Sır ve cinayet arasındaki fark
"Devlet sırrı" diye bir şey var.
En şeffaf devletin bile devlet sırrı olur. "Gizli diplomasi" de olur. Kamuoyu önünde, "tribünlerin heyecanı" sebebiyle görüşmeler çıkmaza gireceği için, devletlerarası ilişkilerde bazı şeyler saman altından yürütülür. Bu işi yapanlara güvenirsiniz, güvenmezsiniz, varılan sonuçları ülke çıkarlarınıza uygun bulursunuz bulmazsınız ama "Gizli diplomasi"yi, ya da "Devlet sırrı"nı devletlerin gündeminden çıkarmak mümkün değildir.
Dolmabahçe'de Başbakan'la Büyükanıt'ın "sırrı mezara gidecek" görüşmesi, Kılıçdaroğlu'nun ana miting malzemesi durumunda... Ama mesela, YAŞ görüşmeleri sırasında Başbakan'la Başbuğ veya Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan ya da Başbuğ arasındaki görüşmelerin tüm içeriği ile kamuoyuna açıklanması gibi bir talep kimse tarafından seslendirilmedi.
Ben de, Dolmabahçe görüşmesi olduğunda, "Başbakan bu görüşmeyi Gül veya Arınç ile bile paylaşmayacak mı" diye sormuştum. Kendi siyasi hayatı için hayati değer taşıyorsa, bunu bir anlamda kader arkadaşları olan bu isimlerle paylaşmamış olabilir mi? Bence olamaz ya da olmamalı.
Kim bilir belki de liderlerin en yakınlarıyla bile paylaşmadıkları sırları olabilir.
Ama kesin olan şu ki, "Devlet sırrı" vardır.
Buna kimi zaman "Rutin dışı işler" adı verilir.
Bazen o "Devlet sırrı", kamyon kazasına uğrar ve faş olmanın kapısına gelir.
Bazen "Devlet sırrı" karanlığı, başka kimi zaman kanlı, kimi zaman karanlık işlerin de "Devlet sırrı" gibi alınıp satılmasına ve bazı odakların kirli işlerini yürütmesine imkân verir.
"Devlet sırrı" devlet adamlarının namusu ile bağlantılı bir olaydır ama namus kavramının bile, esnetilebilir bir şey haline geldiği durumlarda, her şey çamura saplanabilir.
Türkiye, iç dış güvenlik sorunları yaşayan ve kimi zaman, bu "tehdit"lerle "hukuk içinde" baş edebilmekte zorlandığı değerlendirmelerine yönelen bir ülke.
İşte o duygu ve değerlendirmelerin, "devlet"i bunalttığı zamanlarda, nasıl "sır"lar oluşmuştur devlet katmanlarında?
"Fail-i meçhuller olgusunun ne kadarı devlet sırrıdır" sorusu bununla alakalıdır.
17 bin mi, daha az mı, daha çok mu ama kesin olan şu ki, Türkiye'nin bir dönemi, azımsanmayacak ve devlet için birkaç dosya oluşturacak fail-i meçhul cinayetlere tanık olmuştur. Fail-i Meçhul Raporu, Susurluk Raporu, birer Meclis raporudur. Kutlu Savaş Raporu, Susurluk'la ilgili bir Başbakanlık raporudur.
Mesela dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'a sunulan Kutlu Savaş raporunda şu ifadeler yer alıyor:
"-Ömer Lütfü Topal eğer öldürülmeseydi, ülkenin en kritik ilişkileri içinde istediği yere ve makama nüfuz edebilme imkânı bulacak ve birkaç yıl sonra da gerçek manada dokunulmazlığa kavuşacaktı. Şayanı şükrandır ki gelişmeler, Topal'ın hedeflediği noktaya ulaşmasını engellemiştir." (Rapor sayfa 58)
"-Abdullah Çatlı 3-4 yıl ceza verilerek kurtarılabilirdi, ortada bırakıldı.(sayfa 80). "
"-Bu uygulama bütün dünya ülkelerinde olduğuna göre bizde de olacaktır. Ama, hukuk devleti kuralları içinde bu tip kararlar alınacak ve devlet ciddiyeti içinde uygulanacaktır." (Sayfa 73)
"-Bu metotlar geçmişte uygulanmıştır. Halen de uygulanmaktadır. Gelecekte de uygulanacaktır." (Sayfa 104)
"-Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibilerine yönelik olanlar amacına ulaşmış ve PKK'ya sıcak çatışmadan daha fazla zarar verdirmiştir." (Sayfa 105)
Bir ülkede binlerce faili meçhul cinayet olup da, bunun toplum üzerinde bir yük oluşturmaması mümkün değildir. O yüzden, hangi "ali çıkarlar" üzerine kurulu olursa olsun, bu "rutin dışı" yükü gelip gelip toplumun boğazına tıkanıyor ve hesap sorulması talebi dile getiriliyor. Hele bu rutin dışı cinayetler; Kutlu Savaş'ın dediği gibi, ayak takımının kararlarıyla işlenmeye kadar varmış ve devletin eli kirlenmişse...
Faili meçhul işinde, birilerinin itham edilmesi ve yargı önüne çıkarılması söz konusu olduğunda, savunması genelde "Bu işin devlet sırrı olduğu, bir tuğla çekilirse her şeyin çökeceği" şeklinde yapılmıştır.
Mesela, bu işlerde en çok suçlananlardan biri olarak Mehmet Ağar, tam da buna benzer şeyler söylemiştir.
En son emekli Koramiral Atilla Kıyat, bir sürpriz yaparak, 1993-1997 yılları arasındaki faili meçhullere işaretle, "O dönemde yüzbaşı, üsteğmen olanlar bugün albay seviyesinde ve faili meçhulle suçlanıyorlar. Ama onlar onu o gün devlet politikası gereği yaptılar" diyerek, Ağar'a benzer bir söylemi seslendirmiştir. Yani parmağı ile o günün Süleyman Demirel'ini, Tansu Çiller'ini vs. göstermiştir.
Bence de o gün, devlet "rutin dışı" işler yapmıştır. Rutin dışı işlerin kurbanı olanların yakınlarının işin peşini bırakmaması gayet tabiidir.
Ama şu andaki "Devlet" ne yapabilir? Şu anda "devletin dizgini"ni elinde bulunduran kadrolar, öncelikle Cumhurbaşkanı, Başbakan ne yapabilir? Yoksa kestaneleri ateşten alma işini yargıya mı bırakırlar? Yargı da "sırlar sırra kadem bastı" diyerek işin içinden mi çıkar, kim bilir?
"Hayır" için sandığa gidilir mi?
Konsensüs'ün Habertürk için yaptığı kamuoyu araştırmasında "Hayır" görüşünde olanların yüzde 78.9 oranında sandığa gitmeyi düşünmediği sonucu çıkmış. Bu rakam "Evet" kanaatinde olanlar için çok daha az. (yüzde 21.1) Bu "Hayır" kanaatinin toplumu heyecana sürüklemediği noktasında önemli bir tespit. Nitekim sonuçlar daha çok netleşmeye ve kamuoyu araştırmalarında evetler arayı açmaya başladı. Konsensüs'te bile evetler yüzde 55.2'yi buldu, Pollmark'ta yüzde 60'lara dayandı.
BUGÜN
YAZIYA YORUM KAT