"Seyyid Kutub Pasifizme Çağırmadı"
Şehadetinin 46. yılında Şehid Seyyid Kutub'un mücadele mirasını ve etkilerini güncel bir zeminde S. Bülent Yılmaz ile konuştuk.
Haşim Ay'ın Haberi
Bugün şehit öğretmen Seyyid Kutub’un 46. şehadet yıldönümü.
Dün onu idam sehpasına oturtanlar bugün kendileri tarihin çöp kutusundaki yerlerini aldılar. O ise, geriye bıraktığı pak mirası ile hâlâ canlı ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor!
Seyyid Kutub’un şehadetiyle taçlandırdığı mücadelesine beşiklik yapan Ortadoğu bugün, ondan 46 yıl sonra çok önemli, tarihî gelişmelere tanıklık etmektedir. İslam halklarının uyanışında hiç şüphesiz ki doğrudan veya dolaylı olarak Seyyid Kutup ve diğer öncü şahsiyetlerimizin yönlendirici etkisi yadsınamaz. Seyyid Kutub’u bugün yeniden gündeme almak hem onun emeğinin olduğu bugünkü Ortadoğu’daki değişim sürecini konuşmak hem de Türkiye’de son zamanlarda yeniden alevlenen İslamcılık tartışmalarındaki “kökü dışarıdalık” vurgusuna cevap vermek için önemlidir.
Islah Haber olarak istedik ki şehadetinin 46. yılı vesilesiyle Ortadoğu’daki gelişmelere yaklaşım sorununu ve Türkiye’deki İslamcılık tartışmalarında öne sürülen “kökü dışarıdalık” mevzusu üzerinden aziz Şehidimizi analım.
Bu bağlamda sormak istediğimiz sorular ve görüşlerine değer verdiğimiz ağabeylerimiz var. Röportajlar dizisi halinde inşallah bize ulaştıkça sizinle paylaşacağımız bu sohbetimizin ilkini, Özgür-Der Diyarbakır Şubesi Başkanı Serdar Bülent Yılmaz ile yapılanı yayınlıyoruz.
Türkiyeli Müslümanların Seyyid Kutup çizgisi ile tanışmaları ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Gelinen noktada Seyyid Kutub’un mesajı yeterince anlaşıldı mı?
SEYYİD KUTUB’U GEÇ TANIMADIK
Seyyid Kutup, özellikle de “Fizilali’l-Kur’an”, “Yoldaki İşaretler” gibi eserleri üzerinden Türkçe okuyan kitleyle çok erken bir dönemde tanıştı. 1966 yılında Yoldaki İşaretler kitabı Türkçeye çevrilmişti bile. Yani Seyyid Kutub’u çok geç tanımadık. Seyyid Kutub’u gerçek anlamda hem tanıtan hem de arkasından kitleleri sürükleyen olay, onun şehadetidir.
Seyyid Kutub’un Türkiye Müslümanları üzerinde Kur’an’a dönüş, özellikle de mücadelede temel referansları merkeze alma ve yöntem bağlamında çok büyük katkıları var. Afgani, Abduh, Reşid Rıza geleneğini sürdüren Seyyid Kutub’un bu katkıları, Hasan El Benna ve özellikle de Mevdudi ile birleşince 1960’lı yılların sonu itibariyle Türkiye İslamcılığının seyrini değiştiriyor. Bu bağlamda Türkiye’de “İslamcı” olarak kendini tanımlayan veya bu kategoride değerlendirilen İslami kesimlerin neredeyse tamamının Seyyid Kutub’la şöyle veya böyle yakın bir ilişkisi vardır. Türkiye İslami hareketini çok derinden etkilemiştir. Her kesim ondan anlayabildiği kadarıyla faydalanmıştır. Dolayısıyla Şehidin fikirleri aynı olduğu halde farklı çevrelerde fikirleri farklı şekillerde tezahür edebilmiştir. Bu açıdan Seyyid Kutub her kesimce aynı şekilde anlaşılabilmiş ve düşünceleri aynı oranda pratize edilebilmiş bir kişi değildir. Bu maalesef birçok fikir adamının kaderidir. Eğer İslami kesimleri Seyyid Kutub’un iki temel açılımı açısından değerlendirsek belirttiğimiz bu olgu daha net bir şekilde ortaya çıkmış olur. Bunlardan bir tanesi Seyyid Kutub’un Kur’an çağrısı yani Kur’an’a, ‘öz’e dönüş; diğeri ise İslami mücadelede vahyin ilk muhataplarının Kur’an’ı anlama ve yaşama geçirme biçiminin esas alınarak tedrici bir yöntemin kabul edilmesidir. Birinci konuda İslamcı kesim kategorisinde değerlendirilen tüm cemaatler elbette ki mesajı doğru algılamışlardır. Bunu ne kadar uygulamaya koyabildikleri ayrı bir konudur ancak bu mesaj çok net bir biçimde alınmış ve aynı netlikte yaygınlaşmıştır. Bu açıdan İslami kesimin Seyyid Kutub’un bizi çağırdığı noktada iyi bir yerde durduğunu ifade etmek mümkündür.
KUR’AN NESLİ’Nİ YANLIŞ ANLAMA, YANLIŞ YAPILANMALARA NEDEN OLDU
İkinci nokta ise vahyin ilk muhataplarının Kur’an’ı anlama ve yaşama biçiminin yeniden Müslümanlar tarafından anlaşılma ve yaşama geçirilme ve bu bağlamda da tedrici/aşamasal mücadele yönteminin kabul edilmesi ve uygulanması… Tam da bu husus maalesef Türkiye’deki İslami kesimler tarafından yeterince fıkh edilebilmiş ve İslami mücadele yöntem ve sistematiği üzerinde yeterince etkili olabilmiş değildir. Mesela bu bağlamda Seyyid Kutub’un ıstılahımıza soktuğu önemli kavramlardan biri “Kur’an Nesli” kavramıdır ki, Seyyid Kutub’un İslami mücadele yöntemi, vahyin ilk muhataplarının Kur’an’ı anlama ve yaşama biçimi anlamında dile getirdiği ve bu konuda kavramsallaştırdığı en önemli terimdir. Türkiye İslami hareketi Kutub’un “Kur’an Nesli” söylemini maalesef kısa bir süre içerisinde olan biten ve somutlaşan, tebarüz eden bir olgu olarak anladılar. Öyle ki Şehidin düşüncelerinden ilham alan grupların çoğu, biraz da sol grupların örgütlenmelerinden devşirilen bir şekilde silahlı veya silahsız, katı hiyerarşik, toplumdan kopuk, gizli yer altı örgütleri şeklinde örgütlendiler. Dolayısıyla uzun projeksiyonlu, toplumun yeniden inşasını ve toplumsal ıslahı merkeze alan, aşama/tedric esasına dayalı, öncelikle Kur’an nüveleri olmayı gerektiren daha sonra toplumun her kesimine Kur’ani bir yaşamı örnekleyerek nitelikli bir Kur’an Nesli meydana getirmeyi hedefleyen “Kur’an Nesli” projesi basit örgütlenmelere sıkıştırılmaya çalışıldı.
Sizin de belirttiğiniz gibi Seyyid Kutub’un en temel kavramı bugünden yarına doğru bir gelecek tasarımı olarak “Kur’an Nesli”dir. Türkiye’de kendisini bu kavrama yakın hisseden kesimler tarafından genel olarak Kur’an dersleri vb. içe dönük çalışmalar üzerinden kadrolaşma ve örgütleme anlayışı oluşmuş vaziyette. Peki, Seyyid Kutub’un Kur’an Neslinin inşası için önerdiği yöntem gerçekten de birilerinin dediği gibi içerisinde yaşanılan topluma hâkim düşünce yanlışları ve yaşadığı reel sorunlar ile sistemin önümüze koyduğu sorun-sıkıntılarla ilgilenmemeyi mi gerektirmektedir?
SEYYİD KUTUB’U YANLIŞ ANLAMA, BERABERİNDE SOYUT TEVHİD ANLAYIŞINI VE PASİFİZMİ GETİRDİ
Seyyid Kutub’un yanlış anlaşıldığı hususlardan birisi de budur. Seyyid Kutub’un bizim sosyal, siyasal vb. problemlerle ilgilenmemizi istemediği, daha çok soyut anlamda bir tevhid anlayışını gündemleştirdiği iddiası Seyyid Kutub’un yanlış anlaşıldığı en önemli ve sorunlu noktalardan bir tanesidir. Seyyid Kutub’un “Kur’an Nesli” vurgusunu anlamayan Müslümanlar doğal olarak onun tevhid söylemini de anlayamamışlardır. Çünkü bu, bunun bir sonucudur. Zira Seyyid Kutup, İslami mücadeleyi bütüncül bir şekilde ele almıştır ve ilk Kur’an Nesli yani vahyin ilk muhatapları nasıl Hz. Peygamber’den Kur’an’ı anlayıp yaşama geçirdilerse ve nasıl ki bunu aşama aşama toplumsallaştırıp sonra da devletleştirdilerse ve nasıl ki Hz. Peygamber önderliğinde bu süreçte Mekki sûrelerin de çok fazla üzerinde durduğu gibi o toplumun sorunlarıyla ilgilendilerse Müslümanların da aynı şekilde hareket etmesini önermiştir. Fakat Seyyid Kutub’un söylediklerinin özünü kavrayamamanın sonucu olarak Şehidin tevhid anlayışı kuru bir tevhid söylemi olarak anlaşıldı. Ve özellikle de sosyal, siyasal, ekonomik alanlara dönük -buna insan hakları alanı da dahil- Müslümanların görüş serdetmesini veya bu alanlarla ilgilenmeleri bu konuyu yanlış anlayan kesimler tarafından pek hoş karşılanmamıştır. Oysa Seyyid Kutub’un önerdiği şey bu değildir. Aslında kaçınmamızı istediği şeyi doğru anlarsak Seyyid Kutub’un bizden istediği şeyi de anlamış oluruz. Seyyid Kutup tevhidin özünü bir kenara bırakıp ve toplumu ideal Müslüman bir toplum kabul edip sadece yönetimin değişmesiyle toplumun değişeceğini öngören yaklaşıma itiraz etmiştir. O bundan dolayı iktidar merkezli bir anlayışa Yoldaki İşaretler kitabında asla yer vermemiştir, ima dahi etmemiştir. Dolayısıyla önce toplumu dönüştürmek ve bunu da tevhidi bir zemin üzerine inşa etmek gerektiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla Seyyid Kutub’un tevhidsiz bir sosyal, siyasal, ekonomik mücadele anlayışını reddetmesi önemli bir şeydir. Çünkü toplumun ideal bir Müslüman toplum olup olmadığını tartışmadan tek sorunun imamet, hilafet, İslami devlet-yönetim eksikliği olduğunu ve onun çözülmesiyle tüm sorunların çözüleceğini düşünen geleneksel ıslahatçı anlayışa karşı çıkmıştır. Bu önemli bir şeydir çünkü bu yanlış yaklaşım, toplumu tevhidi çizgiye çekmek ve Kur’an’ın ilk muhataplarının gösterdiği şekilde toplumu ıslah ve yeniden inşa etmek görevini ıskalamamıza sebep oluyor. Seyyid Kutub’un dikkatimizi çekmek istediği nokta budur. O bizi tam olarak bir sapmadan diğer bir sapmaya sürüklenmemek konusunda uyarıyordu. Hz. Peygamber’in mücadelesini gayet iyi kavramış bir kişinin bizi soyut bir tevhidi söyleme çağırıp bunun somut tezahürlerini görmezden gelmemize sebep olacak bir düşünceye sahip olduğunu iddia etmek Seyyid Kutub’u daha başta hiç anlamamak anlamına gelir. Ancak tekrar edelim, Müslümanların Seyyid Kutup’tan bizce alması gereken en önemli mesaj, onun tedrice dayalı “Kur’an Nesli” olarak ifade ettiği metodik yaklaşımdır. Fakat bu yöntem dar bir alana kurban edilmiştir. Ve Seyyid Kutub’un Kur’an Nesli vurgusu dar kalıplı, toplumun da Müslümanların da tanımadığı gizli örgütlenmeler olarak algılanmıştır ki bu, Müslümanlara ciddi anlamda zaman kaybettirmiştir.
Bugün Ortadoğu’da aslında Seyyid Kutup gibi nice öncülerin zeminini oluşturmaya çalıştığı büyük ölçekli ayaklanmalar yaşanıyor. Ve bu ayaklanmaları gerçekleştiren başlıca unsur, kendisini İslam’a ait hisseden kitleler. Bu ayaklanmaların lokomotif güçleri arasında farklı kesimler olsa da Seyyid Kutup vb. öncülerin mirasından beslenmiş olan çağdaş İslami hareketlerin aktif inisiyatifi söz konusu. Onlar, bu gelişmelerin içerisinde kalarak yönlendirmeye çalışıyorlar. Ancak gel gör ki yine de yaşadığımız ülke başta olmak üzere Seyyid Kutub’un mirasını yakından tanıyan ve hatta bu mirası sahiplenen kişi-kesimlerin azımsanmayacak bir kısmı Ortadoğu’daki gelişmeleri yadsımakta, tahfif etmekte, belirli kaygılar sonucunda taraf olamamaktadırlar. Seyyid Kutup dünkü mirasıyla bugün aramızda olsa acaba tutumu nasıl olurdu sorusunu sormak yanlış mı olur? Sizce Seyyid Kutub’un düşünce dünyası Ortadoğu İntifadasına olumsuz yaklaşan, yadsıyan, tahfif eden Müslümanların tutum ve yaklaşımını meşrulaştıracak yönde bir yapıya elverişli midir?
SOYUT TEVHİD ALGISI SEYYİD KUTUB’U DA, KUR’AN’IN TEVHİD ANLAYIŞINI DA BUHARLAŞTIRIYOR
Tabii Seyyid Kutub’a kendi yaklaşımlarımızı söyletmeyi Seyyid Kutub’un hatırasına çok muvafık bir davranış olarak görmüyorum. Ancak Seyyid Kutup’tan ne anlıyoruz; Seyyid Kutup’tan kalkarsak böyle bir süreçte nasıl tavır almamız gerekir diye düşünürsek, tam da biraz önce geldiğimiz noktada meselenin kilitlendiğine şahit oluruz. Nedir o? Seyyid Kutup soyut bir tevhidi söyleme mi çağırmıştır, yoksa somut bir tevhidi anlayışın sosyal, siyasal, ekonomik bütün tezahürleriyle bir ıslah çabasına mı bizi çağırmıştır? Yıllarca Seyyid Kutub’un tevhid çağrısını soyut bir tevhid anlayışıyla hastalıklı hale getiren yanlış bir yaklaşım bizleri Türkiye’deki veya içinde yaşadığımız toplumdaki sosyal, siyasal, ekonomik sorunlar karşısında sessiz kalmaya, bunları görmezden gelmeye ve tüm bu sorunlar arasında bir hiyerarşi kurmaya götürdü. Çünkü önce “Tevhid gelecek, sorunlar bitecek!” gibi son derece hayattan ve Kur’an’ın bize öğrettiği metottan kopuk bir yaklaşım oluştu ve maalesef bu da Seyyid Kutub’a mal edildi. Bugün Ortadoğu devrim sürecinde de risk almaktan, net tavır ortaya koymaktan kaçınan ve olaylar karşısında sadece noterlik yapmaya kalkışan ve oturduğu yerden şuna doğru buna yanlış etiketi vuran, sadece dışarıdan değerlendirmeler yapan, neyin yapılıp neyin yapılmaması gerektiğini söyleyen ama hiçbir inisiyatif üstlenmeyen ve bunu da tevhidi anlayış ve yorumlayış biçimleriyle destekleyen bir yanlış yaklaşım ve tutum var. Bu, 1970’li yıllardan beri Seyyid Kutub’un tevhid söylemini soyutlaştıran yaklaşımdır. Bu, sadece Seyyid Kutub’un tevhid söylemini soyutlaştırmakla kalmıyor; aslında ve daha doğru bir ifade kullanacak olursak Kur’an’ın öğrettiği tevhid anlayışını soyutlaştırıyor. Biz Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in hem Kur’an’da hem de sünnette anlatılan mücadelesine baktığımızda sosyal-siyasal olaylarla tevhidi inşayı toplumsallaştırmanın paralel yürütüldüğünü görürüz. Kur’an, “La ilahe illallah” bayrağını gönüllere dikerken aynı zamanda, hem diri diri gömülen kız çocuklarının durumuna, hem mal ve servet dağılımındaki adaletsizliğe itiraz etmiştir, hem de hayatın tüm alanlarındaki adaletsizliklere, adaletsizliğin kaynağı olan mele ve mütrefine “La” demeyi öğretmiştir. Bu konuda yani tevhidin somutlaşması ve sosyalleşmesi konusunda Hz. Peygamber’in çok somut tavırları vardır. Bunları birbirinden ayırmamıştır Kur’an. Tevhid tam olarak zaten bu noktalarda doğru bir tavır ortaya koymayı Müslümanlara emretmiştir ama özellikle de riskli konularda inisiyatif almaktan kaçınan ve dolayısıyla her tutum ve yorumu akaidleştiren bir yaklaşım bugün Ortadoğu devrimleri konusunda da maalesef ya pasif kalmayı önermektedir ya da bu devrimleri bir takım komplo teorileriyle değerlendirerek pasif kalmanın gerekliliğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Seyyid Kutub’u doğru anlamış bir kişinin, ben, tam da bu devrimlere aktif ve dengeli olarak desteğini sunması gerektiğini düşünüyorum. Müslümanların ferasetine güvenmek zorundayız. Orada diktatörlere karşı canını veren Müslümanların kanlarının kutsallığına inanmak durumundayız. O kanların boşuna dökülmediğine inanmak zorundayız. Sadece Müslüman kanlarının değil, diktatörler karşısında mücadele eden herkesin bu mücadelesinin desteklenmesi gerektiğini düşünmeliyiz ama elbette biz son tahlilde Müslümanların projesini destekleriz. Kuşkusuz yanlış şeylere karşı çıkmalı ve müminleri ikaz etmeliyiz ama bunu bedel edenleri ilzam ve itham ederek, Müslümanların mücadelesi konusunda kafalarda istifhamlar oluşturarak yapmamalıyız. Ayrıca şunu da antre parantez ifade etmek isterim ki, Türkiye Müslümanlarından bazı çevreler, henüz hiçbir projelerini hayata geçirememiş ve kayda değer hiçbir somut başarı elde edememişken oturdukları sıcak ve yumuşak koltuklarından Ortadoğu’daki mücadele halinde olan Müslümanlara yol, yöntem, şeriat öğretmeye, onlar adına neyin doğru ve hikmetli neyin yanlış olduğuna karar vermeye kalkışıyorlar. Ben bu tavırda, açıkçası hem Türkiye dışındaki Müslümanları küçük ve yetersiz görme hem de onları pragmatizmin ve ihanetin içinde değerlendirme gibi bir müstağni tavır içinde görüyorum. Tam bir asırlık mücadele geçmişi ve kayda değer başarıları olan İhvan-ı Müslimin’i bile beğenmeyen ve onları ihanetin eşiğinde gören kesimlere kendilerinin mücadele geçmişlerini ve dünya İslami hareketlerine katkılarını gözden geçirmelerini öneririm. Seyyid Kutub’u bugünkü pasif ve sadece dışarıdan değerlendirmeler şeklinde tezahür eden yaklaşıma temel kılmak Seyyid Kutub’a vefatından 46 yıl sonra yapılmış en büyük haksızlıktır diye düşünüyorum.
Türkiye’de farklı paradigmalara mensup kişilerce son günlerde yürütülen bir İslamcılık tartışması var. Bu tartışmalarda –dün de alışık olduğumuz üzere- yoğun bir şekilde İslamcılığa ve İslamcılara dair “kökü dışarıdalık” eleştirisi yapılıyor. Dolayısıyla Seyyid Kutub da doğal olarak burada “dış” kategorisinde kalanlardan oluyor. Bu bağlamla beraber düşündüğümüzde neler söyleyebilirsiniz? Seyyid Kutub’un neremizde olması gerekiyor? “İç”imiz neresi, “dış”ımız neresi oluyor? Seyyid Kutub’un Türk-Kürt olmaması onu dışarıda kılmaya yeter mi? Burada “iç” ve “dış” değerlendirmesinin ölçüleri nedir?
SEYYİD KUTUP DÜŞÜNCESİ “KÖKÜ DIŞARIDA” DEĞİL, KALBİMİZİN TAM MERKEZİNDE YER ALAN EN “İÇERİDE” DÜŞÜNCEDİR!
Maalesef Türkiye İslamcılığının yıllardır mücadele ettiği milli din anlayışından yeterince arınılamadığı için bu “kökü dışarıdalık” ithamları her İslamcılık tartışmasında tekraren gündeme geliyor. Biz ulusal tanımlamaların tamamına ve her çeşidine karşı çıkmak durumundayız. Seyyid Kutup da zaten en fazla buna karşı mücadele etmiştir. Milli din anlayışı kendini etnik sınırlarla sınırlandırdığı için sadece aynı etnik kökenden olanları kendisine kardeş gören ve kendisi için resmi veya gayri resmi çizilmiş psikolojik veya maddi bütün etnik sınırları kutsal gören ve o sınırların içindekileri “içeri”den, sınırların dışındakileri de “dışarı”dan kabul eden bir yaklaşımdır ki; bu, ümmet anlayışımıza da Kur’an’ın uhuvvet, velayet kavramlarına da aykırı bir tavırdır.
Seyyid Kutup, Mevdudi, Malik Bin Nebi, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve daha niceleri bizim dışımızda falan değil bilakis içimizde, kalbimizin tam merkezinde yer alan en içeriden düşüncelerdir! “Kökü dışarıdalık” iddiaları tabii ki milli anlayışın hastalıklı kafasının ürettiği kirli anlayışa dayanıyor ki, bunu elimizin tersiyle zaten itmek ve reddetmek durumundayız. Bunu yapmadan bırakın İslamcılık iddiasında olmayı Müslümanlık iddiası bile havada kalır.
Son olarak neler eklemek istersiniz?
BUGÜNKÜ ORTADOĞU İNTİFADASI ŞEHİD ÖNCÜLERİMİZİN MÜCADELESİNİN MEYVESİDİR
Seyyid Kutub’un şehadetle taçlanan mücadelesini Müslümanlar için örnek alınması gereken ve bugün de hayır ve duayla yâd etmemiz gereken, sadece “yâd etmek”le de kalmayıp aynı zamanda örnek almamız ve sürdürmemiz gereken yolumuzu aydınlatan bir mücadele örnekliği olarak görüyoruz. Onun şehadeti sadece Türkiye İslami hareketini değil, aynı zamanda dünyadaki bütün İslami hareketleri çok olumlu yönde etkilemiştir. Şehidin kanının bereketi saçılıp ulaştığı her yere İslami mücadele şevkini filizlendiren bir ekin olmuştur. Bu bereketi dünyanın her yerinde yaşıyoruz. Şehid Seyyid Kutup gibi, Şehit Hasan El-Benna gibi öncülerin verdiği mücadeleler bugün Ortadoğu devrimlerinin asli dinamiğidir.
Seyyid Kutub’u elbette ki tabulaştırmıyoruz. Onun da olgunlaşmamış ya da bize göre yanlış olan düşünceleri var. Ne Seyyid Kutup ne de bir başkası söylediği her şey mutlak doğru kabul edilecek “layüsel” kişiler değillerdir. Seyyid Kutub’un düşünceleri de o çağın kendi koşulları içerisinde Kur’an’ın bir yorumlanışı olarak değerlendirilip aşılması gerekiyor. Seyyid Kutub’un yolundan gitmek, Seyyid Kutub’un bize öğrettiği doğruları yaşatmak ayrı şey, Seyyid Kutupçuluk yapmak ayrı şeydir. Seyyid Kutupçuluk yapmak Seyyid Kutub’un en çok karşı çıktığı şeydir. Dolayısıyla biz Müslümanlar olarak Seyyid Kutub’u rahmetle anıp onun doğrularını şevkle yaşatmak durumundayız. Kendisine tekrar bu münasebetle Allah’tan rahmet diliyoruz.
İslah Haber
HABERE YORUM KAT