Seyyid Hasan Nasrullah’a Açık Mektup
Bismillahirrahmanirrahim
Sayın Hizbullah Genel Sekreteri,
Sizi 2000 yılında tam anlamıyla tanıdım. “İsrail” işgal ettiği Lübnan topraklarından sizin kararlı ve ahlâkî direnişiniz sayesinde geri çekilmek zorunda kalmıştı. Çiçeklerle işgalciler tarafından terk edilen topraklara giren Hizbullah güçlerinin başında o tarihte siz vardınız.
Muhterem Nasrullah,
Sizi ve sizin yetişmenizde emeği olduğunu bildiğim merhûm üstad Seyyid Muhammed Fadlullah’ın İslâmî değerlere yaklaşımınızı yakından takip etme imkanım oldu. Özellikle merhum Fadlullah’ın İslâmî maslahatlarda ahlakîliği ve ilkeliliği gözetmeye dair ortaya koyduğu ilmî çaba takdire şayândı.
2006 Temmuzunda Lübnan İslâmî Direniş Hareketi’nin gösterdiği tarihi direniş ve Siyonizm'e attığı tokatı unutmuyoruz. Bizler sizi o günlerde altını çizdiğiniz “Vaadlerine Sâdık” ve “Sözü Güvenilir” olma vasıflarınızla tanıyoruz. Çünkü siz ve mensubu olduğunuz hareketiniz bunun slogan ve sözden ibaret kalmadığını bizzat fiillerinizle bize göstermiştiniz. Bu sebepledir ki siz savaşın ve uluslararası hukukun bir ahlâkı olması gerektiğini de bizlere öğrettiniz. O günlerde hatırlarsanız Hizbullah’ın Siyonist saldırıya karşı direnişi bazı çevrelerce Lübnan halkını tehlikeye atmak, İsrail saldırganlığını azdırmak ve ülkenizin bombalanmasına sebep olmak olarak yansıtılmaya çalışılmıştı. Oysa ahlâkî olan reel-politik dengelerden ziyâde halkın hakkını savunmaktı. Siz 2006’da dünyaya bunu gösterdiniz.
Muhterem Seyyid,
Dün ve bugün ortaya koyduğunuz bu ahlâkî tutarlılığınız sebebiyle sizinle dertleşmek istiyorum. İslâmî Direniş Hareketinin Lübnan içerisinde 14 Martçı bloğa karşı Suriye rejimi ile beraber hareket etmesini Lübnan dahilindeki maslahatınız gereği olduğunu anlayabiliyorum.
Bildiğiniz üzere Suriye bugünlerde zor bir süreçten geçiyor. Ama Suriye bu sürece yeni girmedi. 1982’de Hama şehrinde yaşanan ve insanlık tarihine büyük bir insanlık suçu olarak geçen en az 25 bin kişinin katledildiği elim olay bugünkü sürecin kökeninde yatmaktadır. Hama katliamı sonrası Suriye’de halkın yaşadığı sosyal travmayı ve gittikçe artan baskı politikalarını elbette benden daha iyi biliyorsunuz. Suriye’nin 48 yıldır olağanüstü halle yönetildiğini, halkın en doğal haklarından mahrum olduğunu, basın özgürlüğünden, muhalefet hakkından, adil yargılanmadan ve daha birçok insan haklarından mahrum bırakıldığını biliyorsunuz.
Muhterem Seyyid,
Tunus Devrimiyle başlayan son sürecin etkisi bu mahrum ve mazlum halkı da ümitlendirmiştir. Siz de Tunus, Mısır, Libya ve Bahreyn’deki söz konusu haklı halk taleplerinin yanında yer aldınız. Genel Sekreterliğini yaptığınız hareketin televizyon kanalı el-Menâr TV her ne kadar Suriye’deki gelişmeleri sadece dış güçlerin kışkırtması ve komplosu olarak yorumlasa da dış güçlerin muhtemel etkinliklerine bu baskı ortamı zemin hazırlamaktadır. Suriye halkının yaşadığı baskılarla Libya, Tunus, Yemen ya da Mısır halkının yaşadığı baskılar birbirinden farklı değildir. Yıllardır haklarından mahrum bırakılan insanlar sokaklara dökülmekte, üzerlerine taramalı tüfeklerle yaylım ateşi açılmakta, ertesi gün öldürülen evlatlarının cenazesine katılan insanların üzerlerine de güvenlik güçleri tarafından aynı şekilde ateş açılmaktadır. Eğer Suriye’de bir “fitne” varsa bu fitnenin sebebi tek bir taraf değildir. Fitneden çıkış yolu despotluk değildir.
Sayın Nasrullah,
19 Mart’ta yapmış olduğunuz konuşmanızda “Tunus’ta, Mısır’da Bahreyn’de ve Libya’da gençlerin göğüslerini mermilere siper ettiğini gördük. Bu ise şiddet ve sindirmenin halkı sahne dışına itmede yetersiz kaldığını göstermektedir.” dediniz. Acaba Bananyas’ta, Lazikiye’de, Haleb’te, Hama’da, Dimeşk ve Dar’a’da göğüslerini mermilere siper eden gençlerin görüntüleri 1963’ten beri hüküm süren tek parti, 1970’den beri süregelen tek adam rejiminin şiddet ve sindirmesinin yetersiz kaldığını göstermemekte midir?
Muhterem Seyyid,
15 Mart’tan bu yana Suriye’de 300’e yakın insan katledildi. Öldürülenler arasında küçük çocuklar da mevcut. İnternete yüklenen ve dünya medyasına yansıyan videolardan çok net biçimde görülmekte ki bugün Suriye sokaklarındaki görüntülerle 2006’da Güney Lübnan’da yaşanan görüntüler birbirine çok benziyor!
Siz, 19 Mart’taki konuşmanızda “İran’ın Filistin konusundaki tarihi tutumu mezhebi mi yoksa ahlaki ve insani midir?” demiş ayrıca Şeyh Karadavî’yi de şu ifadelerle eleştirmiştiniz: “Hayretler içerisinde kalıyoruz. Bazıları Mısır’da insanları sokağa davet ediyor, Libya’da halkı Kaddafi’yi öldürmeye çağırıyor; ama mesele Bahreyn olunca kaleminin mürekkebi kuruyor.” Bu ifadelerinize yürekten katılmakla beraber aynı cümleleri şu şekilde de kuramaz mıyız: “İran’ın Suriye konusundaki tutumu politik mi yoksa ahlaki ve insani midir?” “Hayretler içerisinde kalıyoruz. Bazıları Bahreyn’de insanları sokağa davet ediyor ama mesele Suriye olunca kaleminin mürekkebi kuruyor!”
Muhterem Seyyid,
Bu dertleşmeyi gerçekten yaşadığım hayal kırıklığı üzerine kaleme alıyorum, elbette sizden bugünlerde Suriye’de yaşanan insanlık dışı uygulamalar, katliamlar ve baskı politikaları sebebiyle Suriye devletiyle tüm ilişkilerinizi kesmenizi istemiyorum. Bölge dengeleri açısından Lübnan’daki direnişin maslahatını gözetmenizi de anlıyorum. Ama direnişin İslâmî direniş olması ve öncelikle İslâmî davetin dostu, kardeşi de olsa zulüm işleyene hakkı tavsiye etmek olduğunu Hakkı tavsiye etmenin ve mazlumların haklarını savunmanın her türlü uluslararası ilişkiden daha önemli olduğunu sanırım size hatırlatmama gerek yok. Çünkü siz, 10 Nisan 2011 konuşmanızda şöyle dediniz: “Bahreyn halkı, ülkenin idaresinde pay sahibi olmak istiyor. Müslüman halkı desteklemek, iç işlerine müdahale değildir. Bu ahlaki bir görevdir. Biz, Mısır ve Tunus halklarını da destekledik. Bahreyn’deki sorun bir mezhep sorunu değildir, demokrasinin olmaması sorunudur.” Şimdi ben de şunu diyorum: Müttefikiniz olan Esed rejimine doğrudan kendi halkına yönelik dengesiz aşırı güç kullanımına son vermesi çağrısında bulunabilirsiniz. Müslüman Suriye halkının haklı taleplerini destekleyebilirsiniz. Bu Suriye’nin içişlerine karışmak demek değildir. Bu ahlâkî bir görevdir. Çünkü Suriye’deki sorun tıpkı Bahreyn’deki gibi mezhebî değil demokrasinin olmaması sorunudur. Bir ülke halkı en doğal insanî haklardan mahrum bırakılmışsa o ülke düzenini yıkmak isteyen dış güçler bu mahrumiyeti kullanmak isteyeceklerdir. Bu gayet normaldir. O halde yapılması gereken istismara açık bu baskı ortamının ortadan kaldırılmasıdır.
Hizbullah hareketi Suriye yönetimini bu çözüm yoluna davet edebilir ve halk talepleriyle iktidar arasında bir arabulucu olabilir. Ama maalesef siz buna yönelik bir adım atmak yerine aynı konuşmanızda şöyle diyorsunuz: “Suriye ile iyi ilişkiler kurmaktan iftihâr ediyoruz!” İftihâr ettiğiniz bu iyi ilişkilerin sadece Lübnan ve Filistin halklarının maslahatı için değil aynı zamanda Suriye halkının maslahatı için de bir imkân, bir köprü olduğunu hatırlatırım size…
Muhterem Seyyid,
Şayet mevcut iktidarla geliştirdiğiniz bu iyi ilişkilerinizi halkın özgürlük talepleri ile yöneticiler arasında bir diyalog vesilesine dönüştürmezseniz bunun tarihi sorumluluğu çok ağır olacaktır. Mezhep çatışmasını körüklemek isteyen vesvesecilerin elinde bir oyuncağa dönüşecek, Lübnan’daki haklı direnişin üzerine Şiilik örtüsü örtülecektir. Suriye halkının hafızasında Hizbullah’ın kendilerine ihanet ettiği, sadece kendi çıkarını düşündüğü, onları yalnız bıraktığı düşüncesi yerleşecektir.
Ben halen sizin sözünüze sâdık ve tutarlı bir önder olduğunuzu biliyorum. Ama tarih bazen bizi eleştirdiğimiz insanlarla aynı duruma düşürebiliyor. Bir kardeşiniz olarak sadece bir dertleşmeydi bu. Suriye’de katledilen halkın kanı Filistin’de, Lübnan’da, Bahreyn’de katledilen insanların kanından ucuz değil. Hepimiz Allah’a hesap vereceğiz ve hakkı tavsiye etmek, yöneticilere hak sözü söylemek en önemli sorumluluklarımız arasında yer alıyor.
Rabbim, Lübnan İslâmî Direniş Hareketi'ni Siyonizm karşısında nice zaferlere ulaştırsın.
Allah’a emanet olunuz...
Kardeşiniz Bülent Şahin Erdeğer
11 Nisan 2011 İstanbul/Türkiye
YAZIYA YORUM KAT