'Sev, öpme'den 'öldür'meye..
"Çocuklarınızı sokağa çıkarmayın" diyordu televizyondaki kadın. Stüdyoya doluşturulan ve arada sinirlerini zirveye tırmandıran tüm konuklara çıkışarak, 'Koluna telefon numarasını dövme ile kazıtın'a kadar vardırdı işi.
Böylesi bir duruşun ve duvarın tepesine tırmanıp, cümle âleme akıl fikir vermenin son derece sakıncalı olduğunu daha önce başka bir vesile ile dile getirmiştim. "Bakın Batı'da ne güzel, komşunun çocuğunun başını bile okşayamazsınız, içeri alırlar sizi" şeklinde sosyal bilim allameliğine soyunmanın en az mevcut tablo kadar sakıncalı olduğuna değinmiştim...
Bisiklet Hırsızları filmi aklıma geldi nedense. Varını yoğunu satıp borç/harç bir bisiklet alan küçük Bruno ve babasının hikâyesi. Film olarak muhteşem bir iş çıkarmıştı De Sica, ancak finalde 'sizden daha sefalet içinde olanlar vardır ve onların hırsızlıkları da dahil bazı şeyler mubahtır' mesajı beni hep rahatsız etmiştir. Allah'tan Macidi çok sonra Cennetin Çocukları ismiyle benzer bir sefalet tablosundan muhteşem Doğulu bakış açısı çıkarmıştı da, kendi duruşumuzla ilgili iç rahatlığı vermişti. Bisiklet Hırsızları'ndakinden daha perişan bir ailenin çocukları, kendi ayakkabıları olmadığı halde, cami çıkışında ayakkabılara göz kulak olabiliyordu Cennetin Çocukları'nda.
Ülkemizde şöyle bir tuhaflık var; sorunları gidermek, sıkıntıları bertaraf etmek yerine başka şekil çözümlemelere gidiyoruz. "Dikkat bozuk zemin" yazıyoruz misal olarak yollarımıza. Oraya o levhayı koymak yerine zemini düzeltmek aklımıza mı gelmiyor acaba?
Bizim insanımız çocukları çok sever. Öyle anneler bilirim ki; çocuklarıyla çarşıya pazara çıkmayı pek istemezler. Zira çocukla çıkılan bir alışveriş sonrası eve dönüldüğünde yanakları kıpkırmızı olmuştur çocukların. Bu nedenle önlük sektörü bile çözüm üretmişti; üzerine 'Sev ama öpme' yazılı önlükler sürülmüştü piyasaya. Ne derece etkili oldu bilemem ama benim için çok şey değişmedi. Ne zaman yanakları al al bir çocuk görsem anne kucağında, ısırmak geçer içimden!
Nasıl bir bozulma, ne menem bir yozlaşma ise bu ülkenin çocuklarına tuhaf şeyler oluyor bugünlerde. 2009 yılında binden fazla çocuk kaybolmuş ya da kaçırılmış. İnsan detaya indikçe okuduğu, izlediği ayrıntılar kanını donduruyor. Komşunun çocuğunu öldürüp sobada yakandan âşığının öldürdüğü öz evladını tarlaya atana, kendi evladına cinsel istismar yapandan boşandığı karısından intikam için bebeğini kaçırıp öldürenlere kadar geniş ve korkutucu bir yelpaze var karşımızda. Ve tabii bir de Ceylan var; havan mermisiyle paramparça edilen. Evladının parçalarını eteğinde toplayan bir anne düşünün, nasıl isyan etmez ki insanlık!
Sevgi hariç her şeysiz büyüyebilir bir çocuk. Ayakkabısı olmayabilir, bisikleti, bebeği, oyuncağı... Ama sevgiyi esirgediniz mi bir çocuktan hayatı almışsınız demektir. Küçükken sevilmeyen, okşanmayan, pışpışlanmayan bir çocuk, büyüdüğü zaman tam insan olamaz bence. Bunca sapığın, hırsızın, adam kaçıranın derinlerine inilirse eğer kendi çocukluklarındaki sevgisizlikle başladığı görülecektir bozulmanın.
Bu nedenle, 'çocuklarınızı kimseye sevdirmeyin, sokağa bırakmayın, parka yollamayın' diyenleri çok ciddiye almamak lazım.
Lakin bunca suçu ve suçluyu ciddiye almak, hem de çok ciddiye almak gerekiyor. Pencereler ve kapılar sıkı sıkıya kapanarak suç önlenmez, toplum düzelmez. Demem o ki, elbette bir yandan ilgilenmeliyiz işin kriminal boyutuyla. Ancak çok daha önemlisi, toplumsal yönü işin. 'Ne veya neler getirdi bu toplumu bu boyuta?' bunun üzerinde ciddi düşünmek, araştırmalar yapmak ve çözüm üretmek gerekiyor kanımca.
Değil bir şehrin, bir bölgenin... Tüm ülkenin, tüm dünyanın çocukları çok değerli çünkü. Dün Bosna'nın, Filistin'in çocukları için yandığı kadar içimiz yanmalı Ceylan için... Ve Türkan ve Ahmet ve Dilruba ve diğerleri için...Bir milyon açılımdan çok daha önemli bu konu bence...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT