıyla tanıma, 2) Birlikte yaşam denemesi ve evvela sulha dayalı karşılıklı münasebetler, 3) Nihayet Yahudilerin Müslümanlara karşı düşmanca tavırları sonucu çatışma, savaş ve sürgün.
Peki, İslâm coğrafyası ve özellikle de Ortadoğu’nun Müslüman halkları, İsrail’in kuruluşuyla neticelenen Siyonist işgal projesi gittikçe ağırlık kazanırken, muhataplarını yeterince tanıyor muydu? Yahudilerin, birlikte yaşam ve sulh yerine Müslümanları dışlama ve çatışmaya daha meyyal olduklarından haberdar mıydı? Barış denemelerinin her seferinde boşa çıkacağını, nihayetinde bozguncularla onların anladığı dilden konuşmak zorunda kalınacağını biliyor muydu?
Filistin mücadele tarihinin bir asra yaklaşan geçmişine baktığımızda, karşımıza acı bir hakikat çıkar: İslâm dünyası, Siyonist işgal projesiyle nasıl baş edeceği konusunda sürekli kafa karışıklıkları yaşamış, bunun sonucunda da ortaya birbiriyle çelişen ve çatışan onlarca girişim çıkmıştır. Hal böyle olunca, işgal gittikçe kökleşmiş ve derinleşmiş, eş zamanlı olarak Müslümanlar arasındaki çatışma ve görüş ayrılıkları çeşitlenerek, işgal yerine bu görüş ayrılıklarına odaklanan bir meşgale ve cedel zemini oluşmuştur. Yüz yıllık tarih, kaçırılmış nice fırsatlarla ve heba edilen imkânlarla doludur.
Ve İsrail’i bugün böylesine rahat ve pervasızca harekete sevk eden şey, Müslüman muhataplarının nereye kadar ilerleyebileceklerini ve ne yapabileceklerini bilmenin getirdiği özgüvendir. Müslüman başkentlerde atan nabızları çok yakından izliyor ve manzarayı görüyorlar.
Öte yandan, zaman geçtikçe İsrail de yıpranıyor, kendi içindeki kaos ve bunalımlar derinleşiyor. Müslüman dünya on yıllarını kaybederken, kaderin cilvesiyle, İsrail’in gerileme ve çatırdama süreci başladı. Geçen yazımda ifade ettiğim gibi, ilahî taksimatta zalime tanınan mühletin artık daralmaya başladığını gözlemliyoruz. Kum saati tersine çevrildi. Keşke, zalimin mühletini Müslümanların organize gayreti, çabası ve mücadelesi azaltmış olabilseydi…
HABERE YORUM KAT