Şiddete karşı duruş geliştirme
Uzunca bir aradan sonra Türkiye'de siyasal şiddet yeniden boy gösteriyor.
Anlaşılan o ki, uzun vadede şiddetin tasfiyesini sağlamaya matuf bazı esaslı fırsatlar, "şahinler" olarak bilinen bazı çevrelerce göz göre göre harcanmak isteniyor. Ortam yeniden savaş lordlarınca teslim alınacak bir kıvama götürülmek isteniyor. Türkiye bunun altından kalkabilecek mi? Bunu zaman gösterecek. Ama şiddetin yerini alacak olan, sürdürülebilir barış ortamlarının tesis edilmesinin asgarilerini düşünmek için hâlâ zaman var. Bunun olabilmesi için de bazı ezberlerimizi gözden geçirmenin şart olduğunu düşünüyorum.
İlk olarak "siyasal şiddet" kavramı üzerinde özellikle durmak gerekiyor. "Siyaset" ile "şiddet" arasındaki ilişki çok yabancı ve aslında olmaması gereken bir tarihsel tuhaflık olarak görülüyor. Siyasetin bütün kurumlarıyla bir şiddet tekeli olduğu gerçeği unutuluyor. Aristo-[Hannah] Arendt sendromu üzerinden beklenen, olması gereken steril bir siyaset beklentisi bu. Ya da siyaseti şiddetten arınmış, müzakere temeline oturtan iyimserlik ve iyi niyet dozu alabildiğine yüksek saf bir bakış. Siyaset şiddetten arındırılabilir mi? Eğer siyasal tarihin birikimine dayalı bir çıkarsama yapacak olursak, manzaranın, bakanlara, bu beklentinin çocuksuluğunu hemen söyleyeceği ortadadır. Şiddetin en yüksek düzeyde örgütlenmesi anlamına gelen "savaş" tarihi, "siyasal" tarihin -değişkenleri tersten de okuyabilirsiniz- mütemmim cüzüdür. Her savaş nihayetinde siyasal olarak örgütlenir. Öte yandan sözü edilen bu iyimser bakış, siyasetin bütün kurumlarıyla şiddeti dışarıda bırakan değil; tam tersine onu örgütleyen bir olgu; siyasal iktidarın ise bir şiddet tekeli kurma kapasitesi olduğunu görmezden gelme eğilimindedir. Eğer siyaset öncesi kaba bir şiddet kullanımı ise; siyaset ile birlikte şiddetin yok edilmesinden değil; olsa olsa kullanımına bir düzen getirmekten söz edilebilir. Siyasetin yegâne başarısı da budur. Unutulmaması gereken, siyaset ile balkanlaşma arasındaki geçişli ilişkilerdir. Siyaset balkanlaşmayı -yani herkesin belli bir kan davası üzerinden şiddeti uygulama hakkını kendisinde görmesi- tasfiye eder ve şiddet tekeli kurar. Ama siyasetin aşınması yeni "balkanizasyonlar" üzerinden olur.
Politoloji [siyaset bilimi] öğretirken öğrencilere, siyasetin algılanmasında ilki uzlaşmacı, diğeri ise çatışmacı yaklaşım olduğu; hatta Duverger'in benzetmesiyle siyasetin her iki unsuru da içeren Tanrı Janus benzeri bir olgu olduğu söylenir. Yukarıdaki bakış sanılmasın ki "çatışmacı" ekolün bakışıdır. Tam tersine "uzlaşmacılığın" siyasette mümkün olduğunu kabul eden iyimserci bakışın tezleri üzerinden aslında siyasetin ne kadar çatışmacı olduğunun anlaşılmasıdır. Başka bir ifadeyle, uzlaşmacı okul bize çatışmanın ya da şiddetin sona erdirilebileceğini değil; olsa olsa yumuşatılabileceğini, düzenlenebileceğini, ehlileştirilebileceğini söylüyor. "Uygar" iddiasıyla siyaset, çatışmanın usullerinin belirlenmesi, barışçıl kılınması anlamına gelir; çatışma ya da şiddetin tasfiyesi değil.
şiddetin kurallara kavuşması
Şimdi geçici bir mizan çıkaralım: Mesela Westfalya Avrupa'sına [17. asır, 30 yıl savaşlarının ertesi] bakalım. Westfalya, savaşan taraflara savaşın hukukunu benimsetti. Yani artık kurallı savaşılacaktı. Taraflar bu kurallara uymakla yükümlüydü. Buraya kadar güzel. Lakin kurallı savaş, savaş olasılığını geriletmedi. Westfalya ilkeleri bir bakıma, artık eskisinden daha fazla savaşacağı, üstelik savaşarak eskisinden daha fazla bedel ödeyeceği belli olan bir dünyada, savaşın meşrulaştırılması, bu olmasa bile daha da kabul edilebilir bir tarihsel zorunluluk olarak gözükmesine yaradı. "Tarihsel kazanım" kavramıyla düşünmek bu satırların yazarına hep tuhaf gelmiştir. Tarihsel kazanımlardan bahsetmek apaçık bir zorlamadır. Tarihte neyin neye göre kazanım, neye göre de kayıp olduğunu kolayca tespit edebilmek mümkün gözükmüyor. Westfalya için şu kadarını söyleyebiliriz. O Barışık Dünya, ya da Kant'ın deyişiyle Ebedi Barış idealine matuf bir kazanım değildir. Olsa olsa savaşın daha da rıza gösterilebilir olmasına yaramıştır.
Siyasete çatışma algılaması üzerinden bakanlara gelince; bunlar zaten çatışmanın ve onun tabii uzantısında yer alan şiddetin tasfiye edilmesinde siyasete şans tanımazlar. Onlara göre siyaset bir tarihsel fenalıktır ve tarihsel bir fenalık olarak çatışma ve şiddet üretir. 19. asırda bu algılama da kendi içinde iki kutup ortaya çıkardı. Mesela Marx, siyasetin sönümleneceği ve en azından potansiyel olarak siyasal tarafları galebe çalan bir proje önerdi. Ardından gelenler, başta Lenin, bu projeyi alabildiğine siyasallaştırdı; Stalin ise bunu bir kâbusa çevirdi. Siyaset, reel sosyalist devletin büyüyen iktidarıyla bir tarihsel fenalık olarak sönümlenmek ne kelime, azgınlaştı. Marx'ın tezine karşı, diğer sosyalist bakışlar, özellikle anarşistler, tarihsel bir fenalık olarak siyasetin bütün kurum ve kuruluşlarıyla yıkılmasını savunuyorlardı. Bakunin "yıkmak, sonuna kadar yıkmak" diyordu. Marx ise onu akıl-dışılıkla suçluyor ve "yıkmak, ama yerine ne koyacağını bilmeden yıkmak" diye küçümsüyordu. Doğrusu, yıkılanın yerine konanın, yıkılmak isteneni daha beter kılan bir şey olduğu düşünülecek olursa anarşistlerin akıl-dışılığının aslında daha tutarlı olduğu bile düşünülebilir. Marx, anarşistler karşısında daha muhafazakâr ve devrimci olmaktan ziyade evrimcidir. Onun projesi ileri bir uygarlık düzeyi olarak gördüğü kapitalizmi sosyalizme dönüştürmekti. Oysa esas diyalektik riski hesaplayamamıştı: çoğu kez dönüştürülmek istenene dönüşme riski. Marx'ın eleştirdiği ve felsefesini "sefil" bulduğu Proudhon; Lenin'in "döneklikle" suçladığı Kautsky bu riski hesaplayabilen adamlardı. Anarşistler, gerçek sivil toplumun sivil şiddetten türeyeceğini ileri sürüyor, siyasetin sönümlendirilmesini değil, yıkılmasını savunuyorlardı. Tespitleri doğru, yöntemleri ise alabildiğine yanlıştı. Onların hesaplayamadığı ise araç-amaç tutarsızlığıydı. Bu tutarsızlık yıkıcıyı yapıcı kılmaktan koparan bir sonuç doğuruyordu. Ne yapalım, bu da diyalektiğin başka bir cilvesi...
Siyasetin, hele hele modern siyasetin tarihi kirlidir. Siyaset sivil toplumsal dünyaları kolonize eden bir tarihsel fenalıktır. Dönüşmekten çok dönüştüren bir yapılar dünyasıdır siyaset. İşçi sınıfının siyasal mücadelesi fiyaskoyla bitti. Emek yeni bir dünya oluşturma gücünü kaybetti. 1990'larda bu kez kültürel ontolojisi üzerinden sivil toplum umut oldu. Ama görüyorum ki, sivilliği her geçen gün tartışmalı hale gelen sivil toplumun siyasallaştırılması, beklentilerin aksine "siyasetin sivilleşmesini" değil, "sivilliğin siyasallaşmasını" -yani sivilliğinden olmasını doğuruyor. Oysa sorun, günlük hayattan, yani gerçekten sivil olması gereken dünyalardan başlayarak, ilişkileri iktidar ilişkisi olmaktan çıkarmak ve kurumsallık gücü kazanmış makro iktidarın nüfuz edemeyeceği bir sağlamlılığa kavuşturmakla alakalıdır.
istisnalar ve başka istisnalar
Bu, sivil dünyayı eşitlikçilikle ve hakkaniyetle donatacak olan bir ağın gelişmesi anlamına gelir. Çünkü iktidarsız bir günlük hayat istisnacılık yapmayacaktır. Carl Schmitt'in söylediği anlamda istisna koyan bizzat ve bizatihi siyasal iktidardır. İktidarın sahiplerinin değişmesi değildir önemli olan. Çünkü her iktidar kendi istisnalarını üretecektir. İktidara gelmenin kurtuluşçu bir anlamı yoktur. İstisna tutulanlar, bu kez kendileri birilerini istisna kılacaktır çünkü. Bu birileri, siyasal refleks gereği önceleri "dışarıdan", ama zamanın akışı içinde trajik, hatta dramatik olarak "içeriden birileri" olacaktır. Bu bir kısır döngüdür. Bu kısır döngüye düşmemek gerekir. Siyasal şiddet, iktidar çatışmalarının içinden doğuyor. Burada maharet "iktidara gelmek değil", "iktidardan arınmaktır".
Günümüzde siyasetin şiddet üreten tarafları daha da keskinleşiyor. Çünkü siyaset, tarih içinde kazandığı mesafeli ve dolaylı dili bir kenara bıraktı. Bu dil, şiddeti siyasetin ayrıcalığı olarak gören ve günlük hayatta kısasa kısas üzerinden işleyen kan davalarına dayalı şiddet kullanma geleneklerini tasfiye eden bir dildi. Bu dilin bütün terimleri -haklar, özgürlükler vb.- şimdi "kültür" gibi herkesi bir yerinden vuran hassasiyetlerle yeniden tanımlanıyor. Yani daha az şiddet yüklü bir dünyaya gitmiyoruz. Tam tersine şiddeti hassasiyetlere açıyoruz. Bu hassasiyetlerle herkes kendi şiddetini meşrulaştıracak bir şeyler elde ediyor. Bu da kaçınılmaz bir yeniden-balkanlaşma getiriyor.
Bir devlet kurmaktan daha önemli olan şeyin hukuklu, yani bireylerin garantisine sahip bir topluluk kurmak olduğunu anlayınca filizlenecek her şey. Maharet, bu topluluğu, başka topluluklarla hemhal edecek olan sürdürülebilir sivillikleri inşa edebilmekte. Bunu başarmak ise, siyaseti tarihsel bir zorunluluk olarak gören bir zihniyetin yerine onun tarihsel fenalığında ısrar eden bir zihniyeti donatmaktan geçiyor. Depolitizasyon ancak yerine bir şey koymadığınız zaman sorunludur. Apolitik hal, bir başka hali seferber edemeyince sıkıntılıdır. Bu sorun ve sıkıntılar bize daha esasta siyasallaşmanın sıkıntılarını unutturmamalı.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT