Siyasi ahlak
Siyaseti kısaca devleti yönetmek, siyasetçiyi de bu yönetimi üstlenen yönetici diye tarif edersek siyasi ahlakı, siyaset adamlarının ahlaki değerlere sahip olmaları ve yönetimi hukuk ve ahlak kurallarına uyarak icra etmeleri şeklinde anlamamız hatalı olmaz.
Hikmet onu gerektirir ki, bir ülkenin yöneticileri ve yönetme talebinde bulunanları (iktidar ve muhalefet adamları) bu büyük ve ağır emaneti taşıyacak ehliyete sahip olmalıdırlar. Mevzuata bakıldığında seçmek, seçilmek, belli makamlara atanabilmek için belli niteliklerden söz edilir; ama bunların içinde “liyakat şartı olarak güzel ahlak ve sahasında en iyi olmak” yoktur.
İslam siyaset teorisinde hem cemaat imamlığı hem de devlet başkanlığı için liyakat şartları arasında “bilgi, ahlak ve yeterlik bakımında mevcutların en iyisi” olma şartı vardır. En iyisi var iken az iyisinin veya ehliyetsiz olanın vazife istemesi de, vazifeye tayini de caiz değildir, emanete hiyanettir ve kul hakkına tecavüzdür.
Yakınlarda seçimler olacak, her seçim merkezinde yüzlerce kişi milletvekili olmak için başvuruyor; bununla yetinmiyor araya aracılar koyuyorlar, bunu da yeterli görmüyorlar rakipleri hakkında yalan haberler yayıyor, iftiralar ediyor, kumpaslar kuruyor, onların tepelerine basarak öne geçmek için her vasıtayı mübah sayıyorlar. Aynanın karşısına geçip kendini adilane değerlendirenlerin, “ben bu işe ehil miyim, daha ehil olanı var mı, var iken ben talip olursam bunun vebali yok mudur…” diyenlerin devede kulak olduğu anlaşılıyor.
Konumuz siyasi ahlak ise mesela adaylık ve seçim yoluyla atanmanın sözkonusu olduğu durumlarda –mesela rektör, dekan, dernek başkanlığı, parti yönetimi gibi alanlarda da- ehliyet, liyakat, emanet erdemlerine büyük ihtiyaç vardır. Halbuki bu konularda da rakiplerin din, ahlak, vicdan, insaf ölçülerini bir yana bırakarak kıyasıya mücadele ettiklerini görüyor ve duyuyoruz.
Ehil ve layık olmadığı halde bir kamu hizmet ve görevine talip olanlara “niçin böyle yapıyorsunuz, bu talebiniz meşru ve caiz değil” dendiği zaman cevapları şu oluyor: “Benim filandan kalır yerim, eksiğim nedir ki…” Onun filan dediği de eksikli; demek oluyor ki, ölçüt layık ve ehil olanlar değil, eksikli olanlardan seçiliyor. Bunun sonucu da bir fasit dairedir; emanet olan görevler hep eksiklilerin, liyakatsizlerin, nâehillerin arasında dolaşır durur.
Eğer toplum erdemliler toplumu olsa layık olanlar bile belki daha layıkı vardır, talip olursam sorumlu da olurum, diyerek görev talep etmezler, tayin makamları arar tarar layık olanı bulur ve ona talep götürürler; yani layık olanlar talip (isteyen) değil, matlûb (istenen) olurlar.
Halbuki biz, yağlı ballı makamlara insancıkların sinekler gibi hücum ettiklerini, rakiplerine karşı ahlak ve insaf dışı davrandıklarını, tayin makamlarını etkilemek için aracılara başvurduklarını da görüyoruz.
Aracılık (şefaat) çok veballi ve sorumluluk getiren bir iştir. Bir makama layık olanı var iken layık olmayanı, hak edeni var iken hak etmeyeni getirmek üzere aracılık eden kimse din, ahlak ve hukuk bakımlarından sınır dışına çıkmış, kötülüğe ortak olmuş demektir. Şefaat ettiği kişinin işleyeceği bütün suçlar, günahlar, hiyanetler, haksızlıklardan onun da defterine kayıtlar düşülecektir.
Tayin makamında olan, elinde güç ve yetki bulunanlar, bir işi ve görevi almak için gereğinden fazla çaba gösterenlerden, araya adam koyanlardan şüphe etmeli ve onlar hakkında daha titiz araştırma yapmalıdırlar. Tezkiye teklif ve tavsiye edenlerin de bu işe ne kadar ehil olduklarına dikkat etmelidirler.
Kitabımıza göre ne menfaat, ne dostluk ve akrabalık, ne de düşmanlık ilişkisi insanı adaletten ayırmamalıdır vesselam.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT