Yasin Aktay / Yeni Şafak
Ramazan sosyolojisi
Modern dönemlerdeki bütün kendiliğinden sekülerleşme süreçlerine veya zoraki sekülerleştirme çabalarına rağmen Türkiye’de din bütün görünümleriyle, inanç ve pratikleriyle toplumsal hayatı etkilemeye devam ediyor. Özellikle Cumhuriyet döneminde ortaya konulan siyasal ve toplumsal hayatı tavizsizce dinden temizleme çabalarına karşı dinin hayatiyetini sürdürmesi bazı kurumların direniş gücüyle ifade edilmişti. Ramazan’ın tek tek insan eylemlerini aşan, onların ötesindeki direnişi başlı başına irdelenmeye değer bir konudur.
Laikçiler aslında kelimenin tam anlamıyla bir laik toplum oluşturmayı hedeflemediler. Bilakis onlar laikliğin bir din gibi, kendi inanç, ritüel, sembolizm ve peygamberleriyle işleyeceği alternatif bir din pratiği ortaya koyuyorlardı.
Kâbe Arabın, Çankaya bizim olacaktı. Gökten inmiş vahiy değil, kaynağı beşerin bilimi olan bir liderliğin ilhamları ve mürşitliği esas olacaktı. Birçok insanın “ben laikim” deyişindeki dinsel tonlamayı dikkatini veren herkes rahatlıkla fark edebilir. Ünlü İngiliz antropolog Ernest Gellner bu durumu, “Türkiye’de (sözümona) İslami fundamentalizme karşı ortaya konulan alternatif sekülerist fundamentalizm oldu” şeklinde ifade ediyor. Bütün eleştirelliğine rağmen Gellner’in Türkiye için kendi tercihi de tabii ki ikincisi olacaktı.
Bugünlerde gençlerin dindarlıktan ateizme veya deizme kaydıklarına dair birilerinin çaldığı tehlike çanlarına karşılık yüz yıla yakın bir süredir nesillerimizin zaten ne tür inanç baskıları altında yetişmiş olduğunu hatırlatmakta fayda var. Tam bir fundamentalist laik anlayışla Türkiye’de ateist de, deist de az miktarda yetişmedi. İmam-Hatip liselerinin bir noktadan sonra gittikçe artan varlığına ve okullardaki din derslerine, sivil İslami eğitim çalışmalarına rağmen örgün eğitimimizde hala İslami inançlarla ve tarihi bilimsel gerçeklerle telifi gayrı kabil hurafelerle dolu bir müfredat yürürlüktedir.
Bu eğitimden geçen insanların sağlıklı düşünebilmek için önce zihinlerini bir sürü hurafeden, o hurafeyi üreten paradigmadan arındırmaları gerekiyor ki, imkânsız olmasa da çok zor bir iştir.
İşi kolaylayan bir husus bu dinin zihinlerden kolay kolay sökülüp atılamayan köklü varlığıdır. Zihinlerdeki varlığı da büyük ölçüde vazgeçilemeyen, bir kültür haline gelmiş pratikleriyle temin edilmektedir. Namaz, Cuma namazı, zekat, ezan ve tabii ki Ramazan ve onunla birlikte gelen bütün pratikler gibi. Bunlar tek tek bireysel varlıkların katılımına bağlı olmaksızın toplumda zihin ve davranış kalıpları inşa eden birer habitus olarak sosyolojik işlevlerini yerine getirirler.
Zaman zaman bu pratiklere katılımlarda düşüşler, yükselişler oluyor. Katı laikleştirme politikaları dönemlerinde açıktır ki, düşüşler olmuştur, ama yok olmamıştır.
Bu katılım düzeylerinin sosyolojik saha araştırmalarıyla tespit edilmesi her zaman ilgi çekici olmuştur.
Aslında bugün Dr. Zübeyir Nişancı’nın Dr. Önder Küçükural, Muhammed H. Alboğa, Hatice Nuriler, Hatice Kübra Baktemur ve Yusuf Akbulut’tan oluşan proje ekibiyle birlikte yapmış olduğu “Sayılarla Türkiye’de inanç ve dindarlık” başlıklı sosyolojik çalışma tam da bu direnen habitusların güncel etkisini görebileceğimiz bir fotoğraf sunuyor.
Buna benzer bir fotoğrafı geçtiğimiz yıl KONDA tarafından yayımlanan “TR100_2022 Türkiye 100 Kişi Olsaydı” başlıklı araştırmasında görmüştük. Bu fotoğrafta 2011 ile 2021 yıllarında yapılmış iki ayrı araştırma sonuçları karşılaştırılarak on yıllık süreçte yaşanan değişim de ortaya konulmuştu. Bu çalışma ile Nişancı’nın Mahya Yayınları bünyesinde hazırlanmış çalışması arasında ilk anda bir süreklilik göze çarpıyor. Hatta KONDA’nın verileri ile birleştirildiğinde o vesileyle söylediğimizi tekrarlamamıza daha fazla imkan veriyor: Bu veriler birleştirildiğinde gerçekten hiçbir değişimin olmadığı sonucunu çıkarmaya daha fazla imkân oluyor. Nitekim aynı araştırmada ateist sayısı ile kendine inançlı diyenler aynı miktarda artmış görünüyor. Düzenli namaz kılanlar 2008’de yüzde 42 iken 2021’de yüzde 44’e çıkmış ama aynı zamanda hiç namaz kılmamış olanların sayısı yüzde 17’den yüzde 24’e çıkmıştı.
Nişancı’nın araştırmasında düzenli namaz kılanların oranı yüzde 39, ara sıra kılanlarla birlikte yüzde 59’a çıkarken nadiren kılanlar ile hiç kılmayanların toplam oranı yüzde 41 olarak tespit edilmiş. KONDA’nın araştırmalarıyla görünen küçük fark bir trendi işaret eder mi? Bilinemez.
Kadınlar yine yüzde ikilik bir farkla erkeklerden daha fazla namaz kılarken 25 yaş altı gençlerde namaz kılma sıklığı bariz biçimde daha düşük, yüzde yirmilerde.
Bir Ramazan sosyolojisine kuşkusuz namaz kılma sıklıkları da dahildir. Ramazan’da bu oranların arttığında şüphe yok, ancak araştırmada buna dair bir kayıt yok.
Oruç konusunda ise araştırmaya göre katılımcıların yüzde 75’i Ramazan ayında “sık sık” ve “her zaman” oruç tuttuğunu belirtmiştir. Buna karşılık, “hiçbir zaman” oruç tutmadığını veya “nadiren” oruç tuttuğunu belirten katılımcıların oranı yüzde 16’dır. Yüzde 9 ise Ramazan ayında “ara sıra” oruç tuttuğunu ifade etmiş.
Oruç tutma konusunda da kadınların, namaz gibi erkeklere yüzde üçlük bir fark gösterdikleri görülüyor. Kadınlar yüzde 77 “sık sık” veya “her zaman” oruç tuttuklarını söylerken erkekler arasında bu oranın yüzde 74 olarak gerçekleştiği görülüyor.
Araştırmaya göre oruç tutma oranlarında yaş grupları ciddi bir farklılık göstermiyor. Var olan çok az fark gençler lehine. Yani yaşlılara nispeten daha az namaz kılan gençler, yaşlılardan daha fazla oruç tutuyor. Araştırma bunu belli yaş oranlarında beliren hastalıkların oruç tutmayı engellemesine bağlıyor, ama Ramazan unsuru gençlerin dinle bağlarının çalışmasını sağlayan işleviyle tebarüz ediyor.
Araştırma eğitim seviyesinin artışıyla oruç tutma sıklıkları arasında anlamlı bir ters orantı ortaya koyuyor. Yüksek lisans eğitimlilerin bütün nüfus arasında en az oruç tutanlar olduğu tespiti eğitimin içeriğiyle mi, refah seviyesinin artışıyla mı, bu tabakanın başka özellikleriyle mi açıklanacak? Bu belki sadece verileri ortaya koyan bu araştırmanın sınırlarını aşar. Eğitimin işlevleri üzerine ayrıca düşünmek gerekiyor.
Araştırmaya göre oruç tutma oranlarında bölgesel farklar da toplumdaki ezberlerle paralel bir durum ortaya koyuyor. Yine Batıdan Doğuya doğru gittikçe oruç tutma sıklıklarında bir artış anlamlı ölçüde göze çarpıyor. Ama en az olan Batı Anadolu’da “her zaman” ve “sık sık” oruç tutma oranları yüzde ellinin altına düşmemektedir.
İyi, kuralına uygun olarak toplanmış verilerle yapılmış her araştırma toplumun bir anının ve bir kesitinin fotoğrafını sunar. Toplum gerçekliği tabiatı itibariyle fotoğrafın kadrajına ve anına kilitlenmez, akar gider.
Mevcut fotoğraflar içinde bulunduğumuz Ramazan’ı, direnişini ve sosyolojik işlevini daha iyi anlayabileceğimiz oldukça anlamlı bir görüntü veriyor.