Siyaset ve Ahlâk (2) İdeoloji, Politika ve Birey Ayırımları
[21-23 Ekim 2016] Geçen gün sözünü ettiğim siyaset ve yalan (özellikle sol ve yalan) sorunsalına, önce ideoloji katmanı açısından yaklaşayım dedim. Yakınçağın üç büyük ideolojisi olarak Liberalizm, Nasyonalizm (ya da Milliyetçilik) ve Sosyalizm gerçeğe nasıl bakıyor; olabilecek en genel ve soyut düzlemde, doğrucu olmayı, (ahlâken haklı-haksız anlamında değil, gerçeğe uygun olan ve olmayan anlamında) doğruları söylemeyi, doğru konuşma ve yazmayı ne ölçüde mümkün kılıyor (veya kılmıyor); bununla başlamak istedim.
Sonra, bunu yazmaya başladığım anda bazı tanım ve ayırımlar yapmanın gerekli olduğunu farkettim. Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme / Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir. Şimdi ben de faraza diyeceğim ki gerçeği söyleyip söylememe konusunda görece en rahat olan Liberalizmdir; Nasyonalizm ve/ya Sosyalizm ise “nihaî amaç”ları açısından gerçeği daha kolay feda edebilecek, Makyavelizme daha yatkın bir yapı ve konumdadırlar. Oradan biri çıkacak; bak görüyor musun, liberallere nasıl kol kanat geriyor diyecek ve ardından, tarihte liberal bireylerce söylenmiş bütün yalanları saymaya koyulacak. Başka biri liberalizmi toptan aklamakla kalmayıp, bu zeminde AK Parti’yi de liberalizmle özdeşleştirerek övdüğümü zannedecek. Belki tam zıddında, sağın bütün kötülüklerinin liberalizmden geldiğini varsayan solcular yer alacak. Onlar da siyaset sahnesinin sağında yer almış politikacıların yalanlarını sıralayıp, bu yolla gene liberalizme vurmaya çalışacak.
Bu tür çarpıtmalar, en hafif deyimiyle kavrayışsızlıklar karşısında, ideoloji kertesi ile siyaset kertesinin aynı şey olmadığını baştan vurgulamak ihtiyacını duyuyorum. Birinden diğerine ancak çeşitli kademeler ve çoklu belirlenimlerle (surdetermination’larla) gidilebilir. Birincisi, ideoloji hayli soyut bir şeydir; olabildiğince “saf” şekliyle şu veya bu ideoloji, daha çok kendi klasik metinlerinin (diyelim Milletlerin Zenginliği’nin, Özgürlük Üzerine’nin veya Komünist Manifesto’nun), ya da belki (bunlardan seçme pasajlarla birlikte) günümüz ders kitaplarının konusudur. İkincisi, bu ideolojilerin kendileri çok veya az teorileştirilmiş olabilir. Örneğin Liberalizm oldukça sistematik bir dizi ilkeyi, Muhafazakârlık ise daha çok siyaset pratiğinde gözlenen tepkisel tavır alışları içerir. Evrensel olmaktan çok yerel ve göreli bir kavramdır; karşısına belirli bir meydan okuma çıkmalıdır ki muhafazakârlık neyi muhafaza etmek istediğine karar verebilsin, ki bu da somut koşullara bağlı olarak nerede durduğunun çok değişmesi demektir. Üçüncüsü, bu görece soyut düşünsel düzlemde dahi izolasyon değil eklektisizm geçerlidir. Hemen bütün modern ideolojiler rakiplerinden etkilenir; lâfzen yekdiğerini kesinlikle reddederken aynı zamanda onların çeşitli parçacıklarını kendi içine almadan yapamaz. (Marksizm, hiç olmazsa felsefî planda “mücadele eden zıtların da birbirini etkilediğini” kabul eder. Öte yandan, “proletaryanın ideolojisi” olarak kendisini “burjuva ideolojisi”nin ondan yüzde yüz ayrı duran, asla karışmayan ve bulaşmayan karşıtı gibi sunar. Ama büyük tektanrıcı dinlere de, Darwin’e de, bizatihî kapitalizme de çok şey borçludur. Nitekim “ilkel komünizm” fikrini Yahudi-Hıristiyan geleneğinin “yitirilmiş cennet”inden almadan edemez. Biyolojik evrimin karşısına kendi tarihsel evrim şemasını diker. Piyasadaki ölümcül rekabetin ve “hayat mücadelesi”nin alternatifi, ama aynı zamanda bir başka şekli olarak “sınıf mücadelesi”ni sunar.)
Dördüncüsü, reel hayatta hemen hiçbir ideoloji öyle “saf” şekliyle de yer almaz. Tersine, daima kesişme ve örtüşmeler, bileşimler, içiçe geçmeler söz konusudur. Başka bir deyişle, (X) ideolojisi illâ gidip kendisine bire bir tekabül eden (X) partisine hayat vermez; öyle bir “saf X elementinden yapılma” partiye rastlayamazsınız, politika sahnesinde. Tersine, doğadaki hemen bütün mineraller gibi, örgütlü-örgütsüz, kollektif veya bireysel her türlü siyasal aktör de toz toprakla, başka cevher ve alaşımlarla, oksidasyon ve amalgamlarla, cüruf, posa ve yığışımlarla birlikte çıkagelir. Herhangi bir (A) partisi, çok muhtemelen, tek bir ideolojinin somutlanışı olarak çıkmayacaktır karşımıza; öncelikle sırf (X) ideolojisinin değil, diyelim (X, Y, Z) ideolojilerinin mirasından parçacıkları değişen dozajlarda içerecek; bir de bunun üzerine, (tekrar, her partinin çizgisi ve davranış biçimlerine göre değişen dozajlarda) salt politika kertesinin gündelik, taktik icapları binecektir.
Bu da, zaten saf olmayan, tek bir elementten oluşmayan, başlı başına kompozit bir yapı sergileyen ideolojik arkaplan (ya da tabanda, en alttaki kayaçlar) ile reel dünyadaki varoluş hallerinin arasına, az veya çok geniş bir taktik marjın, bir siyaset marjının girmesi demektir. Bir liberali alıp emperyalist bir konuma koyarsınız; bu “liberalizm artı emperyalizm” eklemlenmesinden, Adam Smith veya John Stuart Mill’lerin klasik liberalizmine göre çok farklı sonuçlar çıkar. Çünkü söz konusu emperyalistlik (veya emperyalizmin işbirlikçiliği) konumu, kendi taktik-siyasî marjı ve icaplarını beraberinde getirir. Türkiye’de de, görece daha az ideolojik ve görece daha çok ideolojik partilerden söz edilebilir, ama hepsinde benzer bir marj söz konusudur. Kabul edelim ki AKP’ye kıyasla MHP, HDP ve CHP, hayli ideoloji sürümlü (ideology-driven) partilerdir. MHP aşırı Türk milliyetçisidir, HDP Kürt milliyetçisidir, CHP ise Kemalisttir (ya da modernist Türk milliyetçisidir). Ama (en azından bugün) hiçbirinin tek bileşeni bunlar değildir. MHP 1970’lerde yaptıklarından ve 1980 darbesiyle başına gelenlerden sonra, sokak şiddetinden uzak durmayı öğrenmiştir -- ki buna, demokrasiyi ve hukuk devletini görece sindirmişlik, demokrasinin getirdiği kısıtları ve başkalarıyla yan yana varolmayı bir nebze kabullenmişlik (açıkçası, evet, biraz demokrasi ithal etmişlik) de denebilir. Uzun süre faşizan bir parti profili çizen MHP, Mussolini ve Hitler tarzı “hem seçim, hem terör” ayakları üzerinde yürümek yerine, sırf seçim kulvarında yürümeye yönelmiştir; Atilla Aytemur’un son Bahçeli bunu hep yapıyor(22 Ekim) yazısında hatırlattığı bütün olgular, MHP’nin sineye çektiği bu yeni oyunu hakkıyla oynamanın icapları ve dolayısıyla temel ideolojisi ile siyaset realitesi arasına giren marjın tezahürleridir. HDP, bu dizinin girişinde de belirttiğim gibi (bkz Siyaset ve ahlâk (1) Külter’in düşündürdükleri, 19 Ekim 2016), daha ideolojik ve örgütsel düzlemde bile nasyonalizm (Kürt milliyetçiliği) ile Stalinizm ve/ya Maoculuğun bir karışımıdır; üstelik, otoritarizmi ve lider kültü, eleştirenlerine “Kürt Kemalizmi”nden söz ettirecek ve hattâ MHP’nin neredeyse aynadaki aksini oluşturacak kadar, lâfzen son derece karşı olduğu Türk devletçi-milliyetçiliğinin “Ebedî Şef”ciliği ve “Millî Şef”çiliğin esinlenmiştir; nihayet seçimler ve parlamento sahnesinde meşruiyet arayan pratik siyasetin icapları MHP gibi ona da, (maalesef MHP’ninkileri çok aşan) bütün zigzagları ve bocalamalarına karşın -- bu yalpaların beni ne kadar sinirlendirdiğini bir yana bırakıp objektif olmaya çalışıyorum -- ister istemez demokrasiye sürekli tâviz vermeyi, kâh “Kandil’in hatırına” bir tarafa yatmayı ama ardından bu sefer “Türkiyelilik iddiası ve oy hatırına” diğer tarafa yatıp tereddütlü ve yarım yamalak da olsa “silâhla olmaz” demeyi dikte etmektedir. CHP deseniz, tabii TC’nin kurucu partisi niteliğiyle çok büyük ölçüde Kemalisttir, ama her şeyden önce Kemalizmin kendisi evrensel bir kategori, bir tür “Weberyen ideal arketip” (Weberian ideal type) değildir, çünkü aslen bir nasyonalizm türü olmakla birlikte, ana mayası olan Türk milliyetçiliğinin içine hayli büyük dozlarda modernizm, (“muasır medeniyet seviyesi”ne) yetişmecilik, dolayısıyla devletçilik, ama aynı zamanda, daha küçük dozlarda olsa bile birkaç tutam liberalizm (evet!), birkaç tutam sosyalizm veya sosyal demokrasi (evet!), dolayısıyla birkaç tutam da evrenselcilik katılmış; bunlar birbirlerini bir şekilde dengelemiş ve terbiye etmiş; üzerine diğer örneklerde de olduğu gibi demokrasiye özgü yaptırımlar binmiş; sonuçta ortaya Türk milliyetçiliğinin -- elbette MHP’den çok farklı, hattâ -- değişik bileşenlerinin kâh oraya kâh buraya çekiştirmesi yüzünden son yirmi yılda nerede duracağını ve ne yapacağını bilemeyecek kadar kafası karışık hale gelen bir halitası çıkmıştır.
Bu ilk üç örnekten sonra bir de AK Parti’ye gelince, ideoloji katmanı ile siyaset katmanı arasındaki farkın iyice büyüyüp genişlediğini görüyoruz. Şüphesiz İslâmiyet ve İslâmcılık kökenlidir, ama yüzde yüz İslâmcı bir gündemi ve programı olduğu söylenemez (zaten on beş yıl önceki şeriatçı takiyye suçlamalarının unutulmaya yüz tutması da bunu yansıtıyor). Ayrıca hem muhafazakâr hem modernisttir, ki bu, CHP’nin daha radikal, tepeden inmeci modernizm damarından farklı, mutedil ve aşağıdancı bir muhafazakâr-modernizm anlamına gelir. Üstelik ciddî bir ekonomik liberalizm damarı da vardır (soldaki karşıtlarına kötüleyici anlamda “neo-liberal” dedirtecek kadar). Ama bir yandan da sağlık, konut, eğitim ve belediye hizmetleri gibi alanlarda bir yığın bölüşümcü (redistributionist) programı devreye sokmuştur, bu sefer laik elitistlerin “bir torba kömür, bir torba makarna” diye karikatürize ettiği, ama bu boyutları çok aşan, ciddî surette kurumlaştırılıp devamlılık kazandırılmış, sosyal tabanına önemli katkıda bulunan. Nihayet, milliyetçiliğin en yaygın “büyük ideoloji” olduğu bu ülkede ve toplumda, o da milliyetçidir, MHP, CHP veya HDP kadar olmasa da. Hepsinin bir karışımıdır ama doktriner olmayan bir karışımıdır; dolayısıyla çok daha faydacı ve pragmatiktir politika sahnesinde, bütün diğer partilere kıyasla. Siyasetin taktik icaplarını çok daha yakından kollamakta; bu da ne yapacağının ona izafe edilen ideolojiden/ideolojiler yumağından kolay kolay çıkarsanamaması, çoğu zaman öngörülememesi, rakiplerini ve dış dünyayı sürekli şaşırtabilmesi anlamına gelmektedir. Dikkat edelim; bu, çizgisi yok demek değildir. Her zaman oldukça belirgin bir çizgisi vardır aslında; öyle ki, diğer partiler çizgi kavramını neredeyse unutmuşken, hattâ açık seçik çizgi değişiklikleri dahi yapamaz veya deklare edemezken, yerine göre Yeni Türkiye, yerine göre (ister beğenin ister beğenmeyin) “millî ve yerli” gibi net çizgi formülasyonları ve değişimleri, son yıllarda hep AKP’den gelmektedir.
* * *
Farkına varmadan, kısa bir “Türkiye siyasası” (Turkish party politics) tasvirine sürüklendim sanıyorum. Geldiğim yere döneyim tekrar. Ana fikrim şuydu: İdeoloji ile politika ve siyaset sahnesindeki davranışlar aynı değildir, özdeş değildir. Dolayısıyla belirli partiler ve politikacılar yalan söylüyorsa, ya da diğerlerinden fazla ve sürekli yalan söylüyorsa, bu, kestirmeden salt ideolojik kökenleriyle açıklanamaz. Ama madalyonun diğer yüzünde, (tek ve mutlak belirleyici olmamakla birlikte) ideolojik mayalanmanın da bir payı ve sorumluluğu vardır kuşkusuz… Ancak bu kayıtlardan sonra, bazı ana ideolojilerin, en soyut düşünsel düzlemde, gerçeğe ve yalana ne kadar yer açıp açmadığı konusuna geçebilirim.
Serbestiyet
YAZIYA YORUM KAT