Şeyh Said Soruşturması-2
Şeyh Said ve kıyamı hakkında bir soruşturma yapan Islahhaber, Ahmet Kaya'nın cevabını yayınladı.
Islahhaber, Şeyh Said Soruşturmasının birinci bölümünde Bahadır Kurbanoğlu’dan sonra Fıtrat Haber editörü Ahmet Kaya'yı sayfalarına konuk etti.
Haşim Ay’ın hazırladığı sorulara Ahmet Kaya’nın verdiği cevabı Islahhaber’den iktibas ediyoruz:
ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİ KİMLİK SORUNLARI BAĞLAMINDA ŞEYH SAİD OLAYI
BÖLÜM SORULARI:
1. Cumhuriyet rejiminin Kürt sorunu namına devraldığı miras nasıldı? Rejimin kuruluş aşaması ve sonrasında soruna karşı yaklaşımı nasıl olmuştu? 1925 Şeyh Said kıyamının rejimin oluşum ve gelişim tarihine etkileri nelerdir?
2. Şeyh Said'e isyan ettiren nedenler nelerdi? Neden kıyam edildi?
3. Şeyh Said kıyamı, kendisinden önceki Kürt isyanlarının tıpkısının aynısı mıydı?
4. Kıyamın başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açan faktörler nelerdi?
5. Şeyh Said kıyamı sonrasında Takrir-i Sükûn, İskân kanunu, İstiklal Mahkemeleri vb. sonuçları oldu. Toplum üzerindeki vesayeti arttırmak için rejim Şeyh Said olayını bir bahane olarak mı kullandı?
6. İstiklal Mahkemeleri zabıtları halka açılmış durumda. Şeyh Said olayını İstiklal Mahkemeleri üzerinden inceleyen çalışmalar oldu mu?
7. "Yakılma yılları" şeklinde de literatüre geçen olayların Şeyh Said kıyamı ve sonuçlarıyla bağlantısı var mıydı? Sonraki yıllarda da yakma-yıkma politikasının tezahürleri oldu mu?
8. Bu kıyamın bastırılmasında uçakların da kullanıldığı ifade ediliyor. Hatta TC'nin ilk defa uçaklarını bu kıyam sürecinde kullandığı söyleniyor. Bununla ilgili tarihi vesikalar ve somut bilgiler mevcut mu?
***
AHMET KAYA'NIN CEVABI:
CUMHURİYET DÖNEMİ KÜRT SORUNU, OSMANLI DÖNEMİNDEN MİRAS DEĞİL
1) Bu soruyu cevaplamak iyi bir mukaddime kurmayı gerektirir. Zira Cumhuriyet öncesi durumun, sonrası adına nasıl bir miras olduğunu ortaya koymak için dikkatlerden kaçırılmaması gereken mühim bir nokta var.
Öncelikle "miras" sözcüğünün, cumhuriyet öncesi dönemin uygulamalarının, cumhuriyet sonrası uygulamaya temel teşkil ettiğini ifade edecek, böyle bir anlamı çıkaracak ya da bu türden bir algılamaya sebebiyet verecek bir kullanıma açık olduğunu bilmek durumundayız. Ki bu açıdan miras sözcüğünden yola çıkarak böylesi bir algılamada bulunmak doğru olmaz kanısındayım. Zira sonrası uygulamalar mirasolarak adlandırılan önceki uygulamalarla kıyas edildiğinde birbirinden oldukça farklı iki dönemi görmekteyiz. Dolayısıyla sonradan olan uygulamaların öncekilerden miras kalmadığını bilerek mirassözcüğünü anlamlandırmalıyız. Malum olduğu üzere sosyal ve tarihî olaylara ilişkin kullanımlarda mirasdenildiğinde genelde eskinin süregelen ve devamını teşkil eden gelenek akla gelir. Oysa pek ala mümkündür ki öncelerin sonraya bıraktığı miras olumluyken, sonranın uygulamaları bu mirası tersyüz edebilir. Yani sosyal ve tarihî olayların da bir miras yediliğinden söz edilebilinir.
Cumhuriyet rejiminin Kürt meselesine dair devraldığı mirası irdelemek için kendinden önceki dönem olan Osmanlı dönemi uygulamalarına bakmak yeterli gelir kanaatindeyim. Osmanlı öncesi dönemlerin uygulamalarının Kürt meselesinin tarihî seyri açısından önemi ve etkisi tartışılmazdır. Ancak bir dönemin uygulamalarına ilişkin devralınan mirasın sorgulanması sırasında tarihin uzun dönemlerini içine alacak şekilde bir değerlendirmeye girmeyi gerekli bulmadığım gibi yöntem açısından da ve bu soruşturmanın amacı açısından da doğru bulmuyorum. O nedenle de direkt olarak amaca matuf olan dönemin dışına çıkmayacağım.
CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEMDE KÜRTLERİN ONTOLOJİK SORUNU YOK
Cumhuriyet öncesi dönemde Kürtlerin varlıklarıyla ilgili bir problemleri yoktur. Kendilerini ayrı bir halk olarak tanıtmak ve ispat etmek zorunluluğu da yoktur. Zira onları ayrı bir halk olarak gören, kendine özgü dilleri olan ve farklı bir millet olarak gören bir yönetimin, halkların ve milletlerin muhataplarıdırlar. Kimseye kendi varlıklarını, farklılıklarını kabul ettirme zorunluluğuyla karşı karşıya değildirler.
Yönetimle farklı dönemlerde farklı nedenlerden dolayı yaşadıkları problemler onların varlık sorunu üzerinden gerçekleşen problemler değildir. Konumuz kapsamında olmadığı için bunları irdelemek gereksizdir.
CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEDE KÜRT SORUNU İDARÎ BİR SORUNDU
Ancak Cumhuriyet öncesi dönemde Kürtlerin kendilerini yönetmede sıkıntı yaşadıkları bir gerçektir. Var olmalarına ilişkin sıkıntılarının olmayışı, sorunlarının ve sıkıntılarının olmadığı anlamına gelmemelidir. Kaldı ki özellikle yönetim alanında yaşadıkları sıkıntıların büyük oranda kendi tarihî miraslarıyla ve eğer halkların sosyolojik genlerinden bahsedilebilecekse bu alanda yaşadıkları sorunların sosyolojik genleri ile alakalı olduğu gerçeği de gözden kaçırılmamalıdır. Yavuz Selim'in Kürt beylikleriyle yaptığı antlaşma sırasında beyliklerin idaresini sağlayacak bir beylerbeyini kendi aralarında seçmelerini önermesi karşısında Kürtlerin kendi aralarında bir beylerbeyi seçmelerinin mümkün olmayacağını, bunun bir iç kargaşaya neden olacağını bildirip direkt yönetim tarafından atanacak bir beylerbeyinin atanmasını arzulamaları, söylemek istediğime örnek teşkil edecek en bariz misaldir.
CUMHURİYET REJİMİ, KÜRTLERİN İNKÂR VE İMHASINI ÖNGÖREN BİR MİRASI DEVRALMIŞ DEĞİLDİR
Toparlayacak olursak; Cumhuriyet rejimi, Kürtlerin inkâr ve imhasını öngören bir mirası devralmış değildir. Bu yüzden rejim menfi bir mirasın gereği olarak Kürtleri inkâr ve imhayı öngördü demek gerçekçi bir yaklaşım olmadığı gibi insaflı bir yaklaşım da olmaz.
Kuruluşundan itibaren yeni Cumhuriyet rejimi Kürtleri dillendirilenin aksine farklılıklarıyla kabul etmeye ve tanımaya uygun bir zihniyet taşımadığını ilk birkaç uygulamasıyla ortaya koydu. Bu zihniyetin en belirgince tezahür ettiği hadise Lozan Antlaşması'dır. Zira Lozan'da azınlık olarak görülmeyen ve asli unsur olarak görülen, Türklerle eşit haklara sahip olarak addedilen Kürtlerin kendi dilleriyle eğitim görmelerini bir kenara bırakın konuşmalarının dahi yasaklanmaya başlanması aslında onların ayrı ve farklı bir millet ya da halk olduğunun kabul edilmediğinin delilleridir.
ŞEYH SAİD OLAYI, REJİMİN MUHALEFETE YAKLAŞIM BİÇİMİNİN PROTOTİPİDİR
Yöneltilen soruda Şeyh Said (r.a)'in kıyamının rejimin oluşum ve gelişim tarihine etkileri nelerdir? kısmının, Cumhuriyet rejiminin Kürt sorunu namına devraldığı miras nasıldı? Rejimin kuruluş aşaması ve sonrasında soruna karşı yaklaşımı nasıl olmuştu? kısmından sonraya alınması, kıyamın rejimin Kürt sorunuyla alakalı boyutunun varlığını ortaya koyması açısından oldukça isabetli bir devam olmuş kanaatindeyim.
Yukarıda değindiğim gibi yeni rejim Kürt varlığını kabul etmeyen bir zihne sahipti. Elde kalan topraklarda yaşayan herkesin Türk kimliğinde birleşmesini gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Dolayısıyla bunu kabul ettirmek öncelikli hedeflerindendi. Bu zoraki kabul ettirmeye karşı bir tepki olarak Şeyh Said'in kıyamı, rejimin oluşum safhasında muhaliflere karşı gerektiğinde nasıl bir zorbalığı dayattığını göstermesi açısından ve sonraki dönemlerinde de bu geleneğin nasıl da sürdürebileceğini gösterip bu strateji üzerinden nasıl da gelişimini tamamladığına dair önemli bir tarihî vesikadır. Hatta denebilir ki, rejime muhalefetin bastırılma yönteminin hukuksuz, sınırsız ve ahlaksız bir şiddet üzerine kurulduğunu ve bu yöntemin rejimin karakteristik özelliği olacağı bu kıyamla perçinlenmiştir.
ÖNDERLERİN İNANÇLARI KIYAMIN NEDENLERİNDEN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ
2) Şeyhin Kıyam etmesinin nedenini iyi irdelemek öncelikle kıyamına saygımızın gereğidir. Öte yandan iyi bir irdeleyiş, kıyamının nesillere doğru tevarüs etmesinin de garantisidir. Bunun için mümkün olduğunca dikkatli tetkitler yapmak zorundayız. Yapılan bütün tetkikleri önyargısızca dikkate değer olarak görüp irdelemek durumundayız.
Genel olarak Şeyh Said (r.a)'in neden kıyam ettiğini sorarken aslında kıyamıyla alakalı yapılan değişik değerlendirmelerin (Dinsel mi, ulusal mı) hangisinin doğru olduğunu ortaya çıkarmayı amaç ediniyoruz.
Oysa sorunun bu formatta sorulmasını da ayrıca önemsediğimi ifade etmek istiyorum. Zira kıyam ettiren nedenlere yönelik soru sormak, kıyama dair bütün yönleri ortaya çıkarmaya yöneliktir. Bu soruya verilen cevaplarla hem kıyamın özelliği, hem amacı, hem de hedefi ortaya çıkarılmış olur.
Kıyamların önderlerinin fikirleri, dinî inançları, siyasi yelpazeleri de kıyamların özelliklerini amaç ve hedeflerini ortaya çıkaran unsurlardır. Bir kıyamdaki nedenler, kıyamın önderlerinin inanç dünyalarında önemsedikleri nedenler olması hasebiyle, önderlerin inançları kıyamın nedenlerinden ayrı düşünülemez. Bu yüzden sorunun doğru seçilmesinin yanında verilen cevapların soruyla orantılı kapsamda olması kıyamın ruhuna nüfuz etme olanağımızı arttırır inancındayım. Bu nedenle bu doğru ve yerinde soruya layık bir cevap vermeyi fazlasıyla önemsiyorum.
Bir kıyamın, bir isyanın nedeninin tespiti için öncelikle ortaya çıkan yeni durumların neler olduğuna bakmak gerekir. Kıyamların gerçekleştiği coğrafyalarda değişenlerin neler olduğuna bakmaksızın kıyamların nedenleri belirlenemez.
Şeyh Said kıyamından yaklaşık iki buçuk yıl önce 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edilmiştir. Sonrasında yaklaşık bir buçuk yıl sonra 3 Mart 1924'te hilafet kaldırılmıştır. 24 Temmuz 1924'te Lozan Antlaşması imzalanmıştır.
KIYAMIN EN TEMEL SEPEPLERİ: ORTAK PAYDA OLAN HİLAFETİN LAĞVI, TÜRKLÜĞÜN DAYATILMASI
İlan edilen Cumhuriyetle ilgili bir fikrin oluşması için bir takım gelişmelerin yaşanması gerekir ki, ona göre tutumlar gelişebilsin. Soyut olarak cumhuriyet fikrinin neleri öngördüğünü bilmeden-yaşamadan herhangi bir tepkinin verilmesi doğru olmazdı.
Halifeliğin kaldırılması önemli bir hadisedir. Zira işlevsel olarak çok etkin bir müessese olmasa da taşıdığı anlam oldukça önemlidir. Zira Osmanlı'yı bir arada tutan, bütün Müslüman halkları eşit gören bir kurum olarak varlığı başlı başına ve Müslüman halkların hepsinin büyük bir değer atfettiği dinî bir kurumdu hilafet kurumu. Onun kaldırılmasıyla ortak olarak bütün halkların kabul edeceği bir kurumun varlığının zarureti doğdu. Bunun din menşeli bir kurum olması beklenemezdi zira zaten kaldırılan, din menşeli bir kurum olduğu için kaldırılmıştı. Yerine konacak her ne olacaksa olsun dinî ve din kaynaklı olmayacağı muhakkaktı. Elde kalan topraklarda yaşayan bütün farklı halkları ortak bir kimlik çatısı altında toplamak hedeflenmişti. Ve bu kimlik de Türk ulus kimliğiydi. Ortak değer ve payda tamamen değişmiş bulunuyordu. Lozan'da Kürtlerin eşit halk olarak kabul edilmesine karşın uygulamaların farklı olması ve söylenilenlerin aksinin yapılması Kürt halkının bütün kesimlerinde tepkiyle karşılanmış, kabul edilemez bir dayatma ve zulüm olarak telakki edilmiştir.
Şeyh Said işte bu gelişmelerden sonra ortaya çıkmış, muhalefet etmiş ve kabul edilmesi mümkün olmayan bu değişimlerin karşısında üzerine düşeni yapmak üzere harekete başlamıştır. Şeyh'in hareketinin tarihî seyrine girmeden, hareketinin nedenini irdelemeye çalışalım...
Şeyh Said her şeyden önce bir din âlimidir. Ve dinî bir müessese olan hilafetin kaldırılmasını dine yapılan bir tecavüz olarak algılamıştır. Bunu, onun fetvasında ve yaptığı konuşmalarda gözlemlemekteyiz. Kaldırılan müessesenin işlevi, bütün Müslüman halkları bir arada tutan kurum oluşuydu. Bu kurum ortadan kalkınca bu işlevi görecek hangi meşru (İslam fıkhına uygun ve İslam ilkeleriyle çelişmeyen) kurum yerine ikame edilecekti? Böyle bir kurum olmadığına göre hangi ortak nokta ve ortak değer birleştirici unsur olacaktı? Ortaya konan ortak değer Türk ulus kimliğiydi. Bu, Şeyh Said tarafından kabul edilebilir bir ortak kimlik olabilir miydi? Farklılıkları sorun görmeyen bir ortak kurumun varlığına kastedilirken yerine konan mefkûreyle bütün diğer halkların varlıklarına kastediliyordu. Sorumlu bir din âliminin buna karşı tepkisiz kalması beklenebilir mi? Diğer bir deyişle sorumlu bir din âliminin bundan dolayı kıyam etmesi ulvi ve dinî bir görev değil midir?
O halde Şeyh Said'e kıyam ettiren temel neden, Müslüman halkların ümmet bağıyla bağlı oldukları halifeliğin kaldırılmasından sonra ortaya konan ulusçu fikrin ortak nokta olamayacağı hususudur. Bu hem dinen; hem de sosyolojik olarak gerçekçi bir yaklaşım değildir! Ki aleni olarak şu ana kadar yaşadığımız sorun bu fikri doğrulamaktadır. Rejimin 90 yıllık açmazının nedeni de budur.
Ümmetin bağını oluşturan din menşeli bir müessesenin kaldırılmasını dinin ruhuna yapılmış bir tecavüz olarak gören Şeyh Said, uydurukça ortaklaştırılmak istenen kimliklere karşı kıyam etmiştir. Yeni rejimin din ve dine dair bütün müesseselere kastedeceğini de bu büyük noktadan başlamasıyla anlamış, çeşitli yayınlarda yazılan İslam düşmanlığını ve gayrı ahlaki tarzların ortaya çıkmasını da bu derin öngörüsüne delil kılmıştır.
Şimdi bu soru üzerine düşünmeye değmez mi?
KIYAMIN ETNİK BOYUTU İSLAMİLİĞİNİ GÖLGELEMEZ
Din menşeli ortak değer yitirildiğinde ve bunun yeniden ihyası mümkün olmadığında bir halkın bir başka halkın kimliğiyle kimliklenmesine itiraz edip o halkın kendi kimliğiyle ayrı bir coğrafyada yaşamasını sağlamak ve bu amaçla bağımsız bir toprak parçasını edinmek üzere mücadele etmek, mücadeleyi İslami bir mücadeleden çıkarıp salt ulusal bir mücadele kılar mı? O mücadeleyi din merkezli olmaktan çıkarmaya yeterli delil teşkil eder mi?
Yine bu açıdan bakıldığında Şeyh Said'in hareketi için İslami bir kıyam dememek mümkün mü?
Keza bu açıdan bakıldığında Şeyh Said'in yeni kurulan rejimin sultasından kurtarmak üzere Kürt halkının bir halk ve millet olmaktan mütevellit haklarının mücadelesini vermediğini kim iddia edebilir?
O halde bir halkın haklarını teslim etmeyen bir rejimin sultasından çıkıp kendi halkının bağımsızlığını hele de İslami bir yöntem ve yönetimle talep etmek gayrı İslami bir talep olur mu?
Kanımca üzerinde hassasiyetle durulması gereken noktalardan birdir bu husus!
ŞEYH SAİD KIYAMI, NE ÖNCEKİLERİN AYNISI NE DE DEVAMIDIR!
3) Şeyh'in kıyamının kendisinden öncekilerle tıpatıp aynı olması beklenemez. Benzer yönleri olan önceki başkaldırılar varsa da bu, Şeyh'in kıyamını onlarınkinin aynısı kılamaz. Hatta Şeyh'in kıyamı kendinden öncekilerin devamı da addedilemez. Zira her açıdan değişen ve yeni bir durum ortaya çıkaran bir rejime karşı bir kıyamdır Şeyh'in kıyamı.
Şeyh'in kıyamından önce gerçekleşen hareketlerin içinde en önemlilerinden ve bu kıyamla en çok benzerlik yönünün varlığı ileri sürülen 1913-1914'teki Bitlis ayaklanması ve daha önce gerçekleşen Şeyh Ubeydullah hareketi dahi Şeyh'in kıyamıyla tıpatıp aynı değildir. Zira Şeyh Ubeydullah'ın hareketi temelinde Tanzimat'la birlikte başlayan merkeziyetçi yönetimin ve Kürtlerin sahip olduğu özerkliğe halel getirmesinin verdiği rahatsızlıktan kaynaklıdır. Kaldı ki bu, sadece bir aşiretle sınırlı kalan Şeyh'in kıyamı gibi geniş kitlelere yansımayan bir başkaldırıdır.
Bitlis ayaklanması ise İttihat ve Terakki yönetiminin baskıcı, yasakçı ve Türkçü uygulamalarına karşı gösterilen dinî yönü keza ağır basan bir ayaklanmadır.
Başkaldırıların ortak nedenlerden kaynaklı ortak özellikler taşıması onların birbirinin devamı ya da birbirinin aynısı olduğunu göstermeye yetmez.
Kürt direnişleri arasında siyasi yönü en ağır basan ve yankı bulduğu coğrafya açısından da en büyük etkiyi yapan ve çıkış sebebi olarak da diğerlerinden çok daha farklı olan direniş, Şeyh Said'in kıyamıdır.
BAŞARISIZLIĞIN EN TEMEL FAKTÖRÜ PLANSIZLIKTI
4) Kıyamın somut anlamdaki başarısızlığı birkaç noktada ele alınabilir.
Her şeyden önce kıyam çok planlı olarak gelişmedi. Bunun nedeni, beklenmedik anda gerçekleşen Piran hadisesidir. Hiçbir şekilde öngörülmeyen bu hadisenin vuku şekli, olayın bir provokasyon olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. Beklenmedik bir anda gerçekleşen bu hadise, planları alt üst eden bir hadise olarak gerçekleşince ipin ucu bir bakıma elden kaçmaya başlamıştır. Artık Şeyh, kendi tasarladığı gibi bir hareket planını yürütme imkânından yoksun kalmıştır. Bir hareketi öncülerinin tercihine dayalı tasarruflarının yerine, zorunda kaldıkları tasarruflarla yürütmek kadar başarma şansını bitiren başka bir faktör düşünülemez. Zira planlayan olamamak, aksine planlanana karşı plan geliştirme durumu oldukça dezavantajlı olmak anlamındadır.
Erken bir hadiseyle ortaya çıkan fiilî çatışma durumu Şeyh'in amacını, yöntemini ve hedeflerini istediği oranda halkla paylaşamamasına sebep olmuştur. Dolayısıyla halkla yeterince buluşamama ve halka ulaşamama, gerektiği kadar destek alamayışını da beraberinde getirmiştir. Kürdistan'ın birçok bölgesi kıyamdan haberi olmadan olay gerçekleşmiş ve hatta bastırılıncaya kadar haberi olamayan yörelerin olduğunu bilmekteyiz.
İKİNCİL FAKTÖR OLARAK DÜZENİN PROPAGANDA BAŞARISI
Kontrol en baştan yeterince sağlanmadığı için kıyam süresince yaşanan bir takım hadiseler de ayrıca hem moralleri bozmuş hem de halka zaten yeterince ulaşamayan kıyamın amaç ve hedeflerine olan güven olgunlaşmadığı gibi sarsılmış da denebilir. Gerek hareketin içinden gerekse de kıyamcıların adına rejimin gerçekleştirdiği yağmalar büyük menfiliklerin yaşanmasına sebep olmuştur. Hatta Şeyh'in belki de moralini en çok bozan şey, bu yağmalama hadiseleridir. Mahkemedeki "Şeriatı isteyen de pek kalmamış." yönündeki ifadeleri aslında bu yağmalama hadiselerine matuftur. Bu söz, hem o gün için halka dair bir sosyolojik tespit, hem de Şeyh'in yaşadığı derin acının bir göstergesidir.
Öte yandan rejimin, kıyamın dinî yönünü ön plana çıkararak şeriatçı bir kıyam olarak batılı devletlere tanıtması, rejimin kıyamı dışarıdan da destek alarak şiddetlice bastırmasına yol açmıştır.
İç kamuoyuna yönelik Kürtçü bir isyan olarak lanse etmesinin de kıyamın batı bölgeleri tarafından, Türk kamuoyundan destek bulamamasına neden olduğu da inkâr edilemez. Bu tezin işlenişi bir yere kadar etkili olmuştur. Ancak önderi bir Kürt Şeyhi olan hareketin Türk ulemasından yeterince destek göreceğini rahatlıkla söylemek mümkün mü?
Kürt önderlikli bir harekete katılmak, peşinden gitmek Türk uleması açısından kolayca hazmedilecek bir durumdu denebilir mi? Bu yönde bir sıkıntı da var mı yok mu sorusu eşliğinde günümüz açısından da kanımca dikkate değer bir nokta olarak üzerinde düşünülmelidir.
Bu sorunun gerçekten önemsenmesi gerektiği konusundaki inancım şu hususlara dayanır:
Mensubu olduğum Kürt halkının bütün katmanlarıyla (genel anlamda) Türk halkının bütün katmalarıyla (yine genel anlamda) Bir Kürt önderliğinin öncülüğünde kolay kolay hareket etmeyeceğini düşündüğü ve buna inandığı bir gerçektir. Bu düşüncenin vakıayla örtüşüp örtüşmediğinden; yani doğru bir düşünce olup olmadığı hususundan ziyade böylesi yaygın bir düşüncenin Kürtler arasında yer edinmesi dikkate değer değil mi? Ve bunun nedeni üzerinde ciddiyetle durulması gerekmez mi? Dahası bu düşünce Kürtlerin bir paranoyası olarak mı görülmeli ya da yaşanan tarihsel süreçlerin bu düşüncede rolünün varlığı üzerinde kafa mı yormalıdır? Ümmet kardeşliği konusunda ciddi olanların, bir kardeş halkın kendileri hakkında böyle bir düşünceye sahip olmasının nedenini merak edip irdelemesi ve dönüp tarihî bir tahlil eşliğinde tetkike tabi tutması mı, yoksa "Yok böyle bir şey! Bu bir kurgudur!" deyip es mi geçmesi gerekir? Takdirlere bırakıyorum.
ŞEYH SAİD KIYAMI REJİM İÇİN LEHTE BİR BAHANEYE DÖNÜŞTÜ
5) Şeyh Said kıyamının zikrettiğiniz konularda etkisinin varlığı tartışılmazdır. Rejim gerçekleştirmek istediği devrimleri tek tek hayata geçirdikçe olabilecek karşı hareketlere tedbir olsun diye türlü yollarla bastırma yöntemleri geliştirmeyi prensip edinmiştir. Şeyh'in kıyamı rejim için iyi bir bahane ve amaçlarının gerçekleşmesi uğruna uyguladıkları baskı ve şiddet yöntemlerinin kendilerince meşrulaşmasını sağlamaya yetmiştir.
6) Zaman geçtikçe bu arşivlerden yeni bilgi ve belgelerin çıkma olasılığı vardır. Ve bunlar üzerindeki çalışmalar sürdükçe gerçekleri daha net olarak ortaya çıkacaktır. Açıkçası bu türden çalışmaların varlığı konusunda bir bilgiye sahip değilim.
YAKIN ZAMANDA YAŞATILAN ACILAR ORTADAYKEN O DÖNEMDE YAŞATILANLARI TAHMİN ETMEK BİLE BÜYÜK BİR ACIDIR
7) Bir olayın sonraki yaşananlara yansımasının olması kadar doğal bir durum olamaz. Şeyh'in kıyamının sonraki politikaların genelinde etkisi olduğu muhakkaktır. Yaşanan bütün elim hadiseler rejimin muhalefet edenleri susturmaya yönelik mezalimlerdir.
Rejim Özellikle Kürtlere yönelik yıkma ve yakmayı ilk günden 2000'li yıllara kadar taşımış; her başı sıkıştığında başvurduğu bir yol olarak tercih etmiştir. 90'lı yıllardaki yaygın köy yakma ve yıkmalar o günden kalan uygulamaların tezahürleriydi. Yakın tarihte binlerce köyün yakılmasına şahitlik edenler olarak geçmişte nelerin yaşatıldığını hayal bile etmek oldukça acı vericidir.
90'lı yıllarda Kürdistan'da yaşananların canlı şahitleri geçmişte yaşananların acılarını daha iyi anlayabilecek durumdalar.
8) Evet, uçakların kullanıldığına dair iddialar vardır ama ne kadar doğru bilemiyorum. Kaldı ki uçakların kullanılıp kullanılmadığı çok da önemli değil benim açımdan. Zira hadisenin çok büyük kanlı katliamlarla bastırıldığı bilinen bir gerçektir. Bunun hangi araçlarla yapıldığı konusu daha tali bir konudur. Kıyamın canlı şahitlerini görenler olarak duyduklarımızın yaşananların ne denli zalimce olduğunu anlatmaya fazlasıyla yeterlidir.
HABERE YORUM KAT