Siyaseti, Meşruiyet İntiharına Zorlamak
Tutuklu vekiller meselesi üzerinden Meclis’i boykot eden BDP ile varoluşlarının deklarasyonu olan yemine yanaşmayan CHP kiminle ve neyle çözüm üretilebileceğini hesaplıyor acaba? 12 Eylül Anayasasını, YSK’yı, TCK ve TMK’yı esaslı bir biçimde tartışmaktan kaç(ın)arak elde edilecek sonucun sadra şifa olmayacağı malum değil mi?
Vekilliği düşürülen Hatip Dicle ve tahliye talepleri reddedilen Haberal, Balbay, Alan ve KCK sanıklarını Meclis’e girmekten alıkoyan kanunlar, herkes biliyor ki; 12 Eylül darbesinden bugüne yürürlükte. Birbiriyle çelişkiler taşıyıp keyfiliğe yol açan bu darbe kanunları ve devletin bekası adına dokunulmaz kılınan anayasanın ruhu kesintisiz bir biçimde kriz üretiyor.
Kriz üreten, toplumu bir krizden diğerine sürükleyen sistemi tartışma dışı bırakarak tek tek ortaya çıkardığı sorunlara odaklanarak alınacak yolun menzilinden de, elde edilecek hasılasından da kalıcı ve hayırlı bir sonuç çıkmaz. BDP’nin kısmen, CHP’ninse tastamam yürüttüğü siyaset bundan ibarettir.
Her bir askeri müdahale ile tahkim edilen Kemalist sistemi değil onun mağduru ve bir biçimde sistemin değişimine talip AK Parti ile hesaplaşmaya girişilmesinin anlamı budur. Değiştiğine dair bütün iddialara rağmen CHP’den farklı bir tavır beklemek zaten mümkün değil.
Asıl kritik denge veya dengesizlik BDP tarafından yürütülen siyasetten neşet etmektedir. KCK davasından tutuklu arkadaşlarını ne pahasına olursa olsun Meclis’e sokmaya endekslenmiş BDP’lilerin gözü nedense Kürt kimliğini ve toplumunu sorun haline getiren darbe anayasası ile hesaplaşmak, resmi ideolojik dayatmalardan arındırılmış yeni bir anayasa sürecinde aktif rol almak gibi konuları hiç görmüyor.
BDP, ulusal Kürt hareketi adına bölgede öteden beri dikiş tutturmak bir tarafa nefret objesi haline dönüşmüş Kemalist-Türkçü söylem ve partilerle ciddi bir çekişme içerisinde değil. Ancak bölgede ve Kürt halkı üzerinde temsiliyet tekelini/iddiasını kırma potansiyeli taşıyan AK Parti siyasetini yıpratacak her türlü girişime gönüllü yazılıyor.
Ağırlıklı olarak sorunların değil ama çözümlerin önemli bir kısmının yolu AK Parti hükümetinin yürüteceği siyasete bağlı olduğu besbelli. Bu somut duruma rağmen sorunun kaynağına sempatik denecek kadar yakın, kuvvetle muhtemel olan çözüm ortağına karşı bu kadar anti-patik hatta düşmanca muamelede bulunmanın mantıklı ve sonuç alıcı olduğu söylenebilir mi?
İmralı ve Kandil’den başlayıp DTK ve BDP sözcülerine kadar Kürt ulusal hareketi ne sorunun kaynağını işaretlemede ne de çözüm yolu üretmede tutarlı davranamadı. Kamuoyu nedense sürekli ve sadece tehdit, şantaj ve boykot beyanlarıyla muhatap alınıyor. % 50 oy almış bir iktidar partisini gayrı meşru ilan etmekte fazlasıyla iştahlı davranan BDP’lilerin CHP ile birlikte Meclis’i kilitleme girişimleri basit bir öfke veya hesap hatası olmasa gerek.
Kim ne derse desin 12 Eylül referandumu önemli bir kırılma noktası olmuştur. 12 Haziran seçimlerini önemli kılan da referandumda yarım kalan hesabın önemli bir kısmının görüleceği beklentisiydi. Her ne kadar YSK tarafından bu sürece ciddi bir tuzak kurulduysa da en az hasarla atlatılabilmesi ve yola devam edilebilmesi mümkündü. Ancak Ergenekon ve KCK sanıklarının tahliye edilmemesi bu beklentileri müphem hale getirdi. Şimdilerde CHP ve BDP eliyle bu sürecin tamamen sabote edilmesi hedeflenmiş gibi bir görüntü var.
CHP açısından, AK Parti hükümetinin yürüttüğü süreci sabote etmek ölüm-kalım mesabesinde. Toplumsal talepleri devletin ve kurucu ideolojinin üstünde tutma yönünde yapılacak bütün hamleler CHP ve temsil ettiği kesimler hanesinde ölümcül yaralar açacaktır. CHP’nin bu kirli hesabı meşru değil elbette. Fakat ilkesiz iktidar tutkusu açısından anlaşılır bir şeydir.
BDP’nin sürdürdüğü siyaset ise bu noktada hem ahlaken hem de mantıken daha bir karmaşık. Anayasa ve anayasal kurumlardan neşet eden problemleri kurucu ideolojiden/Kemalizmden soyutlayarak sorunların aşılabileceği beklentisi saflıktan kaynaklanmasa gerek. Siyasetin geri çekilmeye zorlandığı, itibarsızlaştırıldığı bir vasatta başta BDP’nin temsil ettiği kesimler olmak üzere bütün toplumun kaybedeceğini öngörememenin mantıklı bir izahı var mı?
Bu durumda siyaseti meşruiyet intiharına sürükleyen söylem ve eylem sahiplerinin adaletin tesisinde güvenilir temsilciler olması mümkün gözükmüyor.
YAZIYA YORUM KAT