Giriş:
Zülkarneyn kıssasının tefsirlerinde "Mağribeş'şems" güneşin battığı yer ve "Metliaş'şems" güneşin doğduğu yer olarak tarif edilen coğrafyalar üzerinde; müfessirlerin ve diğer Kur’an araştırmacılarının geniş olarak durduklarını gözlemlemekteyiz
Klasik tefsircilerimizin bu konu üzerinde ısrarla durmalarının sebebi, Zülkarneyn’in kişiliği, ulaştığı coğrafya ve toplumlar hakkında Kur’an’daki mücmel bilgileri mufassal hale getirerek yaptıkları yorumları kesinleştirmek gayretinden ileri gelmektedir.
Günümüzde ise özellikle Mısırlı akademisyen Halefullah1 ve ondan etkilenen bir takım entelektüel araştırmacılar2, Zülkarneyn kıssası hakkında yaptıkları yorumlarda; kıssada yer alan güneşin doğuşu ve batışı ifadeleri üzerinde sıkça durmakta veya bu ifadeleri kıssanın sembolik olduğuna dair örnek olarak vermektedirler. "Oysa bugün biz biliyoruz ki güneş yeryüzünde ne doğmaktadır, ne de batmaktadır, hatta güneşin doğuşu, batışı bile astronomi ilmi açısından yanlış bir ifadedir."3
Bu yorumculara göre kıssada yer alan güneşin faaliyeti ile ilgili anlatımlar, günümüz modern astronomi ve coğrafya bilgileri ışığında değerlendirilerek "güneşin batışı" ve "güneşin doğuşu" ifadelerinin modern coğrafya ve diğer fen ilimlerine göre yanlış ifadeler olduğunu, buna istinaden Kur'an'ın bu durumu yüklenemeyeceği tezi ileri sürülmektedir.
Şöyle ki, eğer kıssa sembolik olarak kabul edilirse kıssadaki güneşin batışı, doğuşu, Zülkarneyn'in kimliği ve bunun gibi mücmel ve anlaşılmasında ihtilaflı konular, ortadan kalkmaktadır. Zülkarneyn kıssasının "sembolik" olduğunun kabulü; kıssanın ders verme amacı ile Arap toplumu arka planındaki efsanelerden veya hikâyelerden oluşturulmuş hayali "mitolojik" bir kıssa veya “temsili” bir anlatım olduğu sonucuna götürerek kıssadaki tüm anlaşılma problemlerini, getirdiği bu alternatif bakış açısıyla çözmüş olmaktadır. "Kur'an-ı Kerim kıssaları doğru tahlil edilmelidir ki benim kanaatimce Kur'an'da sembolik kıssalar da vardır, tarihi kıssalar da vardır, edebî kıssalar da vardır. Nitekim bazı ifadeleri sembolizm'den öteye götüremezsiniz…"4 Kıssalar hakkında böyle bir sonuca gittiğinizde; “sembolik” veya "edebî" olan kıssadaki maddi –coğrafik/tarihi/biyografik,v.s- verilerin üzerinde durulması gerekmemektedir. Yalnızca üzerinde durulması gereken hidayete yönelik motifler kalmaktadır ki, bunlar da Kur'an içersinde çeşitli defalar zikredilen konular olduğundan üzerinde yoğunlaşma bile gerektirmemektedir.
Velhasıl bu tez üzerinde duran akım nezdinde gerek Zülkarneyn kıssası gerekse Kur'an'ı Kerim'deki kıssaların bir bölümü, "Efsane-kurgu" veya "Hikâye-kurgu" kabul edilerek, Allah'ın, Kur’an’da beyan ettiği bu tür kıssalarda, muhatapların yararı için Cahiliyye Arap arka planındaki çeşitli hikâye ve efsanelerden kurgu yaparak, sembolik bir anlatımda bulunduğu öne sürülmektedir.5
Hal böyle olunca klasik tefsir yaklaşımı ve modernist anlayış arasında Kur’an kıssalarının niteliği hakkında; Kur’an’daki kıssaları tarif eden ayetlerdeki genel yaklaşıma aykırılık yaşanmaktadır. Bunu kısaca Kur’an kıssalarının “vakiîliği” ya da kıssaların “tarihselliği” problemi olarak ifade edebiliriz.
Oysa Kur'an'ı Kerim, kıssaları tarif ederken şu hususlara dikkat çekmektedir. "Bunlar sana vahyettiğimiz gayb âleminin haberlerindendir. Meryem’e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin.”6 "Bu anlatılanlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin."7 "Yoksa sen, sadece Ashâb-ı Kehf (mağara arkadaşları ve) ve Rakim olayının mı şaşılacak ayetlerimizden olduğunu sandın?”8 "Biz, onların başlarından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırdık."9 "Eğer sen onları görseydin dönüp kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı."10 "Mûsâ’ya o emri vahyettiğimiz vakit, sen Batı tarafında değildin, görenlerden de değildin..."11 "De ki, bu büyük bir haberdir oysa siz bundan yüz çeviriyorsunuz. Onlar Melei A'lâ’da çekişirlerken benim bir bilgim yoktu..."12 "Bu sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen, ne de kavmin bilmiyordunuz.."13
Kıssalarla resul arasındaki gaybî olguyu tespit eden bu ayetler, Kıssaların yaşanmışlığına dikkat çekerek resulü ve Kur'an muhataplarını uyarmaktadır. Bu yüzden yukarıda serdedilen ayetler, klasik tefsir ekolüne dâhil ekseri müfessiri, Kur’an kıssalarının vakiî/yaşanmış olduğu ön kabulüne götürmüştür. Bundan ötürü bu müfessirler, Kur’an'daki kıssaları, çeşitli gayretlerle bilhassa Tevrat ve İncil ve bu kitapların yorumlarını ihtiva eden külliyatlardan yararlanarak mufassal hale getirmeye çalışmışlar, böylece Kur'an kıssalarının daha detaylı anlaşılması açısından gayret göstermişlerdir.
Klasik tefsir yaklaşımının iyi niyetine rağmen bazı kıssalardaki mücmelliğin getirdiği problemler, günümüz “tarihselcilik” akımı nezdinde başka bir çabayı getirmiş ve onlar da Kur’an’daki bazı kıssaların en azından bazılarının "sembolik" olduğunu öne sürerek problemi aşmaya çalışmışlardır.
Şimdi biz bu iddiaları temel alarak spesifik olarak Zülkarneyn kıssasındaki “güneşin doğuşu” ve “güneşin batışı“ ifadesi üzerinde yoğunlaşarak, konuyu "vakiîlik" ve "sembolizm" açısından incelemeye çalışacağız.
Güneşin doğuşu ve batışı ile ilgili cahiliyye dönemi inancı:
Kur'an'ın nazil olduğu dönemde yaşayan Araplar, yeryüzünün iki ucunun sınırlı bir kara parçası olduğuna inanıyorlardı. Cahiliye Araplarının bu inançları, atalarından tevarüs yoluyla intikal eden bilgilerden ileri gelmektedir.
Cahiliyye dönemi Arapları, yer ve göklerden oluşan kâinatı; çadırları gibi telakki ediyorlardı. Yeryüzünün doğu ve batı adı verilen iki tarafının olduğunu; yeryüzünün bu iki ucundan çadırlarının tavanı gibi, yay şeklinde gökyüzünün, yukarıya doğru kubbe biçiminde uzandığını; güneş, ay ve yıldızların da çadırlarındaki yanan kandiller gibi gökyüzünde asılı olarak durduğu inancındaydılar.
Nitekim kâinatın çadıra benzetildiği Kur’an’daki ayetlere göz atalım. “ O Rab ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir tavan yaptı.“14 “Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten…”15“…Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık…”16
Dolayısıyla cahiliyye Arapları, çadırlarının tavanına benzettikleri gökyüzünde asılı bulunan güneş ve ay’ın her doğup batması esnasında, yeryüzünün sınırları olduğuna inandıkları yeryüzünün doğu ve batıda yer alan bitim noktalarındaki boşluklara veya yeryüzünün en uç toprakları içerisine girip çıktığını düşünüyorlardı. Hatta hadis külliyatında, güneşin toprağa girip çıkarken sürtünmeden oluşan bir sesin duyulduğuna dair rivayetler anlatılmaktadır.
Arap toplumu bu inanışlarından dolayı güneş ve ayın doğuş ve batış istikametlerini hem yeryüzünün sınırı hem de yön tasviri olarak kullanmaktaydılar. Bundan ötürü Kur’an onların bu inançları üzerinde şu ayetleri beyan etmiştir: "Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, o, doğunun da batının da ve bunların arasında olan her şeyin Rabb’idir."17 “En sonunda bize gelince arkadaşına: Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası uzaklık olsaydı, sen ne kötü dostmuşsun. “18 "doğu da batı da Allah'ındır."19
Kur’an’ı Kerim’deki bunlar ve bunlara benzer ayetlerde yer alan bu ifadelerden amaç coğrafi veya astronomik açıdan, yeryüzü ve gökyüzü fiiliyatını tespit veya anlatmak değildir. Allah bu ayetlerdeki ifadeler ile "Doğu" ve "Batı" istikametlerini güneşin doğuş ve batış yönlerini yani yaygın inanış olan yeryüzünün bitim sınırlarını, cahiliyye Araplarının yeryüzü coğrafyası bilgilerini ifade eden dil unsurlarıyla yeryüzü üzerinde egemenlikte boşluk bırakmadığını ve yeryüzünün her alanına hâkim olduğunu anlatmaktadır.
Esasen güneşin hareketlerine bağlı bilgi ve ifadeler sadece o dönem Araplarına mahsus da değildir. Çünkü Tevrat’ta da benzer ifadelere rastlamaktayız. Mezmur’lar kitabının, Asaf’ın Mezmur’unda yer alan ifade şöyledir: “Güçlü olan Tanrı, Rab konuşuyor; güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar yeryüzünün tümüne sesleniyor."20 Tevrat’ta yer alan bu coğrafi ifadelerin Kur’an’ın inişinden belki binlerce yıl öncesi kayıtlı veriler olduğu malumdur. Dolayısıyla Kur’an’ın iniş sürecinden binlerce yıl öncesi dönemde yaşayan insanlar da yeryüzünün sınırlarını doğu ve batı istikameti olarak kabul etmekteydiler.
Bunun yanı sıra örnek verebileceğimiz bir diğer örnek olarak, Peygamberimizin “ilim Çin’de de olsa alınız“ hadisi şerifi vardır. Hadis’teki "Çin’de de" olsa ifadesi o günkü Arap cahiliyye toplumunun coğrafya anlayışına göre bir uzaklık mesafesi ifadesidir. Bu günkü coğrafik verilere göre bu tanımlamanın yanlış olduğunu; Çin’den uzakta Japonya’nın bulunduğunu hatta gitmeye devam ederseniz Amerika v.s bulunduğunu dolayısı ile bu hadisin resulün hadisi olmayacağını iddia edebilir miyiz?
Burada Resulün dikkat çekmek istediği; en uç, en uzak ülke olarak Çin belirtilmişse de, amaç ilim için o dönemde en uç uzaklık anlatımı olan “Çin’de de..” uzaklığı kadar; yani bilinen bu uzak mesafe kadar uzun olsa da, ilim için oraya kadar gidin, ilmi almaya uğraşın mesajıdır. Hadiste kullanılan coğrafik malzeme, günümüz bilimsel verilerine göre yanlış olsa da, o günkü tecrübî bilgiye göre doğrudur ve o günkü coğrafik dil, anlatım malzemesi ile verilmek istenen mesaj, insanlar tarafından tam ve doğru olarak algılanabilmiştir.
Kur’an’ın iniş sürecindeki bu inanışlar o dönemin astronomi ve coğrafya bilgileri açısından çok doğaldır. O günkü toplumun bilgilerini, bu günün modern bilimi açısından sorgulayarak; o dönem anlayışlarının arka planına sahip Arap toplumuna hitabeden Kur'an'ın, kullandığı dil ve diğer unsurların ihtiva ettiği kıssalara "Temsilî" "Sembolik" değerlendirmeler atfetmek yanlış olur kanaatindeyiz.
Kur'an'ın iniş sürecindeki Arap toplumu; "güneşin doğuşu" ve "güneşin batışı" gibi ifadelerle, güneş ve ayın hareketlerini anlatıyorlardı. Bundan türettikleri kelimeler ve kavramları yön, zaman v.s tariflerinde, bir dil unsuru ve aynı zamanda coğrafya bilgisi olarak kullanıyorlardı.
O dönemin insanlığı ve hususen Arap toplumu, astronomi ve coğrafya alanındaki bilimsel gelişmelerin yerini almasına kadar; güneş, ay ve yıldızları, yaşamın bir parçası olarak her alanda, bilhassa gün, ay ve yıl gibi zamanın tespiti ve mesafe ifadesi, ayrıca yönlerin tayini hususunda dil, coğrafya ve astronomi unsuru olarak kullanmışlardır. Kur’an bu hususu şöyle teyit eder: "...güneşi ve Ayı'da zaman ölçüsü kılan O'dur."21 "...yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya konaklar tayin eder."22"İnsanlar yıldızlarla da yön tayin eder."23 Bu gün bile; ilimlerdeki gelişme ve bilgi birikimlerine rağmen aynı nitelemeleri tüm insanlık yapmaya devam etmektedir.
İşte Kur'an'ın iniş sürecindeki toplum yapısının arka planına göre nazil olan Kur'an; o toplumun anlayacağı dil ve dil muhtevasını kullanarak muhataplarına hitap etmesinden dolayı; "Güneşin doğuşu" ve "Güneşin batışı" ifadelerini kullanarak, Zülkarneyn’in yaptığı seferlerin istikametlerini, uzaklıklarını anlatmak istemiştir.
Allah, niye güneşin doğuşu ve batışını, Zülkarneyn'in sefer istikametleri olarak Kur'an muhataplarına vermektedir? Çünkü hayali, soyut bir kahraman –Zülkarneyn- ve olaylar zinciri anlatmamaktadır. Bu hususta yine sembolik olarak nitelendirilmeye uğramış bir kıssadan, Musa ve Âlim kul kıssasından örnek verelim. "Musa, arkadaşına: "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar ya da uzun bir süre " hukub " yürüyeceğim demişti."24
Âlim kul ve Musa kıssasında da; Musa’nın @ kendine "iki denizin birleştiği yeri" hedef olarak seçtiği ve o yere ulaşıncaya kadar yolculuk ettiği anlatılmaktadır. Zülkarneyn kıssası gibi bazı kimselere göre sembolik bir kıssa olarak nitelenen bu kıssada da coğrafik bir mevki tanımı yapılmış olduğunu görmekteyiz. Bu kıssa ve kıssada geçen coğrafik ifadelerin daha iyi anlaşılması hususunda müfessir ve diğer yorumcuların hayli çabalar sarf ettiklerini gözlemlemekteyiz.
Her iki kıssada da sembolik olduğu iddia edilen kişiler, sembolik olaylar ve sembolik yerler neden muhataplara verilmektedir? Neden verilmek istenen mesaj direkt olarak verilmeyerek bir açıdan; muharref kutsal kitaplarda -Tevrat, İncil- olduğu gibi yararsız! Tarih, coğrafya ve şahıs unsurlar yığını olacak sembolik malumat! Sunulmaktadır?
Kanaatimizce Zülkarneyn kıssası hem tarihi ve hem de coğrafi olarak gerçekleşmiş olayları kapsamaktadır ki, bu coğrafyalar verilmekte hatta bu coğrafyalar diğer başka bağlı bilgilerle şumûllendirilmektedir. "kara balçıklı bir suda batıyor gördü " yani güneşin battığı yöne ve dağ'ın, tepe'nin, ova'nın, göl'ün, nehir’in, orman’ın bulunduğu bir yerde değil, kara balçıklı bir suyun olduğu yerde batıyor. Tarif burada da bitmiyor, "Orada bir kavme rastladı." yani "Güneşin battığı" yer; boş bir arazi değil, meskûn bir mahal, belki bir şehir, belki bir büyük yerleşim merkezi, belki de üç beş aşiret yapılı insan topluluğunun olduğu bir yer.
Bütün bu bilgilerin coğrafik, tarihi v.d disiplinlerle birlikte değerlendirilerek verilen bu malumatın sorgulanması gerekmektedir. Bütün bu gayretlerden çıkan netice; bu kıssaların “sembolik”, “temsilî”, “diyagramatik” olduğu gibi modernist yaklaşımlar içeren yargılara ulaşılmasını mümkün kılamayacaktır, kanaatindeyiz.
"Güneşin doğuşu" ve "Güneşin batışı" ifadeleri üzerinde ilk dönem müfessirlerinin, bu verilerin astronomik yorumu açısından uğraşmadığını görmekteyiz. Çünkü onlar tarafından, güneşin doğuş ve batışı, bir sorun olarak gözükmüyordu. Onlara göre bu ifadelerin coğrafik temelleri dolayısıyla o coğrafyalarda Zülkarneyn'in karşılaştığı topluluklar ve yaşadığı olaylar yani diğer bir ifade ile "Vakiî'lik" ön plandaydı. Çünkü onlar, bu ve diğer kıssaların temsilî ve buna mümasil durumlarını düşünmüyorlar, kıssaların tarihsel, yaşanılmış vakıalar olduklarına inanıyorlardı.
Güneşin doğuş ve batış tasvirleri:
"…kara balçıklı bir suda batıyor gördü.. " yani güneşin battığı yöne ve dağ'ın, tepe'nin, ova'nın, göl'ün, nehrin, orman’ın bulunduğu bir yerde değil, kara balçıklı bir suyun olduğu yerde batıyor. Tarif burada da bitmiyor, "Orada bir kavme rastladı." Yani "Güneşin battığı" yer boş bir arazi değil, meskûn bir mahal, belki bir şehir, belki bir büyük yerleşim merkezi, belki de üç beş aşiret yapılı insan topluluğu.
Zülkarneyn'in karşılaştığı yeryüzünün bu en uç noktası bir Okyanus, deniz veya büyük bir göl olmalıdır ki; yakın yüzyıllara kadar uzak yol denizciliği insanlık tarafından geliştirilemediğinden, o dönemlerde deniz arkası, gidilemeyen, bilinmeyen, görülemeyen tarafı, dünyanın bitimi olarak kabul edilmiş olmalıdır.
Bu günkü bilgilerimizle aslında ne ile nasıl giderseniz gidin, yeryüzü üzerinde son nokta denilen bir mevki asla bulunmayacaktır. Son ulaştığınız mevki’in mutlaka bir ilerisi bulunacaktır. Artık biliyoruz ki dünya yuvarlaktır ve yeryüzünün bitim noktası yoktur. Oysa bu bilgileri geçmiştekiler bilmiyorlardı.
Müfessirler yorumlarında güneşin battığı mevki olarak, Ege Denizi’ni vermişlerse de bu Karadeniz veya Akdeniz de olabilir. Bütün bu ayrıntılar, kıssaların tefsir ilminden bağımsız olarak yapılanacak ve içinde Tarih, Coğrafya, Arkeoloji, v.b ilimleri barındıran Kıssa anabilim dalı sayesinde araştırılarak sonuçlarına göre kıssalardaki anlaşılma problemi olan yerler açıklığa kavuşturulabilecektir.
Buna rağmen Zülkarneyn kıssasındaki ifadelerden bir şekilde istifade edilmiştir, edilmeye devam edilecektir. Dünyanın en uç noktası bile olsa İslam ve prensipleri; insanlığın olduğu her coğrafyaya ve bu coğrafyadaki toplumlara iletilecektir, mesajının zihin altına yerleştirilmesi değil midir bu ifadeler?
"Güneşi kendileriyle güneşin arasına bir engel koymadığımız bir kavmin üzerine doğuyor gördü." ifadeleri ile güneşin doğması yön ve uzaklığından başka daha da detaylı tariflerlerle tasvir genişletilerek, güneş ile kavmin arasında, dağ, tepe, orman ve buna benzer bir tabiî bir sütrenin olmadığı çöl arazisi, dolayısı ile tabiî zenginliği olmayan buna paralel ekonomik zenginliği de olamayacak olan bir coğrafyada olan insanların tarifi ile şûmüllendirmektedir.
Kıssayı sembolik olarak tanımlayanlar “Güneşi kendileri ile güneşin arasına bir engel koymadığımız“ ifadesi üzerinde de ilginç yorumlarda bulunmuşlardır. Kur’an’daki bu tasviri Orta Asya’daki Taklamakan, Gobi, benzeri düz bir çöl arazi yapısı üstünde ikamet eden ve güneşin doğarken, yerleşik toplum ile arasında dağ tepe v.s gibi tabiî bir sürtenin olmadığı bir manzara olarak algılayıp; bu tasvirle Zülkarneyn’in rastladığı toplumun maddi zenginliği olmayan fakir bir toplum olduğu anlatımını düşünmek istememişlerdir.
Bunun yerine, bu tasviri güneş yakıcıdır, onun yanında durulabilir mi gibi yorumlarla, Kur'an’da astronomik, coğrafik bir zaaf ifadesi olarak kabul etmişlerdir. Bu durumdan Kur'an'ı kurtarmak için! Kıssanın sembolik veya “temsilî” olduğunu iddia ederek, kıssayı “vakiî“ olarak anlama çabalarından çabucak kendilerini soyutlamaktadırlar.
Oysa gerek cahiliyye dönemi Arap dil anlayışına bağlı gerekse bu günkü coğrafi ve astronomi bilgilerimizle de düşünsek ve yorumlasak; Kur'an'ın bu ifadelerine denk gelen nice coğrafi mahaller ve toplumlar bulmamız mümkündür. Bunun yanı sıra Allah, Zülkarneyn kıssasındaki, Zülkarneyn’in rastladığı toplumların coğrafik unsurlarını da ihtiva eden deyimler aracılığı ile hem vahiy dilini olgunlaştırmakta ve hem de insan akıl ve muhayyilesine işlev kazandırarak istenilen mesajların algılamasını genişletmektedir.
Burada şöyle düşünelim; Zülkarneyn "güneşin doğuşu" ve "güneşin batışı" gibi yön ve mesafelerdeki coğrafyalara ve oradaki zengin fakir toplumlara servetlerine bakmadan; dini, adaleti, tekniği ve organizasyonu götürdüğünü, insan akıl ve muhayyilesine sokan; "güneşin doğuşu" ve "güneşin batışı" ifadeleri; Kur'an'ın iniş süreci ve sonrası toplumlarda, İslam'ın yayılışı düşüncesinde ne kadar etkili olmuştur?
İslam dininin çok kısa bir zamanda Emevî, Abbasî devleti aracılığı ile çok geniş coğrafya ve insanlara ulaşması ve İslâm adaleti ve diğer mesajlarının uygulanmasında hiç mi bu kıssalardaki maddi, tarihsel öğeler referans olmamıştır?
Daha sonra gelen Selçuklu ve özellikle dört bir kıtaya egemen olan ve İslam’ın prensiplerini o coğrafyadaki insanlara götüren, Osmanlı'nın; Zülkarneyn kıssasındaki sembolik! Olarak iddia edilen vakii ve coğrafik öğelerden ders almadığını söylemek veya düşünmek abes olmaz mı?
Sonuç:
Görüldüğü gibi Kur'an'da her ayrıntının bir özellik olarak insanlara sunulduğunu düşünürsek; Allah'ın hiçbir unsuru sebepsiz olarak kullanmadığını ve anlatmadığını görmemiz ve değerlendirmelerimizi buna göre yapmamız gerekmektedir.
Kıssalardaki özellikle inceleme yaptığımız Zülkarneyn kıssasındaki bazı ifadelerin anlaşılmasındaki problemleri kıssayı “temsilî” olarak nitelemektense bu tip kıssaların yukarıda değindiğimiz gibi Kur’an tefsiri ilminden bağımsız olarak kurulacak bir kıssa ana bilim dalı ile araştırarak yeni sonuçlara varmak gerekmektedir.
Kurulacak bu ilim dalı içerisinde kıssalardaki maddi etmenleri anlamak için Tarih, Coğrafya, Arkeoloji, Astronomi, Jeoloji gibi bir takım disiplin ve ilimler den yararlanması gerekmektedir. Zülkarneyn’in kim olduğu tefsircilerden ziyade tarihçilerin araştırma alanıdır. Yine “güneşin batışı” ve “güneşin doğuşu” ve diğer coğrafik ifadeler de coğrafya ilmi alanı ile incelenerek sonuçlara ulaşılmaya çalışılmalıdır. Pek tabi Tefsir, dinler tarihi ve diğer İslami disiplinlerde kıssaların anlaşılmasında gerekli dallardır.
Bütün bunların konsensüsü ile varılacak sonuçlar Zülkarneyn ve onun gibi “temsilî” veya “sembolik” olarak nitelendirilen kıssaların anlaşılmasında yeni veçheler açacak ve kolaylaştıracaktır. Böylece “kıssaların vakiliği” problemi de sona erecektir.
Dipnotlar:
1- Kur'an'da anlatım sanatı, Muhammed Ahmed Halefullah, Ankara okulu, Ankara–2002.
2- Bakınız I. Kur'an sempozyumu, Müzakereler bölümü, Hikmet Zeyveli, bilgi vakfı-1994.
3- I. Kur'an sempozyumu, Müzakereler bölümü, Hikmet Zeyveli, bilgi vakfı -1994, s.142.
4- I. Kur'an sempozyumu, Müzakereler bölümü, Hikmet Zeyveli, bilgi vakfı -1994, s.143.
5- Kur'an'da anlatım sanatı, Muhammed Ahmed Halefullah, Ankara okulu, Ankara–2002, s.180-181; I. Kur'an sempozyumu, Müzakereler bölümü, Hikmet Zeyveli, bilgi vakfı-1994, s.142.
6- 3 / Al-i İmran/44.
7- 12 /Yusuf/102.
8- 18 /Kehf/ 9.
9- 18 / Kehf/ 13.
10- 18 / Kehf/ 18.
11- 28 / 44.
12- 38 /Saffat/ 69.
13- 11 / Hud/49.
14- 2 / Bakara22.
15- 13/Rad/2.
16- 41/Fussilet/12.
17- 26/Şuara/28.
18- 43/Zuhruf/38.
19- 2/Bakara/115.
20- Tevrat/Mezmurlar50/1.
21- 6/Enam/96.
22- 10/Yunus/5.
23- 16/Nahl/16.
24- 18/ Kehf/ 60.