Site dindarlığı
Otuz sene öncesine kadar, bırakınız elimizi, hayalimizin dahi ulaşmadığı makamlara ulaştık...
Servet ve şöhret kazandık...
Fark edilmeyişimiz fark edildi; ne zamandır parmakla gösteriliyoruz...
Allah için cebimiz de doldu...
Ama bize bir şeyler oldu: Cebimiz doldukça yüreğimiz boşaldı sanki: Sevmeyi, vermeyi, hoş görmeyi, şefkat etmeyi unuttuk...
Yaşama amacımızdan uzaklaşıp “sıradan”laştık. Gitgide “dünyacı” varlıklara dönüştük.
Fakirlere hâlâ bir şeyler veriyoruz, ancak “fakir” görüp rahatsız olmamak için etrafı surlarla çevrili “site”lerde oturmayı tercih ediyoruz.
Bizim gibi inanan, bizim gibi düşünen, bizim gibi örtünen, bizim gibi giyinen, bizim gibi yaşayan “sonradan görme Müslüman”ların içinde hayatın tadını çıkarıyoruz.
Aslında inanç dünyamızı kemiriyoruz!
Ne Peygamber Efendimiz’e benzeme çabamız kaldı, ne “tebliğ” mükellefiyetimiz...
İktidara eklemlenip nimetlerinden yararlanarak günümüzü gün ediyoruz!
Gerekçe malum: “Biraz da biz yaşayalım, ülkemizin nimetlerden biraz da bir yararlanalım.”
Bu bağlamda “Dindar iktidar”ların İslâm dâvâsına “yarar” mı, yoksa “zarar” mı verdiğini bir türlü kestiremiyorum.
Çünkü iktidara “mensup” olmak insanı öyle bir hale getiriyor ki, bireysel “hizmet”lerden bile alıkoyuyor!
“Müslüman”ın temsil işlevi ortadan kalktı. “İslâm” ve “Müslüman” ayrımı başladı. Halimizi-tavrımızı eleştirenlere “İslâm değil Müslüman’ım” deyip işin içinden çıkıyoruz. Güya İslâm Dini’ni “tenzih” ediyoruz. Oysa bu bal gibi bir “kaçak güreş!” Çünkü her Müslüman “temsil” mükellefiyeti bakımından “İslâm”dır. Yahut olmalıdır.
Peygamber Efendimiz’in “Ben İslâm değilim” dediğini duyan, okuyan var mı? Tam tersine O’na “yaşayan Kur’an” diyorlardı.
Bütün inandıklarını yaşayamamak elbette mümkündür. Ama Müslüman bundan pişmanlık duymalıdır. Biz ise bu yanlışı “fazilet” gibi görmeye başladık; “Çağın gereği” sayıp normalleştirdik. “Ne yapalım, bu çağda bundan fazlası yadırganıyor...”
Kim yadırgıyor peki: Allah mı, Peygamber mi?..
Ötesinden bize ne? Bunu söylemekle, “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” demenin arasında ne farkı var? Çağ mı kurtaracak bizi Cehennem’den, zaman mı? “Ehl-i dünya”nın sloganlarının Müslüman’ın yüreğinde ne işi var?
Nereden nereye geldik?
Bu durumda insan sormadan geçemiyor: Eski sadeliğimiz ve masumiyetimiz imanımızın eseri miydi, yoksa imkânsızlığımızın mecburiyeti mi?..
Servet ve şöhret içinde bile yaşanması gereken bir hayat nizamı değil miydi yani?
İsraf fukaraya haram da, zengine helâl mı?
Yahut tek soru: “Uzlaşma” ile “yozlaşma” arasında bir bağlantı var mı?
Çünkü “uzlaşma” diye yola çıktık, “yozlaşma”ya tosladık!
Şuradan da belli ki, eskiden hayatımızı “helâl” ile “haram”a göre şekillendirirken, şimdilerde “kâr” ve “zarar” hesabına göre şekillendiriyoruz...
Arkasından “faiz”, “repo”, “borsa”, “kredi” gibi maddi mülâhazalar geliyor.
Eskiden köy ve kasabalarda yaşarken daha saf, daha temiz, daha masumduk. Büyük şehirlere indik ineli, “Köyden indim şehre, şaşırdım birden bire” haline düştük.
“Tutunmak” için “acımasız” olmak gerektiğini öğrendik. Yüreklere basarken acıyan yüreğimiz zaman içinde acımaz oldu! Masumiyetimiz kurnazlığa dönüştü. Biz de tıpkı “ötekiler” gibi “ayak oyunu” yapmaya, ekonomik, siyasi ve sosyal “oyun”lar kurmaya başladık.
Altta kalanı kaldırmayı “vicdan borcu” sayan anlayıştan, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışına geldik.
Bize neler oluyor?
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT