1. YAZARLAR

  2. KENAN ALPAY

  3. Siyasal İslam’a Veda, Laik İslam’a Merhaba!
KENAN ALPAY

KENAN ALPAY

Yazarın Tüm Yazıları >

Siyasal İslam’a Veda, Laik İslam’a Merhaba!

26 Mayıs 2016 Perşembe 01:43A+A-

Bu aralar Tunus’tan gelen haberler laik-Kemalist cemaati ziyadesiyle heyecanlandırıyor. Nahda lideri Gannuşi’nin “Siyasal İslam’ı bırakıp, demokratik İslam’a geçiyoruz” çıkışı bu kesimler için muazzam bir umut oldu. Siyasal iddialarından vaz geçmiş bir İslam ve Müslüman halk öteden beri Batıcı-seküler iktidar sınıflarının hayaliydi. Kimi zaman sömürgecilikle işbirliği yaparak kimi zaman Tek Parti despotizmiyle çoğu zaman da bürokratik oligarşinin ceberrut imkânlarını kullanarak ülke ve toplumu bir felaketten diğerine sürükleyen askeri darbelerle bu hedefe ulaşmanın mücadelesini verdiler.

Sanki onca zorlu süreçlerden sonra ancak şimdilerde ufukta göndere çekilmiş bir ‘beyaz bayrak’ görmenin mutluluğunu idrak ediyorlar. Her ikisi de uluslararası destekle gerçekleştirilen Mısır’daki askeri darbe ve Suriye’deki katliamları siyasal İslam’ın iflası olarak yorumlamayı pek bir seviyorlar. Müslüman halkların İslami kimliklerinden güç alarak sergiledikleri mücadeleyi akıllarınca IŞİD, El Kaide veya Boko Haram ile eşitleyip güle oynaya laikliğin mutlak zaferini ilan ediyorlar. Siyaset ve topluma Tunus’tan, Mısır’dan, Suriye’den ibret almasını salık veriyorlar yine, hem de nasihat görünümlü tehditlerle.

Doktriner Gitmiş, Fonksiyonalist Gelmiş!

Bütün bu söylemler Türkiye’nin çok boyutlu gerilimlerle yüz yüze olduğu bir vasatta yükselişe geçiyor. AK Parti Genel Başkanı ve Genel Başkanı seçilen Binali Yıldırım’a selefi Ahmet Davutoğlu gibi sekter, ideolojik, dindar bir çizgiye asla yanaşmaması telkin ediliyor. Sadece muhalifleri tarafından değil güya içeriden yapılıyor tespit görünümlü telkinler.

Suriye, Irak, Mısır ve elbette İsrail’e yönelik dış politika çizgisini kökünden değiştirmesi çağrılarının AB ve ABD’nin taleplerinden ayrı düşünülmesine imkân yok. Kısacası Başbakan Binali Yıldırım’a köprü, havaalanı, metro, hızlı tren, enerji santralı gibi teknik icraatlar için ‘cevaz’ verenler aynı zamanda onu ‘siyasal’ alandan uzak durma hususunda da ‘ihtar’ etmiş oluyorlar.

Peki, Başbakan Yıldırım bu türden tembihlere açık, hizaya sokulmaya uygun mudur ki adeta bir seferberlik başlatılmışçasına brifing servisleri yoğun bir mesaiye başladı? Çok erken ve temelsiz bir tasallut girişimi olduğunu söyleyelim şimdilik.

Yeni kurulan Yıldırım Hükümeti’nin Avrupa Birliği Bakanı Ömer Çelik’in görevi devralır almaz verdiği ilk beyanat birilerinin kulağına küpe olmalı: “Türkiye için AB perspektifi çok önemlidir ama yegâne seçenek değildir.” Buraya hemen şunu da ilave edelim ki Çelik’in görevi devraldığı Volkan Bozkır’da aynı törende net bir perspektif veriyordu: “Türkiye-AB ilişkileri öğretmen-öğrenci ilişkisi değil, amir memur ilişkisi değil; eşitler arasında herkesin birbirine saygı duyarak hareket etmesi mecburiyeti vardır.

Bu söylemin devamlılığı şunun için önemli; AK Parti’nin gerek iç politikada gerekse dış politikada adım adım ördüğü bir çizgisi var ve bu çizginin kişiye bağlı olmadığı aşikâr.

Türkiye’nin AB ile yaşadığı gerilimin temelinde gerek doğrudan gerekse dolaylı olarak Suriye politikası var. Bu gerilimin yansımasını ABD’ye, Rusya’ya hatta diğer ülkelere de teşmil edebiliriz rahatlıkla. Dünya İnsani Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşmanın merkezinde yine Suriye vardı ve Suriye özelinde sergilenen gayri insani pozisyon karşısında AB kadar G7 de eleştirilerden nasibini alıyordu. Meselenin vizesiz dolaşım hakkından daha derinlerde olduğu, Türkiye’nin geri kabul anlaşmasını iptal etmekten öteye yaptırımlara sahip olduğu besbelli.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “bize ikide bir kriter dayatmasınlar” çıkışı AB ülkelerinde zannedildiğinden daha ciddi şekilde endişeler yaratıyor. Gerek serbest dolaşım hakkının engellenmesi gerekse terörle mücadele tasarıları dayatmak gibi gündemlerden ötürü AB ve Türkiye arasındaki rüzgârlar tersine çevrilmiş durumda.

İlişkilerin hepten kopma noktasına gelmesi ihtimali düşükse de AB’nin bu süreçten göreceği zarar Türkiye’nin göreceği zarardan daha büyük olabilir. Dolayısıyla son dönemde Türkiye’nin AB ve ABD’yle olan ilişkisi de Suriye, Irak, Mısır, Rusya veya İsrail politikası da birilerinin oluşturmak istediği algıdaki gibi Ahmet Davutoğlu’nun şahsıyla mukayyet ‘Sünnici’ bir politikadan ibaret değildir.

Hüsran İslam’a, Zafer Laikliğe mi?

Tekrar sahneye alınan senaryo İsrail’le, Esed rejimiyle, Sisi cuntasıyla hatta PKK-PYD’yle sonu anlaşmaya gidecek bir müzakere sürecinin açılması temelinde şekilleniyor. Dikkat edilirse müzakere edip yakınlaşmamız ve anlaşmamız telkin edilenlerin ortak paydası ‘laik-seküler’ kimliğe sahip olması. Çünkü Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği siyasal çizgi Mısır, Libya, Tunus, Suriye’de iflas etmiş ve bu türden bir çizgiyi Türkiye’de sürdürme gibi bir maceraya girişmeye hiç hacet yokmuş.

İslam ülkelerinde Burgiba, Kaddafi, Esed, Mübarek, Saddam tipi despotlar eliyle işlenen cürümlere değinmeksizin laikliğin zaferini ilan etmeye yeltenmek basit bir kurnazlıktan öteye iğrençliktir. Türkiye’de siyaset ve toplum Kemalist laiklik anlayışına, bu anlayış adına sergilenen askeri darbelere karşı direne direne varlığı koruyabildi. Kemalist darbeci örgütlenmeler tasfiye edilemeseydi başörtüsü serbest olabilir, kesintisiz eğitim sona erdirilebilir ve İslami sembol ve söylemler kamusal alanda var olabilir miydi?

Kemalist oligarşi eskisi kadar güçlü olabilseydi Türkiye halkı Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan gelen kardeşlerine kucak açamaz, despotik rejimler adına onlara karşı sürek avı tertiplerdi ancak.

Başbakan Binali Yıldırım’a görünüşte Ahmet Davutoğlu’ndan ama esasen Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan farklı hatta karşıt bir misyon yüklemeye yeltenenler çirkin ve çelimsiz bir tuzak peşindeler. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti kadroları ‘dava’yı sadece soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kadar önden ve sağdan yanaşan şeytanlara karşı da korumakla mükelleftirler. 

YAZIYA YORUM KAT

6 Yorum