Nihat Maden ve Nihat Yalçın kardeşlerimiz konuyu sundular. Sunumda şu vurgular öne çıktı;
İlk olarak Nihat Yalçın sözü alarak şunları ifade etti; bu konuyla, hayatımızda inancımız ve amellerimiz arasındaki ölçü ne olacağını ele almayı istedik. Rabbimiz hayatımızın ölçülerini ahkâmıyla beyan ediyor, hangi şartlarda nasıl bir pratik içinde olacağımızı ve bu konuda sabitenin, değişkenin ne olduğunu belirtiyor.
Helali kavram olarak; bir fiilin mubah, caiz ve serbest olması, yasağın kalkması anlamına gelir. Dini kavram olarak helal, şer’en izin verilmiş yasaklama ve kısıtlama olmayan, caiz, mubah gibi alt anlamlara da gelmektedir.
Maide 87. Ve 88. ayette de Rabbimiz;“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı temiz ve güzel şeylerden kendinizi mahrum etmeyin fakat sınırları da aşmayın unutmayın ki Allah haddi aşanları sevmez. O halde Allah’ın size sunduğu rızıkların helal ve temiz olanlarından yararlanın ve kendisine iman ettiğiniz Allaha saygılı olun.” buyurmaktadır. Rabbimizin çizdiği sınırların (hududullahın) dışına çıkamayacağımız uyarıları bizim için yegane ölçü olmalıdır. “Her kim Allah’ın kısıtlayıcı buyruklarına saygı gösterirse bu Rabbi katında kendi yararındadır, bildirilenler dışında kalan bütün hayvanlar size helal kılınmıştır.” (Hac 30)
Asıl olanın serbestlik olup yasakların arızi olması zımnen ifade eden Araf suresi 32. Ayette; “De ki; Allah’ın kulları için yarattığı güzellikleri temiz ve helal rızıkları yasaklayan kimmiş? De ki; bunlar dünya hayatında iman edenler için, kıyamet günü ise yalnızca onlara has olacaktır. Düşünenler için ayetlerimizi işte böyle açık ve net bir biçimde dile getiriyoruz.” açıklamıştır. Enam 145’de “De ki: Bana vahyolunanda, leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, yiyecek kimseye haram kılınmış birşey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir.” olduğu gibi sınırları yüce Allah tarafından belirlenmemiş şeyler hakkında helal ve haram denemez.
Hüküm koyma yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Rasullulah (s) sadece bu hükümleri modeli ve ölçüyü belirleyen ve uygulayan konumdadır. Rasulullah’ın‘’Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla şuna helal, buna haram demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ermezler.’’(Nahl 116)
Nihat Maden de bu konuda şunları ifade etti; ‘’Fakat (Allah) size, sadece ölü hayvan etini, kanı ve domuz etini haram kıldı. Ve Allah’tan başkası için olanı (putlar ve şahıslar adına kesilen hayvanı) helâl kılmadı. Ama kim zarurette (açlıkta ve zor durumda) kalırsa, o taktirde (başkasının) hakkına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak (şartıyla) onun üzerine günah yoktur. Muhakkak ki Allah, Gafur’dur, Rahîm’dir.’’(BAKARA 173)
Zarûret Hali konusu şu alanda bizi çözüme sevkediyor; Güçlüğü Kaldırıp Kolaylaştırmak:
1. İslâm Hukuku'nun -doğruluğu kesin olarak kabul edilmiş- prensiplerinden birisi de güçlüğü kaldırmak ve insanlar için kolaylaştırmaktır; Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in (sav) sünneti bu prensibi açıkça ortaya koymaktadır. "Allah sizin için kolaylık ister, sizin için güçlük istemez."
2 "Sizin üzerinize dinde hiçbir güçlük yüklememiştir."
3 "Şüphesiz bu din kolaylık dinidir; hiçbir kimse din ile kuvvet denemesine kalkışmamıştır ki din ona galip gelmesin! Şu halde doğru yolu tuttun, itidalden ayrılmayın, sevinçli ve ümitli olun; sabah, akşam ve gecenin -huzurlu- vakitlerinden faydalanın!
4 ve Hz. Âişe'denrivâyet edilen: "Allah'ın Rasûlü (sav) ne zaman iki şey arasında serbest bırakıldıysa -günah olmadıkça- daha kolay olanını tercih etmiştir; eğer günah ise ondan, insanların en uzağı yine Rasûllullâh (sav) olmuştur."
Azîmet: Normal hallerinde insanlar için umumî ve devamlı kanun ve kaide olmak üzere vazedilmiş olan hükümlerdir.
Ruhsat: İnsanların mazeretleri ve sonradan başlarına gelen anormal durumlar sebebiyle konmuş olan hükümlerdir. Yahut da, Şâtıbî'nin dediği gibi: "Asıl kaide menedilmesini gerektirdiği halde, güçlük veren bir mazeretten dolayı ve yalnız bu mazerete bağlı olarak konmuş olan hükümler, müsaâdelerdir."
Güçlüğü kaldırma prensibine riâyetin bir başka tezâhürü de amel (ibâdetvb) bunu gerektirmediği halde mükellefin kendisine zahmet vermesini dinin menetmiş olmasıdır. Nitekim şu hadîs bunu açıkça ifade etmektedir: Rasûlullâh (sav) halka hitap ederken birden güneş altında duran birisini farketti ve ne yaptğını sordu; yanındakiler şu cevabı verdiler: "YâRasûlullâh (sav) bu, Ebûİsrâil'dir; konuşmadan ve gölgelenmeden güneş altında durmayı ve oruç tutmayı adadı." Rasûlullâh (sav) şöyle buyurdu: "Ona söyleyin gölgelensin, konuşsun ve orucunu tamamlasın!"Güçlüğü Kaldırma Prensibi ve Zarûret Hali: Zarûret halinde büyük güçlük ve şiddetli bir sıkıntı mevcuttur. Bu sebeple İslâm zarûret halini de "güçlüğü kaldırma prensibi"nin ışığı altında ele almış aşağıda açıklayacağımız şekilde çözümleri muhtevî hükümler getirmiştir.
Zarûretin Tarifi:
Dilde ve Dinde Zarûret: Lûgattazarûret "şiddetli sıkıntı" demektir, "ıztırar" mastarından isimdir. "Zarûret beni şuna ve şuna sevketti, mecbur etti", "Filan şuna ve şuna muztar kaldı" denir. Iztırarın mânâsı da bir şeye muhtaç olmaktır.
Zarûretin Hükmü:
"Zarûretler Yasakları Mübâh Kılar": Fıkıh bilginleri arasında meşhur ve yaygın kaidelerden birisi de "zarûretler yasakları mübâh kılar" şeklinde ifade edilmektedir. Bunun mânâsı: -mezkûr kaidenin lâfzından anlaşılan umumî mefhuma bakılırsa- "zarûretin hükmü, bütün yasakların mübâh olmasından ibarettir." Ancak gerçekte bu kaide lâfzından anlaşılan ve ilk akla gelen geniş mânâyı muhtevî değildir. Haramlar ve yasaklar içinde öyleleri vardır ki, hiçbir zaman onların haram olma vasıfları düşmez ve zarûret de onları mübâh kılamaz.
‘’Def’-i mefsedetcelb-i maslahattan öncedir.’’(Yani zararlı şeyleri uzaklaştırmak, faydalı şeyleri elde etmekten daha mühim ve önceliklidir. Şerîat yaşanmadan mânevî derecenin yükselmesi mümkün değildir.) İbadet ve tâatlerin tamamını yerine getirmek insan gücünün üzerindedir. Yasaklardan sakınmak ise -az olmaları sebebiyle- her ferdin imkânı dâhilindedir ve bunun faydası daha şümullüdür. Bir konuda maslahat ve mefsedetin bir arada bulunması halinde İslâm âlimleri kural olarak mefsedeti defetmenin maslahatın celbine takdim edileceği kanaatindedir.
Örnekler verelim;
BAŞÖRTÜSÜ; Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektiği mahalli geçmemek şartıyla bakabilir(2). Allah, Kur'ân-ı Kerîm'de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına göstermelerini yasakladığına göre, onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar. Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helaki veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir. Buna göre İslâm'a hizmet etmek gayesiyle de olsa, İslâm'a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan yerlerde çalışmayı zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların insanlara hizmet etmesi sadece devlet dairesiyle de olmamaktadır. İslâm hizmeti böyle bir yol ile ifa edilemez. Bilindiği gibi "Zararları gidermek, maslahatları celb etmekten evladır." diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslâm'ın yasaklara gösterdiği itina, emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber (asm) bir hadîsinde buyurur: "Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarını yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınınız. Müslümanların, kadınların başlarını açabilmeleri için İslâm'ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslâmî kıyafetler içerisinde çalışmalarının çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerekir. Ayrıca kadınların eğitim ve işte çalışma sebebiyle başlarını açmaları onlara kazanım sağlamaz, aksine islamın diğer hükümleri içi de yasakları getireceğinde müslümaların bu konularda taviz vermemeleri, direnmeleri daha hayırlıdır.
MÜSLÜMAN VE TATİL; İmanı kalbine yerleştirmiş mümine yaz rehaveti gelmez. Allah’ın nimetlerini anlatmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, Kur’an’a davet etmek, mümin için kararlılıkla sürdürülmesi gereken faaliyetlerdir. Mümin fikri mücadele ile, Allah’a ve dinine hizmet ederek dinlenir. Aksi halde yorulur mümin. Hastalığın, ölümün zamanı yoktur; aniden gelebilir. İnsan eğer Allah’ın hoşnutluğunu esas almıyorsa, gittiği tatilde Allah’ı, Kur’an’ı, İslam’ı unutuyorsa, ve orada aniden ölüm onu yakalarsa, nasıl açıklar Rabb’ine? “Allah’ım ben tatildeydim” mi der? Kur’an’da Allah’tan, İslam’dan uzak bir hayat var mı; tatil bile olsa? Müslüman, her nereye giderse gitsin, yine Allah’ın rızasını gözetir ve orada da bütün gücü ile İslam’ı ve Kur’an’ı yayma çabasını sürdürür. İbadete hiçbir yerde ara vermez. Hiçbir şart ve ortam müminleri Allah’ı anmaktan, din ahlakını yaşamaktan ve yaşatmaya çalışmaktan alıkoymaz. Kur’an, müminlerin bu özelliğini, “(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar.” (Nur Suresi, 37) ifadesiyle haber verir.
Allah müminlere güzel bir hayat yaşatacağını vaat eder. O güzel hayat tatilde ya da ‘tadını çıkararak’ zevk içinde geçirilen bir hayat değildir; mümin için güzel hayat Rabb’inin rızası için çalışarak sürdürdüğü lezzet ve huzur dolu hayattır. Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 7, 8 )
Sonuç olarak; Zaruret şartları Müslümanların imtihanlarının çetin olduğu dönemlerde geçerlidir. Oysa başta Resulullah (s) olmak üzere ilk öncülerimiz Mekke Cahili sisteminin bazı uygun araçlarını şura iradesi ile kullanmışlardı. Himaye, panayırlar, davet ve eman kurumu gibi; Ebu Bekr (r) ve benzerlerinin müşriklerin ticari saldırmazlık akdine dayanan îlâf kurumunu kullandıkları gibi; Habeşistan Necaşi’sine ait sığınma hukuku gibi…Bu tür sistem içi araçların hiç biri İslam’a ait değillerdi.Ama Resul ve Resul ile birlik olanlar cahili sistemin araçlarındaki kirleri değil, tevhidi bilinçleriyle aidiyetlerini gizlemeden ve karşıtına yağcılık yapmadan imkânları kullandılar.Mekke’de Kur’an’ın taşıyıcısı Müslimler, sistem içi araçları kullanma imkânlarını yitirdiklerinde hicret etmişlerdi. Sonra da haklarını ve zaruretlerini korumak için kıtal. Program konu üzerinde mütalaa ve soru cevapla tamamlandı.