"Siyaset Suriyelilere hak temelli bakmalı"
Perspektif'ten Naman Bakaç, Emine Uçak Erdoğan ile siyasetin Suriyelilere yaklaşımını konuşmuş. Adaletli olmak adına mülteci meselesinde iktidar ile muhalefetin arasındaki farkın kalın bir şekilde ayırılması gerektiği şerhini düşerek iktibas ediyoruz.
Suriye savaşıyla birlikte son on yıldır tartışılan mültecilik meselesi, toplumsal ve siyasal elitlerin mülteci karşıtlığı retoriği ile tekrar alevlendi. Siyaset kurumunun mültecileri kolektif bir kötülük öznesi haline dönüştüren söylemi kadar mültecilere insani ve vicdani perspektifle bakan bir retorik de ülke gündemindeki yerini korumakta. Suriyeliler ve genel olarak göçmenlerin siyaset ve toplumdaki kutuplaştırıcı etkisi, bir algıya mı yoksa bir olguya mı tekabül ediyor? Özelde Suriyeliler genelde mülteciler Türkiye’nin fay hatlarından biri olabilir mi? Benzeri soruların arttığı bir dönemde Suriyeliler ve mülteciliği hem aktüel hem de entelektüel bir perspektifle ele alınmak gündemin ve düşüncenin zekatı olsa gerek.
Uzun yıllar medya sektöründe çalışmış, sivil toplum alanında hem sahada hem de yazılı ürünler ortaya koymuş olan gazeteci-yazar Emine Uçak Erdoğan ile yeni çıkan kitabı İstanbul’daki Suriyeliler: Gündelik Hayat ve Mekân çalışması üzerinden siyasal elitler ile başlayıp, (yeni nesil) medya mekanizmalarıyla alevlenen Suriye karşıtlığının toplumsal kökenlerini, siyaset kurumunun rolü, Suriyelilerin İstanbul ve Türkiye’deki gündelik hayat sorunları, bunlarla baş etme yolunu-yordamı, Suriyeliler meselesi üzerinden oluş(turul)an ötekileştirme ve düşmanlaştırma motiflerine karşı hak temelli bakışın gerekliliği üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
“İstanbul’daki Suriyeliler: Gündelik Hayat ve Mekân” isimli yeni çıkan kitabınızda biri göç olgusunu ve pratiklerini tanımlamaya yönelik diğeri ise göçün oluşturduğu sorunlar ve bunlarla başa çıkma yoluna dair iki çözümlememe yaklaşımı olduğunu belirtiyorsunuz. Kamuoyundaki kafa karışıklığını da gidermek için bize; göçmen, sığınmacı, mülteci, muhacir, geçici koruma statüsü, misafir vs. gibi kavramları açıklığa kavuşturmaya çalışmakla başlasanız diyorum?
Göç; insanın doğup içinde yaşadığı, hayatını sürdürdüğü, kültür ve bağlılıklarını içselleştiği ortamdan koparak farklı bir kültürün, durumun ve hayatın içine düşülmesi sebebiyle yakıcı etkileri olan bir olgu. İsteğe bağlı yer değiştirme bile zorlayıcı olabiliyorken, bunun zorla yapılması, ya da yapmak zorunda kalmak yakıcılığı daha da ağırlaştırıyor. Suriyeliler açısından durum şöyle; iç savaş kaynaklı bir zorunlu göçe maruz kaldılar.
“Dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan, korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen ve bu talebi gittiği ülkede kabul gören kişi” mülteci olarak tanımlanıyor. Mültecilere; uluslararası anlaşmalarla özel statü ve hukuki koruma sağlanıyor.
Sığınmacı ise henüz bu korumadan faydalanamayanlar için kullanılan bir terminoloji. Yani sığınmacı, mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmi olarak tanınmamış kişiler için kullanılıyor.
Göçmen kavramı, yaşadığı yerden ya da ülkesinden ekonomik veya diğer nedenlerle gönüllü olarak ayrılan kişi demek.
Suriyeliler Türkiye’de Nisan 2012’de yayımlanan genelge ile geçici koruma statüsünde bulunuyor. Göç İdaresi’nin verilerine göre 30 Temmuz 2021 Tarihi itibariyle 3.690.896 Suriyeli geçici koruma statüsünde. Bir kısmının vatandaşlığı kabul edildi. Göç İdaresi verilerine göre, 30 Aralık 2019’a kadar, Türk vatandaşlığı verilen Suriyeli sayısı ise 110 bin. Bu kişilerin 53 bini yetişkin, 57 bini ise çocuklardan oluşuyor.
SURİYELİLER ORTAK TARİH VE KOMŞULUK YÜZÜNDEN BURADALAR
Göç olgusuna dair birden çok kuramsal yaklaşımlar var bildiğiniz gibi. Kuramsal bir perspektiften bakılacak olunursa, William Peterson’un göç teorilerinden Ağ teorisi, Zorunlu göç teorisi ile İtme-Çekme faktörlü teori sanki Suriyeli göçmenlerin göç olgusunu izah etmeye daha uygun gibi geldi bana. Sizce de öyle mi? Yoksa bunların dışında daha kompleks bir yapı mı sözkonusu?
Suriyelilerin zorunlu göçü teorilere genel olarak uyan bir yapıda. Göç teorilerine göre, göç edenlerle göç edilen ülke arasındaki bağlar göçü etkileyen sebepler olarak kabul ediliyor. Araştırmalar, Suriyelilerin Türkiye’ye göçünün tarihsel bağlar, komşuluk ilişkileri, coğrafi yakınlık gibi sebepleri olduğunu ortaya koyuyor. Benim yaptığım görüşmelerde de bulgular bu yöndeydi. Yine ağ teorisi daha önceden göç eden göçmenlerin oluşturduğu grupların, kurdukları ağların yeni gelen göçmenlerin yerleşmesinde etkili olduğunu savunur. Görüşmelerimde akraba veya tanıdıkların İstanbul’da kurduğu ağların Suriyelilerin yerleşme, çalışma, gündelik hayatını sürdürmesinde etkili olduğunu gözlemledim. İçlerinde Türkiye’yi transit ülke olarak görenler olduğu gibi, kültürel yakınlık, din bağlar gibi aidiyetlerle Türkiye’yi hedef ülke olarak seçenler de çok. Yine kültürel yakınlık olarak coğrafi yakınlık, Türkiye’nin o dönemdeki açık kapı uygulaması kitlesel dinamikleri etkileyen sebepler.
SURİYELİLER; GÜNDELİK HAYATI PAYLAŞTIKLARI İNSANLARLA EŞİT YURTTAŞ OLMAK İSTİYORLAR
Göçmenlik ve mültecilik tartışmalarının genellikle kimlik, aidiyet, uyum, savaşın yıkıcılığı, bellek, gelecek tahayyülü gibi kavramlarla ilişkilendirildiğini görüyoruz. Zorunlu ve kitlesel göç ile birlikte, sahada olan biri olarak, Suriyelilerin kimliksel değişim ve aidiyet duygularında nasıl bir evrilmeye yüz tutulduklarını gözlemlediniz? Bulundukları toplumla uyumları mı çatışmaları mı yoksa inşa edicilikleri mi sözkonusu?
Saha çalışmam 2015-16 yılları arasındaydı. O zaman için daha çok âraf duygusu hâkimdi. Bir yandan da kendi kültürlerini, mekânlarını kurmak noktasında çaba içindeydiler. Ama o zaman da şimdi de gündelik hayatlarının getto içinde geçtiğini, bulundukları şehirlerde yerel toplumla sınırlı bir ilişki hali içinde olduklarını söyleyebilirim. Bu sadece Suriyelilerle ilgili değil üstelik. Türkiye’nin farklı kesimlerinin Suriyelilerin varlığıyla ilgili kabullenme, mülteciliği ve en önemlisi aradan bu kadar zaman geçmişken yurttaşlık hakkı bağlamında bir içselleştirme henüz yok. Aksine özellikle gündelik hayatta görünür olduklarında işte plaj, park tartışmalarını hatırlarsak rahatsız olunuyor. Benim gözlemlediğim kadarıyla toplumda; Suriyelilerin gettolaşmasını, kendi toplumu içinde yaşamasını, ucuz iş gücü olarak görevlerini yerine getirip gündelik hayatın içinde ise pek yer almamaları, eşit bir ilişki kurulmaması eğilimi var. İnsanlar mültecileri yardım etme ve misafir görme noktasında, yani geçicilik üzerinde konumlandırmak istiyorlar. Onlarsa kabul görmek, geçicilikten kurtulmak, gündelik hayatı paylaştıkları şehirlerin eşit yurttaşları olmak istiyorlar. Bu olmadığı durumlarda ise Türkiye onlar için Avrupa ülkeleri başta olmak üzere başka ülkelere gitme yolunda geçici uzun bir bekleyişin mekânı oluyor.
SURİYELİLERİN MÜZİK ÇALIŞMALARI VE LOKANTALARI, ONLARI EVDE HİSSETTİRİYOR
Nazife Şişman; “Evlerini yanlarında götüremeyen göçmenlerin en kültürel taşıyıcıları mutfak ve müziktir. Bu iki olgu taşınabilir bir tür vatandır” tespitinde bulunuyor. Kitabınızda Suriyelilerin mekânsal üretimleri açısından işlettikleri restoranlar (Suriyeli Nasr’ın Zeytinburnu’nda Halep’in en büyük ama yıkılmış olan restoranın adeta tıpkısını açması gibi) ile müzik çalışmalarına değinmişsiniz. Kültürel sermaye, toplumsal hafıza ve bellek mekânı açısından müzik ve mutfak, Suriyelilerde nasıl bir değişime ya da sıçramaya yol açmış?
Müzik benim gözlemlediğim kadarıyla Suriyeliler için gündelik hayatta karşılaşılan ‘yardıma muhtaç’ ve ‘sorunların kaynağı’ gibi bakışlara karşı kendi birikimlerini, kültürlerini yansıtacakları bir alan olarak görülüyor. Bu gözlemim, genel itibariyle tüm mülteciler için de geçerli. Nazife Hanım’ın tespiti çok yerinde. Maddi ve manevi tüm varlıklarını bırakıp göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin yanlarında getirebildikleri en büyük sermayelerinden biri müzik. Müzik onlar için hem göçün yaralarını sarmaya hem de bulundukları ortamda kültürel birikimlerini yansıtmaya imkân sunuyor. Görüştüğüm müzisyenlerden Hishiam Seifo, “Müziğin anlamı benim için hep büyük oldu. Şimdi ise artık her şeyim oldu. Ruhumu besleyen, hayata devam etmemi sağlayan bir şeye dönüştü. Savaşın yıktığını yeniden yapan, dostluklar kurmamı sağlayan bir araç oldu. Müziğim göçmenliğimle değişti” demişti.
Mutfak da müzik gibi taşınabilen bir kültür. Tezimde sadece Suriyelilerin kurduğu restoranlara değil genel olarak yemek ve mutfağın onların aidiyet süreçlerine etkilerine odaklanmaya çalıştım. Çünkü açtıkları ve işlettikleri restoranlar, Suriyeliler için burada kendilerini bir nebze de olsa ‘evlerinde’ hissettikleri bir mekân işlevi görüyor. Yadırgayıcı bakışlar olmadan, rahatça konuşabildikleri, kendilerine benzeyenlerle görüşebildikleri ve yine onları sadece ‘yardıma muhtaç’ olarak gören kişilere hem kültürel hem de mekânsal olarak birikimlerini sunabileceği yerler oluyor bir bakıma. Bu yönüyle onlar için çok önemli ama bu geçici süreliğine ‘evde olma hali’ni yaşatan atmosferden ayrıldıklarında, yani sokağa çıktıklarında yine ‘öteki’ konumlarına geçtiklerini hissediyorlar.
Bu durum onlara daha ağır geldiği için görüşme yaptığım kimi Suriyeliler, artık restoranlara gitmek istemediğini belirtmişlerdi. Zaten şehirlerde Suriyeli lokantaların dışında yerel halkla birlikte yaşam pratiği noktasında başka örneklikler görmek zor. O dönem bir de sadece yemek mekânı olarak değil kültürel faaliyetlerin de yapıldığı ve onlar için ‘vatanında olma” hissi yaşatan mekânlar da vardı. Suriyeli entelektüellerin kurduğu, farklı kültür ve aidiyetlerden İstanbullularla, hatta turist olarak gelenlerin de merak ederek ziyaret ettiği, değişim (dil ve müzikle ilgili kişilerin birbirlerine eğitimler verdiği) programlarıyla gerçek anlamda kültürel bir geçişliliğin sağlandığı mekânlar vardı. Ama bugün ne yazık ki çoğu kapanmış ve kurucuları da Avrupa ülkelerine gitmiş durumda.
Kitabınızda Suriyelilerin kurduğu sivil toplum kuruluşlarından Suriye Nur Derneği, Himmet Derneği, Addar Derneği’nden bahsetmişsiniz. Sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları, göçmenlerin kimlik, aidiyet ve uyumlarını nasıl bir şekle büründürmüş acaba? Koruma mı melez desenler mi yoksa dezenformasyona mı? Savaşın tahribatını gidermede neler yapıyorlar bu sivil toplum kuruluşları?
Suriyelilerin kendi kurdukları dernekler ve Türkiye’de mülteci alanında çalışan sivil toplum kuruluşları uyum ve birlikte yaşam noktasında önemli bir işlev görüyorlar. Suriyelilerin kurduğu dernekler mülteciler için temel haklardan kültürel haklara kadar geniş alanda destek, ağ oluşturma gibi işlevleri yerine getiriyor. Bazı dernekler Suriye’nin kendi içinde de sağlık, insani yardım çalışmaları sürdürüyorlar. Yine burada dil kursları (Türkçe), meslek edindirme kursları gibi çalışmalarıyla aidiyet süreçlerine olumlu etkileri var. Sivil toplumun çalışmalarının uyumu arttırdığıyla ilgili yapılmış araştırmalar da söz konusu. Ayrıca Suriyelilerin kimliklerini koruma kadar ortak yaşam ya da öteki ile buluşmayı sağlayan kesişim alanları olduğu için de hem dezenformasyonu önleyici hem de savaşın tahrip edici yönlerini izole etmede sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının çok işlevli yönlere sahip olduğunu söylemek rahatlıkla mümkün.
SURİYELİLERİN GÜNDELİK SORUNLARININ BAŞINDA ÖN YARGILAR GELİYOR
Kitabınızda Suriyeli göçmenleri gündelik hayat ve mekân üzerinden inceliyorsunuz. Suriyeli Ahmet’in gündelik hayatında karşılaştığı sorunlara ilişkin olarak “Burada bir restoran kurdum. Misafir ve ihtiyaç sahibi gibi görülmek istemiyorum. Burada bir hayatım olduğunu hissetmek istiyorum. Yardım değil kabul görmek istiyoruz.” cümlesi dikkatimi çekti. Suriyeliler Türkiye’de ne tür sorunlarla karşılaşıyorlar ve bu sorunları aşmada ne tür başa çıkma taktikleri uyguluyorlar?
Suriyelilerin İstanbul’daki gündelik hayatta maruz kaldığı en büyük sorunların başında genellemeci ve ön yargılı bakış geliyor. Çoğullukları, kültürel birikimleri hepsi yok sayılarak, tek kimliğe, Suriyeli kimliğine indirgeniyor. Dille ilgili yaşadıkları sıkıntılar, gündelik hayatın içinde karşılaştıkları ayrımcılık, emek sömürüsü diğer sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Geldikleri ilk yıllarda barınmadan-sağlık haklarına kadar temel haklar noktasındaki sıkıntılar bir nebze aşıldı. Bir yandan tepkisellik olsa da gündelik hayat açısından bir kabullenme de var göreceli olarak.
Yaşadıkları sorunlara karşı geliştirdikleri taktikler de var. Göçle birlikte yanlarında getirebildikleri yegâne sermaye olan kültürel sermaye bir çıkış noktası sundu özellikle İstanbul’dakiler için. Suriyelilerin kültürel birikimlerini ve farklılıklarını göstereceği etkinliklerle hem gündelik hayatlarını yeniden örgütlemeye hem de alanda kendilerine yer bulmaya çalıştıklarını gözlemlemiştim. Müzik, resim gibi kültür formları Suriyelilerin, yabancının mekânında kendilerini anlatabilmek ve bir yandan da savaşın ve göçün yıkıcılığıyla başa çıkmak için yaptıkları faaliyetlerin başında yer alıyor.
Birçok ayrı kurum, örgütlenme oluşmuştu. Bunların bazıları halen faaliyetlerine devam ediyor. O dönemlerde İstiklal Caddesi’ndeki sokak müzisyenleri arasında Suriyeliler yoğunluktaydı. Bunun dışında dil öğrenmek, kamusal alanda çok görünmemek, Suriyelilerin yoğun olduğu bölgelerde yaşamak başvurdukları taktikler oluyor. ‘Suriyeli olduğum anlaşılmasın’ diye mümkün olduğunca dışarıda konuşmamaya çalışıyorum’ diyenler de vardı. Gündelik hayatta en çok dille ilgili sıkıntılar yaşadıklarını gözlemlemiştim. Bu iş hayatından tutun diğer tüm gündelik hayatlarını etkileyen bir konu. Bu sorun maalesef hala devam ediyor.
SİYASET KURUMUNUN, SURİYELİLERE HAK TEMELLİ BAKMASI TOPLUMSAL ALGIYI OLUMLU YÖNDE DEĞİŞTİRİR
Göçmen, mülteci, sığınmacı, muhacir (her ne kavramla anılırsa anılsın) karşıtlığı veya düşmanlığının arkasında yatan siyasi refleksler neler sizce? Kolektif bir kötülük öznesi haline getirilmelerinde siyaset kurumunun rolü nedir?
Siyasetin, siyasetçilerin toplumdaki algıları yönetme, etkileme gücü yüksek. Toplumun yeni durumları kabullenmesi siyasetçilerin bunu nasıl yansıttığıyla ya da içselleştirdiğiyle ilintili. Bu yönüyle Suriyelilerin siyaset kurumu tarafından kabulünün birlikte yaşam noktasında oynadığı önemli bir rol var. Suriyeli mültecilerin siyasetin kendi içindeki çekişmelerine mesele edilmesi toplumdaki kabulü olumsuz yönde etkiliyor diye düşünüyorum. Meselenin siyasi çekişme ve tartışmaların öznesi yapılmaması, hak üzerinden bakılması toplumun algılarını olumlu yönde değiştirmek için çok önemli.
MEDYANIN MÜLTECİLERE BAKIŞI VE YER VERİŞİ, SİYASET KURUMU GİBİ ARAÇSAL
Uzun yıllar gazetecilik ve sivil toplum sahasında çalışmış, tezinizi de Suriyeliler üzerine yapmış biri olarak medyada mültecilerin yer alışına dair gözlemleriniz neler? Mültecilerin adeta şeytanlaştırılmalarında ya da ötekileştirilmelerinde bilerek veya bilmeden nasıl bir rol oynadıklarını düşünüyorsunuz?
Medyanın mültecilere bakışı ve yer verişi de siyaset kurumu gibi araçsal. Özellikle de sosyal medya üzerinden, yeni medya araçlarından nefret söylemini, ayrımcılığı derinleştirici, ırkçı bir bakış açısıyla içerikler dolaşıma sokuluyor. En büyük sorun aslında mültecilerin kendilerinin, hayat hikâyelerinin, buradaki gündelik hayatlarının, üretim süreçlerinin medyada ya da sosyal medyada hiç yer almaması. Bunun yerine onlara yönelik algı, tanımlama ve bakışlar yer alıyor. Var olan problemleri derinleştiren kalabalık bir güruh gibi gösteriliyor. Çoğullukları, kimlikleri hep teke indiriliyor.
Medyada, sorunların kaynağı şeklinde bir yer alma biçimi var kısaca söylemek gerekirse. Mülteciler sadece kriz anlarıyla, sorunlarla temsil ediliyor medyada. Doğrusu bunu özellikle bazı medya kuruluşlarının bizzat milliyetçi, mülteci karşıtı reflekslerle yaptıklarını düşünüyorum. Bakışı böyle olmayan medyanın da Suriyelilerin yukarıda bahsettiğim çoğulluklarını, meselelere yaklaşımını, bireyselliklerini yansıtma noktasında bir çabası neredeyse yok denecek kadar az. Ancak çok iyi örnekler (LGS başarısı, hayat kurtarma gibi) olduğunda mülteci portrelerini medyada görebiliyoruz.
SURİYELİLER MESELESİ, CHP’NİN TÜRKİYE’NİN MESELELERİNE ÇÖZÜM BULABİLME POTANSİYELİNE DE İMKÂN AÇAR
Mülteciler üzerinden başlayan ırkçılık, milliyetçilik ve beka sorunu tartışmaları bildiğiniz gibi Kılıçdaroğlu’nun Suriyelilerle ilgili yayınladığı video ve ardından Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ın insan haklarına aykırı çıkışı ile tekrar alevlendi. Daha önce kimi İYİ Partili kurmayların yaptığı ırkçı çıkışları da eklediğimizde muhalefet açısından bir tür turnusol kâğıdı işlevi görüyor diyebilir miyiz? Neden kötü bir sınav veriyor muhalefet bu konuda?
Yapılan kamuoyu araştırmaları kutuplaşmanın giderek arttığı toplumda ortaklaşılan yegâne konunun mülteci karşıtlığı ya da Suriyelilerin burada kalıcı olarak istenmemeleri olduğunu ortaya koyuyor. CHP ve İyi Parti anladığım kadarıyla bir seçim stratejisi olarak toplumdaki bu algı üzerinden karşıtlığı bir parti programına çevirmiş durumda. Özellikle de İyi Parti’den temsilciler, sosyal medya üzerinden sahte haberlerle olumsuz algılar oluşturmanın ötesinde sanki mültecilere saldırılara varan durumlar yaşansın gibi bir çaba içindeler.
Tanju Özcan’ın uygulamalarının ve söylemlerinin (ki bu Belediye Kanunu 13. Maddeye de uymayan bir karar) diğer belediye başkanları tarafından kabul görmeyişi önemliydi. CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun ‘Suriyelileri evlerine güvenli şekilde gönderme’ düzeltmeleri vs. de kabul edilemez ve gerçek durumla da uyuşmayan bir vaad.
Hem göç dinamikleri hem de Suriye’deki durum on yılı aşkındır burada kendilerine iyi kötü bir hayat kurmuş Suriyelilerin dönmeyeceğini bize gösteriyor. Suriyelileri güvenli bir şekilde geri göndermek yerine burada güvenli, insani, demokratik ve sosyal haklarına kavuşmaları için şartların oluşturulması noktasında bir programı önlerine koymaları daha önemli. Bu aslında CHP’nin Türkiye’nin meselelerine, kutuplaşma ortamına gerçek çözümler bulabilme potansiyeline de imkân açar. Yeri gelmişken bu konuda Bekir Berat Özipek’in hazırladığı rapor ve gündeme getirdiği çağrısına kulak vermelerinin önemine işaret etmek istiyorum.
KAMU BÜROKRASİNİN SURİYELİLER KONUSUNDA TOPLUMU BİLGİLENDİRMELERİ YETERSİZ
CHP ve İYİ Parti’nin mülteci karşıtı söylem ve uygulamaları AK Parti tabanını milliyetçi bir dile mi evriltiyor yoksa daha insancıl veya kardeşlik diline mi? İktidarın ve destekçilerinin oluşan mülteci karşıtlığına karşı etkili bir kamu diplomasisi yürütemediğine dair argümanlar da söz konusu. Katılıyor musunuz buna?
Yukarıda belirttiğim gibi partilerin tabanlarının büyük kısmı Suriyelilerin kalıcı olmasına karşı. Yani AK Parti tabanında da üstelik çoğu zaman yardımlar noktasında çok gönüllü olsalar da Suriyelilerin kalıcı olmasına, çocuklarının kendi çocuklarıyla aynı okullarda olmasına, vatandaşlık hakkına vs. karşı çıkanların çok olduğunu biliyoruz. CHP ve İyi Parti’nin ırkçı söylemlerine karşı çıksalar da genel itibariyle Suriyelilerin burada kalıcı olmalarına karşı tepkisel olunduğunu özellikle de ekonomik kriz arttığında bu bakışın genelleştiğini söylemek mümkün.
Bu karşıtlığın, dini ve kültürel kodlar olarak yakın hissedilse de birlikte yaşama konusunda istekli olunmayışının; hükümetin ikircikli tavrıyla, Suriyelileri en başından beri ‘geçici’ olarak görmesinden, sonrasında da AB ile pazarlık konusu yapma uygulamalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Yine AB ile mülteciler konusundaki anlaşmalar, anlaşmaların hükümleri, alınan destekler noktasında şeffaf politikalar yürütülmediği için Suriyeliler ister istemez, ülkeye yük olarak görülüyor. Oysa hem üretim hem de yatırım süreçlerinde Türkiye ekonomisine özellikle de yoğun oldukları şehirlere güç kattıklarını biliyoruz. Yine pandeminin başlarında mültecilerin sınırlara yönelmesini, Yunanistan-Türkiye sınırında yaşanan tabloların ortaya çıkışını hatırlarsak, tam kabul şartları artarken; bu manzaralar uygulanan ikircikli tutumlar birlikte yaşamın önünde bir engel oluşturuyor. Suriyelilerle ilgili hem gündelik hayatta hem de sosyal medyada dolaşan bilgi kirliliğine karşı kurumların bilgilendirme, yaygın medyada kamu spotları gibi uygulamalar yaptığını göremiyoruz. Sivil toplum kuruluşları, mültecilere destek için kurulan platformlar bu konuda çok uğraş veriyor ama bunun kamu kurumları-bürokrasi başta olmak üzere en tepeden yapılması da şart.
HABERE YORUM KAT