Sınırların Yeniden Çizilmesi Bahsi
Gerek Türkiye’ye dair gerekse Irak ve Suriye’ye dair sürekli yeni çizilecek sınırlardan bahsedilir, sık sık kimi yeni haritalar dolaştırılır ortalıkta. Kimi zaman kurulacak Kürdistan veya genişletilecek Ermenistan sınırlarıyla parçalanmış Türkiye haritaları kimi zaman da etnik ve mezhebi temelde üçe-dörde bölünecek Irak ve Suriye haritaları üzerinden geleceğe dair projeksiyonlar tutulur. Amerika ve Avrupa’nın ne kadar güçlü kudretli ve sinsi düşman oldukları, bu tuzağa muhatap olanların da bir o kadar saf, kullanıma açık ve edilgen oldukları vurgulanır bu bahislerde.
Son haritalarda ‘Rojava Devrimi’ zaferiyle kurulacak PKK birleşik kantonlarının Türkiye’yi demokratik standartları gayet yüksek bir ulus devlet olarak kuşatması için de tüm imkânlar seferber edilmişti. Hem içeride hem de dışarıda PKK’nın Kandil’den sonra Rojava ve Sincar’da tam bir hâkimiyet sağladığı, İran’ın işgal ve katliam timleri olarak örgütlediği fanatik Şii milisler eliyle Musul’da da Halep’te uygulanan projeyi uygulayacağına dair tam bir mutabakat vardı. Bunların hepsi birer ikişer hayata geçecek, Türkiye ve bölgedeki Sünni-İslami unsurlarsa boş gözlerle seyredecekti yeniden yapılandırılan sınır ve işleyişi. Alaycı ve kibirli analizlerin merkezinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çöken diplomatik maceraları vardı. PKK ve İran’ın Amerika ve Rusya’yla eşgüdüm halinde yürüttüğü diplomatik manevralarla Türkiye’yi nasıl kuşattığı güle oynaya aktarılıyordu.
Amerikan Piyadesine Fırat Kalkanı
Fırat Kalkanı Harekâtı önce beklenmedik bir hareket olarak sonra da etkisi son derece sınırlı, geri çekilmeye her an mecbur tutulacak bir operasyon olarak tartışıldı. Türkiye’nin Amerika ve Rusya’dan gelecek sert bir nota ile hızla bölgeden ricat edeceği, Esed rejimi veya İran askerleri tarafından kuşatılabileceği, PKK’nın sarsıcı saldırılarına her an açık olduğu vs. türünden sözler tehdit ve şantaj frekansından sarf edildi. Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) içi boş bir proje olduğu, Türkiye’yle sahada iş yapacak hiçbir unsurun olmadığı ısrarla söylendi. Peki, sonuç ne oldu? Gerek resmi beyanatları gerekse bu türden analizleri göz önünde tutarsak gelinen aşamayı nasıl izah edeceğiz?
TSK-ÖSO’nun El-Bab’a doğru ilerlerken PKK-PYD unsurlarıyla yaşanan çatışma bu süreçte ciddi bir kırılmanın ve pozisyon almanın işareti sayılmalıdır. Afrin bölgesindeki PKK militanlarının El Bab’a doğru hareketlenip IŞİD’den bazı bölgeleri alarak Türkiye’nin önünü kesme planı büyük bir hezimetle sonuçlandı. Türkiye uzun bir zamandan sonra ilk defa Suriye’ye büyük bir hava harekâtı düzenledi ve PKK’ye büyük zayiatlar verdirdi. Üstelik bu hava harekâtı Amerikan Savunma Bakanı Ashton Carter’in Türkiye’ye yapacağı ziyaretin arifesinde gerçekleşiyordu.
Rusya ve Amerika’dan yükselen tepkileri şöyle bir masa üzerine yatırıp bakınca Türkiye’nin giriştiği eylemleri gerçekleştirebilme iradesi ve kabiliyetini de az çok ölçebilmek mümkün oluyor. Üstelik Ashton Carter PKK’ya yönelik askeri harekâtı kınamak yerine Irak ve Türkiye’nin arasındaki gerilimi bir nebze olsun düşürmek üzere girişimlerine devam etmesi üzerinde ciddiyetle durmak lazım. Çünkü iki cümleden ibaret olan “Türkiye, Musul operasyonunda olmalı. Türkiye’nin güçlü bir müttefiki olmaya devam edeceğiz” beyanıyla Carter Suriye’deki piyade gücü PKK’nın Türkiye’yi dengelemekten son derece aciz ve gerektiğinde kenara çekilebilecek bir kuvvet olduğunu da itiraf etmiş oldu. İlaveten sonraki durağı ve kuklası Bağdat Hükümeti’ne ahval ve gidişatın pek de istenildiği düzeyde olmadı haberini uçurmuş oldu. Tehdit ve şantajlarla gündemi işgal eden Haydar el-İbadi’nin bir gün içerisinde yumuşayan tarzını şu cümlelerden okumak mümkündü: “Türkiye’nin Musul operasyonuna katılmak istediğini biliyoruz. Yardıma ihtiyacımız olursa Türkiye’den veya diğer ülkelerden yardım isteriz.”
Musul’da Tarih’in Aktüel Değeri
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemde yoğunlaştırdığı Lozan ve akabinde ortaya çıkan sorunları Suriye ve Irak bağlamında tartışmasının basit bir tarih-magazin meselesi olmadığı aşikârdır. Aksine Suriye ve Irak’a yönelik despotik rejimler ve emperyalist devletlerin sergilediği barbarlığa karşı oluşturmak istediği direncin tarihi arka planını da canlı tutarak meşruiyetini kuvvetlendirme cihetine gidiyor. “El Bab’a inmeyin diyorlar. Mecburuz ineceğiz” çıkışını temellendirirken adeta bölge politikasına ilişkin tezini şöyle özetliyordu: “Bin yıllık kardeşlik hukukuyla birlikte yaşadığımız insanların geleceklerinin karartılmasına rıza gösteremeyiz.”
Suriye ve Irak’a dair gerilim ve riskleri her geçen gün yükselten uluslararası müdahalelere Türkiye’nin seyircisi kalması İslam dünyasını kan gölüne dönüştürmekten başkaca bir sonuç doğurmuyor. Amerika ve Avrupa’nın müttefiklik ilişkisine gereğinden fazla önem atfetmekle Türkiye edilgenleşmekte ve zayıflamaktadır. Ancak Fırat Kalkanı Harekatı için çizilen rota ve hedeflerin sahaya hakim olanın diplomasiyi nasıl kontrol altına aldığının önemli bir temsili olarak iş gördüğünü hatırlatmakta fayda var.
Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında geçen şu cümleler dış politikada konsept değiştirebilmek için askeri unsuru devreye sokmanın ne kadar elzem olduğunu teyid ediyor: “İdlip'i, Halep'i, Münbiç'i, Haseki'yi, Musul'u, Kerkük'ü de, oralardaki kardeşlerimizin güvenliğini de kendimizinkinden farklı görmüyoruz. Biz hem kendi vatandaşlarımız hem de bölgemizdeki kardeşlerimiz için sadece ve sadece barış, huzur ve istikrar istiyoruz.” İsmi geçen şehirlere ve haritadaki konumlarına dair pek fazla söz söylemeye hacet yok.
Amerikalı ve Avrupalıların tekrar devreye soktuğu IŞİD tehdidinin son hikâyesi şöyle: “Musul’da ‘nükleer’ değilse de ‘kimyasal silah’ ürettiler.” Aman Türkiye uzak dursun diyor Batılılar ve uzantıları. Yok, bizim hayatımıza değer verdiklerinden değil, sınırları ve idari sistemi yeniden yapılandırmak istedikleri için. Tehdit ve şantajlardan tavsiye düzeyine düşen bu çağrılara kulak asmalı mı sizce?
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT