Siyasetin rotası yeniden mi oluşturuluyor?
Karmaşık yollarda adres ararken durum ne zaman içinden çıkılmaz bir hal alsa mekanik bir sesten şöyle bir uyarı işitmek hepimizin canını sıkar: “rota yeniden oluşturuluyor”. İsterseniz iki asır öncesine kadar götürebilirsiniz ama son birkaç dönemdir Türkiye’nin ruh hali bu karmaşık hatta zaman zaman kaotik durumu özetleyen çağrıyla sık sık muhatap olmakta. Rotanın yeniden oluşturulması bir yönüyle can sıkıcıysa da bir yönüyle de ümit vericidir aslında. “Hakikate rücu etmek, yanlışta inat etmekten evladır” kaidesini unutmamak ve bu tür durumlarda salt mazideki yanlışları hatırlatıp kınamak yerine istikbali gösterip doğruya teşvik etmek de icap etmektedir.
Eleştiri yapmak ne kadar kolay ve haz veren bir ameliye ise özeleştiri vermek de bir o kadar zor ve azap veren bir süreçtir. Sadece Türkiye değil hemen bütün dünya çalkalanıyor ve aynaya bakmaksızın herkes muhataplarını ne kadar sarsabileceğinden başka hesap yapmıyor. Biz en iyi Türkiye’yi biliyor ve sürekli tartışıyoruz ama mevcut tabloyu Amerika, Avrupa Birliği, Rusya, Çin, İran ve Suudi Arabistan’da yaşanan çalkalanmaların oluşturduğu tsunamiyle kıyas ederek sarsıntının doğurduğu risk ve maliyetleri daha hakkaniyetle hesap edebiliriz.
Sabotaj ve Provokasyon Değil Tartışmak Serbest
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son on gündür tekrar tekrar vurguladığı reform çağrılarına “kendimizi Avrupa’da görüyoruz, geleceğimizi Avrupa ile kurmayı tasavvur ediyoruz” çağrıları eklenince Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde rotanın yeniden oluşturulup oluşturulmadığına ilişkin ateşli tartışmalar yaşandı. Reform derken ne yapılması öngörülüyordu? Yeni bir anaysa süreci mi, cumhurbaşkanlığı sisteminde köklü bir revizyon mu yoksa 15 Temmuz’dan sonra oluşan mevcut siyasal iklimin değişmesi yani kanunların uygulanma biçimi miydi tartışma konusu olan? Anlaşılan beka kaygısını merkeze alan, devletin güvenlik politikalarını özellikle yargı ve medya alanında temel hak ve özgürlüklerin aleyhine yorumlayan pratiklerin değiştirilmesi yönünde bir kanaat belirtiliyordu. Ancak MHP ile kurulan Cumhur İttifakı nazik ve zamana yayılan bir değişimi öngörürken Bülent Arınç’ın çıkışıyla bir takım hesaplar karışmış oldu.
Esasen Bülent Arınç’ın çıkışında bir provokasyon, bir sabotaj filan yoktu. Lakin Arınç’ın Demirtaş ve Kürt sorunu üzerine yaptığı değerlendirmeler hem siyasi hem de hukuki açıdan ciddi sıkıntılar içeriyordu. Özellikle KHK ile mağdur olan on binlerce insanın durumuna ilişkin yaptığı değerlendirme gibi Osman Kavala ve Enis Berberoğlu dosyaları için söyledikleri büyük oranda haklılık taşısa da Demirtaş’ı da aynı kategoride değerlendirerek ciddi bir yanılsama oluşturdu. Fakat ne olursa olsun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Arınç’ı “fitne ateşi yakmak” ve “geçmişte birlikte çalışmış olsak bile… bizimle asla ilişkisi olmayan” şeklinde niteleyen sert ve ötekileştirici değerlendirmelerle anması doğru ve faydalı olmamıştır. Ertesi gün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın “bunların hepsi birebir Cumhurbaşkanımızın adına yapılmış açıklamalar dersek hata yaparız” değerlendirmesiyle hiç değilse Arınç’a karşı tutum biraz daha yumuşatılmış ve kapı biraz olsun aralanmıştı. Yani birebir değilse de mana ve konular itibariyle belli ortak paydalar olduğu zımnen teyid ediliyordu, denilebilir.
Meseleyi aşırı tuhaf kılan durumsa aynı günlerde Çakıcı’nın hakaret ve çıkışları karşısında tavır almamak ve kamuoyu nezdinde dezenformasyon ve psikolojik harp üssü gibi misyonlar deruhte eden Pelikan Yalısı’na bir kararnameyle “kamu yararına çalışan dernek statüsü” verilmesiydi. Siyaset ve toplumun reformdan beklentisi mafya babalarının tehditlerine, trollerin şantajlarına ön açmak değildi oysa.
“Onlar konuşsun, Arınç sussun” denklemi çarpık bir manzara oluşturuyordu. Binaenaleyh çıkış yolu Arınç’ın sesini kısmak değil tekliflerini başlık başlık tahlil edip onaylananları çözüme kavuşturmak, reddedilenleri de olduğu gibi bırakmaktı. Şiddet ve hakaret içermeyen her türlü teklifin önünü açmaktır esas olan, doğru sözün gücüne itibar etmektir.
Kavga da Sürecek, Müzakere de!
Peki, ama bütün bu tartışmalar bir yönüyle ve de ağırlıkla Türkiye’nin dış politikadaki rotasıyla ilişkili değil mi? İster istemez Türkiye de Avrupa Birliği ve Amerika ile ilişkilerini revize etmek üzere girişimlerde bulunmak durumundaydı. Çünkü Trump’ın gidişi ve Biden’ın gelişiyle Türkiye’nin içinde bulunduğu denklem de değişmeye mecbur kaldı. İlk elde Türkiye’nin NATO ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinde hızlı bir tadilat ve yakınlaşma beklenirken Rusya ve İran’la kademe kademe bir soğuma ortaya çıkacak. Bu durumun ilk belirtileri Suudi Arabistan’dan gelen sinyallerle kendisini gösterdi. Ancak asıl zorlu süreç 10-11 Aralık’ta Brüksel’deki Avrupa Birliği Zirvesi’nde baş gösterecek. Tam da bu sebeple Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mevcut sorunları çözmek üzere Avrupa Birliği’ne bütün kanalları açık tutarak diyalog çağrısı yaptığı bir vasatta Sözcüsü İbrahim Kalın’ı Brüksel’e göndermişti. Kalın’ın AB Konseyi ve AB Komisyonu’yla temaslarında gümrük birliğinin güncellenmesinden göç anlaşmasına ama daha önemlisi Doğu Akdeniz, Libya, Suriye, Karabağ, Kıbrıs ve Yunanistan gibi başlıklara dair karşılıklı olarak yeni ve somut adımlar atmaya ihtiyaç olduğu teyid ediliyordu.
Avrasya ittifakı, Rusya ve İran bloğuyla ilişkiler, Rusya’dan alınan silahlar, Amerika’nın teslim etmeye yanaşmadığı F35 ve satmaya razı olmadığı hava savunma sistemleri mevzuları ne olacak? Trump ve Biden’den bağımsız olarak Amerika’nın PKK/PYD’ye olan desteğinin devam edeceği, Halkbank davasıyla gerilimin yükselmeye devam edeceği kesin gibi. İşte tam da bu durumda Türkiye’nin kendi içinde ve dışarıdan hiçbir uyarı veya tehdide mahal bırakmaksızın temel hak ve özgürlüklere ilişkin pratiklerini düzenlemesi gerekiyor. Hayır, PKK ve FETÖ benzeri örgütlerle mücadeleden geri durulmayacak hatta nefes bile aldırılmayacak. Ancak yargı süreçlerinde temel hak ve özgürlüklerin ihlaline geçit vermeyecek yüksek standartları işler kılmak gerekiyor.
Türkiye, yerli ve milli sloganlarıyla çarpıklıkları meşrulaştırarak değil adaleti ve merhameti merkeze alan söylem ve tutumları siyaseti, yargının, ekonominin, medyanın değişmez rotası haline getirirse ne dış müdahalelerle sular bulanır ne de üst akıl toplumu kaosa sürüklemeye fırsat bulabilir.
(Yazar, Yeni Akit'teki yazısını Haksöz Haber için genişletmiştir.)
YAZIYA YORUM KAT