Şiddetin sorumluluğu
Türkiye'nin aydın kesimi bir süredir şiddeti tartışıyor. Ortada iki temel bakış var: Biri şiddetin doğrudan siyasetin 'antitezi' olduğunu, siyaseti olanaklı olmaktan çıkardığını, dolayısıyla şiddete kimin niçin yaptığından bağımsız olarak karşı çıkmak gerektiğini söylüyor.
Bu muhakemenin gerekçesi, siyasetin konuşmaya dayalı, daha doğrusu 'konuşmaya muhtaç' olması ancak şiddetin her türlü konuşmayı olanaklı olmaktan çıkarması. Söz konusu bakış, şiddet ortamında siyaset alanının kalmadığını vurgularken, siyasetin alanının daraldığı durumların şiddet ürettiğini de teslim ediyor. Diğer bir deyişle, muhtemel bir siyasi aktörün siyaset yapma olanakları tamamen kısılmışsa, o siyasi aktörün şiddete meyletmesi de kabul görebiliyor. Ancak konuşma ortamına dönülmesiyle birlikte şiddetin otomatik olarak gayri meşru konuma düşeceği belirtiliyor. Bunun nedeni şiddetin artık sıkışmanın getirdiği bir tür zorunluluk olarak görülemeyeceği, siyaset yapma imkânına rağmen yapılmış olan bilinçli bir tercih olduğu... Böylece siyasetin mümkün olduğu bir ortamda şiddetin tercih edilmesi, doğrudan siyasetin reddedilmesi ve dışına çıkılması anlamına geliyor. Öte yandan bu, şiddet uygulayan aktörün de gayri meşru hale gelmesinin yolunu açıyor, çünkü şiddet sadece öteki ile olası konuşmaları engellemekle kalmıyor, bizzat şiddet uygulayan aktörün kendi kesimindeki konuşmayı da engelliyor. Bu ise o aktörün temsil yeteneğini zedeliyor. Örnek vermek gerekirse, bu görüşün savunucularına göre, devlet zulmünün yoğunlaştığı dönemde PKK direnişi meşru görülebilirdi, çünkü siyaset yolunun kapalı olması nedeniyle temsil yeteneğinin sorgulanması da anlamlı değildi. Oysa şu anki şiddet tercihi bütünüyle gayri meşru bir yolu ifade ediyor. Dikkat edilirse bu yaklaşımın sahiplerince 'meşruiyetin' iki kökü bulunuyor: Öteki ile olası siyaset imkânlarının tercih edilmesi ve kendi cenahında açık konuşmaya dayalı bir siyaset ortamı yaratarak temsil gücünün buradan devşirilmesi.
İkinci temel bakış ise şiddetin bir tür siyaset olduğunu, sonuç getirdiğini ve haklı olma konumunun şiddeti kendiliğinden meşrulaştırdığını söylüyor. Burada bir nüansı atlamamak gerek: Bu yaklaşımın sahipleri şiddetin hiçbir şekilde eleştirilemez olduğunu savunmuyorlar ve şiddete kategorik açıdan destek de vermiyorlar. Ama şiddet eleştirisinin ancak 'içeriden' olabileceğini, yani haksızlığa uğrayan kesimin bir iç tartışması olarak yaşanabileceğini, dışarıdan bakanların ise bu tür bir eleştiriye hakları olmadığını öne sürüyorlar. Söz konusu bakış, mağduriyet meselesini merkeze alıyor ve haklı olma konumunu siyasetin dışına taşıyor. Diğer bir deyişle fail ile mağdur arasında siyaset açısından ontolojik bir farklılık olduğunu söylüyor. Yani hak, meşruiyet ve ahlak gibi kavramların fail ile mağdur arasında eşit veya simetrik olmadığını, ezilenlerin 'doğal olarak' veya 'ahlaken' ezilmeyenlere oranla daha geniş bir eylem alanına sahip olmaları gerektiğini belirtiyorlar. Bu durumda failin şiddeti ile mağdurun şiddeti arasında da bir eşitleme veya simetri oluşturma yaklaşımının doğru olmadığı noktasına varılıyor. Çünkü bu ikisinin ahlaki zemini eşit değil. Dolayısıyla mağdurun 'çözüm' olana dek her koşulda şiddet uygulaması meşru hale geliyor. Bu bakışın sahipleri esas adımın fail tarafından atılması gerektiğini ve bu adımın 'karşı taraf ne yaparsa yapsın' atılması gerektiğini savunuyorlar.
Bu iki bakış arasında epeyce köklü bir ayrışma var: Birinci bakış çözümün siyaset yoluyla geleceğini, ikincisi ise aktivizmle sağlanacağını düşünüyor. Birinci yaklaşım konuşmaya muhtaç bir çözüm algılamasına sahip. Oysa ikincide çözüm ilkesel doğruların yapılmasına indirgenmiş durumda. Kürt meselesi bağlamında her iki yaklaşımın da takipçileri olması çok doğal, çünkü bu meselede hem ilkesel olarak haklılıklar mevcut, hem de ancak siyaset yoluyla çözümlenebilecek konular var. Ancak ortada epeyce kritik bir nokta bulunuyor: PKK ve genelde Kürt siyaseti sadece ilkesel hakların alınmasına razı değil. Yani Kürtçenin eğitim dili olması onları 'kesmiyor'... Yerel özerklik de istiyorlar. Ne var ki bu ancak siyasetle elde edilebilecek bir sonuç. Oysa şiddet bizzat siyaset imkânını ortadan kaldırıyor. Kısacası aslında şiddet kullanarak PKK yerel özerklik talebinden de pratikte vazgeçmiş oluyor, bunun gerçekleşmesini belirsiz bir tarihe erteliyor.
Bunu niçin yaptığı ise açık: Siyaset sonucu belirsiz bir dinamik. Yerel özerkliğin olup olmayacağı, ne tür olacağı, bunun Kürtler tarafından ne derece benimseneceği bilinmiyor. Siyaset zaten bu riskin alınmasını ifade etmekte. PKK işte bu riski almak istemiyor... Şiddet PKK'yı siyasi sorumluluktan uzak tutmaya yarıyor. İkinci görüşün sahipleri henüz bu gerçeklikle yüzleşmiş değiller. Şiddetin apolitikleşmenin aracı olduğunu, apolitik ortamların ise totaliter kalıpları teşvik ettiğini göz ardı ediyorlar. Oysa siyaset imkânı varken tercih edilen şiddetin bir sorumluluğu var ve ondan kaçmak hiç kolay değil.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT