Kimdir bizi men eyleyecek bağ-ı cinandan, Mevrus-u pederdir, gireriz (Nabi)Türkçe yakın zamanlarda yeni bir kelime kazandı; açılım. Bu kelime, kendisinden türediği "açmak" fiilinin dışına çıkıyor. Açmak, kapalı duran bir şeye yöneliktir.
Mesela kapalı bir kapıyı ya da kutuyu açmaktan bahsedebiliriz. Öte yandan "açmak" tek yanlı bir fiil ortaya çıkıyor. Bu fiilin tehditkar olduğunu söyleyebiliriz. Kapalı tuttuğumuz şeyleri, iki saik üzerinden kapalı tutarız. İlki, değer duygumuz ile ilişkilidir. Burada kapatma ya da kapalı tutma fiili sakınmak, korumak amaçlıdır. Mahremiyet dünyamızın esasını da bu oluşturur. Kapatma fiili ikinci olarak endişe ve korku saikiyle karşımıza çıkar. Ya bilmediğimiz, yabancısı olduğumuz şeyleri, ya da bilip de, yüzleşme bedelinin ağır olacağını düşündüğümüz bir şeyleri kapalı tutarız. Benzer bir fiil daha var: açılmak. Açılma fiili bir açıdan içimizi dökmeyi; belki de ferahlamayı anlatıyor. Ama bunun sonuçlarının o kadar da ferahlatıcı olması her zaman mümkün gözükmüyor. O an rahatlayabiliriz. Ama bir süre sonra pişmanlık duymak da mümkündür. Açılmanın ikinci anlamının daima olumsuz bir çağrışımı olagelmiştir. Açılmak, günlük hayatın harcamalar iktisadiyatında hesap bilmemeyi içerir. Açılanda bir kaybın kaçınılmaz ve hazin hikâyesini buluruz. Açılıma gelince durum biraz farklılaşıyor. Bir kere açılımda bulunmak tek yanlı bir tasarruf değil.
AÇILIMIN RİSKİLİ ÖZNESİ
İlişkisel bir içeriğe sahip. Açılım öncesi durumda ilişki yadsınmıştır; çünkü ilişkinin öznesi tanınmazlıktan gelinmiştir. Dolayısıyla açılım iki boyutludur. Hem tanımayı hem de ilişkiselliği içermektedir. Bu kaygı ya da korkuları katlayan bir çetrefillik doğuruyor. Çünkü, açmak çok riskli bir duruma gelmişse, açma eyleminin etkin tarafı ya da öznesi olarak geriye dönmek ve kapatmak mümkündür. Ya da açılma durumunda işler beklendiği gibi gitmezse, geriye dönüp kapanmak muhtemeldir. Ama açılımın öznesi tekil değildir. "Açılımda bulunmak" ilişkiselliği içerdiği için en az iki öznelidir. İşler beklendiği gibi gitmezse "kapalımda bulunmak" (ifade bile ne kadar sakil kaldı) çok zordur. Öte yandan açılımda bulunan özne, kendisine açılımda bulunulan özneye göre, daha işin başında dezavantajlı bir durumdadır. Çünkü açılım öncesi durumunda dile getirdiği her iddia çökmüş durumdadır. Düne kadar tanımayan ve ilişkiselliği yadsıyan odur. Şimdi bütün bunlardan vazgeçen durumda olan da yine kendisidir. Kısacası "yaralı" bir durumdur bu. Dolayısıyla kendisine açılımda bulunulan, isterse "an bu an" diyerek bu yaraların iltihap kapmasına çalışabilir ve durumu zafere dönüştürebilir. Ya da bu durumu dikkate alarak, en azından yaraları işletecek durumlardan kaçınır. İlişkiselliğin önemini anlar ve kısa vadeli ve hesapsız kazanımların orta ya da uzun vadede kendisine de kaybettireceğini öngörebilir.
Açılım içi boş bir şey değildir. Yani formel bir kesinliği yoktur. Tam tersine tarihsel özgüllükler içerir. Mesela Hind-i Çin'de açılımda bulunmak Yakın-Doğu'da açılımda bulunmaya benzemez. Yolu, yordamı ve diliyle çok farklıdır. Bu sebeple, açılımda bulunulan yer ve açılımın tarafları bu süreci, iki taraflılık gibi basit bir ilişkisellik konusu olmaktan çıkarıp, geniş zamanların ve coğrafyaların ölçülerine uygun kılmak ve de daha mühimi, kelebek etkisi ilkesini dikkate alarak; belki o an itibarıyla taraf gibi gözükmeyen ama en azından orta vadede bu açılımın sonuçlarından etkileneceği aşikar olan insanların mukadderatlarının sorumluluğuyla davranmak durumundadır.
Bu coğrafya ifadesi, el'an mevcut olan sınırlarla anlaşılabilecek bir şey değildir. Sözü edilen sınırlar bu coğrafyanın tarihsel mukadderatına sonradan dayatılmıştır. Bu coğrafyada sınır meselesi bir yönüyle çok dramatik, bir yönüyle de traji-komiktir. Mevcut sınırları aşırı derecede ciddiye almak; hele hele tek yanlı bir genişleme özlemiyle artırma yoluna gitmek bu dramatik ve traji-komik senaryolara ortak olmak anlamına gelir. Dünya elbette sınırlara sahiptir. Ama sınırların nerede başlayıp nerede bittiğine hükmedebilmek mukadderat bağını hesaba katmayı gerektirir. Mukadderat bağının sağlaması bir duyguyla yapılır. Buna "kendini evinde hissetmek duygusu" diyebiliriz. Makul sınırlar, evde olma duygusunun hiçbir zorlama yapılmaksızın yoğunluğunun söndüğü yerde başlar. İnsanın "evinde olması" ile kendisini "evinde hissetmesi" aynı şey değildir. Dolayısıyla evde olmak ile evinde hissetmeyi özdeş görmeyiz. "Kendimi evimde hissediyorum" ifadesi, bir bakıma o kişinin evinde olmadığını da ima eder. Ama bu ifadeyi sarf ettiği yerde yaşadığı tecrübeler, o kişiye yıkıcı bir evsizlik duygusu ve yakıcı bir yalnızlık yaşatmayacak kadar yakın, tanıdık gelir. Tanık olduğu farklılıklar ise kendisini rahatsız etmeyecektir. Bunun böyle olması aslında talihli bir durumdur. Özdeşlik zenginlik doğurmuyor. Zenginleşme, insanı evinde hissettiren durumların ve tecrübelerin eseri. Bu farklılıkların tecrübesi, iki noktada zenginleştiricidir. İlk olarak insan, evinde tanık olamayacağı bir tecrübenin sahibidir artık. Evine döndüğü zaman artık o kadar da kendisi olmayacaktır. Hatıralar, tecrübeler aracılığıyla evine sanki birilerini getirmiştir. İkinci olarak, bu tecrübeler aracılığıyla evini biraz da dışarıdan görecek ve farklılaştıracaktır. Bu öyle bir tecrübe ki, savaş gibi acımasız koşullarda bile kendisini ikmal edebiliyor. T.Hench'in "Hayali Doğu" kitabında Foucher de Chartes isimli bir Haçlı askerin hatıralarına değiniliyor. Asker hatıralarında şöyle diyor: "Batılı olan bizler artık Doğulu olduk".
Modernleşme kültürel olarak evde olma duygusunu fetişleştirdi. Ev olarak tanımlanan mekanlarda yabancıyı istemedi. Bir bakıma sıkı bir "ev içi temizliğe" girişti ve yabancı bildiklerini kovmanın yolunu aradı. Bunun ilk örneği İspanya'da bilindiği gibi 15. yüzyıl sonlarında İspanya'da yaşandı. Daha sonra mutad oldu, rutinleşti.. Daha beteri evler alabildiğine küçüldü. Evden eve geçişler zorlaştırıldı. Evini beğenmeyen ise başka evlere göz dikti ve ilk fırsatta evini büyütmenin telaşına düştü. Şimdi karşımızda şöyle bir dilemma mevcut. Politik coğrafyalar mı; değilse sivil kültürel coğrafyalar mı? Ya da evi politik fantezilerle fetişleştirmek, steril kılma ve diğer evleri gaspetmek ve aynı işlemi orada da gerçekleştirmek mi; değilse hanenin sıcaklığını esas alıp zenginleşme vaat eden farklı tecrübelere kanatlanmak mı?
AÇILIMIN COĞRAFYASI VAR MIDIR?
Bu coğrafyada açılımın kendisine özgü bir yolu ve yordamı mevcuttur. Bu yol ve yordam, a priori durumları kaldırmaz. Esas olan "evde olma" duygusunun sürdürülebilirliğidir. Kısacası basit olarak bir diplomatik ve politik müzakere işi değildir. Bu coğrafyada evde olma duygusunun hatırlanması, paylaşılması oranında tutunumlu bir açılımdan bahsedebiliriz. Bu duygu odağına farklılıkları değil, benzerlikleri alır. Benzerliklerin derinleşmesidir farklılıkların yaşayabilmesini teminat altına alacak olan. Yani, vahdeti doğuran kesret değil; kesreti doğuran vahdettir. Dolayısıyla açılımlarda merkezi nokta farklılıklar değil, benzerliklerin ve yakınlıkların vurgulanmasıdır. Farklılıklar, yani dil, din vb. aldatıcıdır. S. Runciman, Haçlı Seferlerinin kültürel tarihi üzerine yazdıklarında "Bir Bizanslı Kahire'de veya Bağdat'ta kendini evinde hissederken, Paris'e ya da Goslar'a, hatta hatta Roma'ya gittiğinde yabancılık çekiyordu" demektedir. Müzakere edilecek olan benzerliklerin nasıl derinleştirilebileceğidir; farklılıkların neler olduğu değil. Aşağı yukarı 1500 yıllık bir Avrupa tarihinin müzakere kültürü ve teknikleri burada iş görmez. Çünkü Avrupa'nın, daha genel olarak Batı'nın kültürel ontolojisi farklılıkların tescili ve özneleşmesidir. Farklı özneler arası bağlar zorunlu, soğuk bir işleyişe sahip bir geçimi sağlayabilir ama yakınlaşmayı ve kalıcı bir barışı asla. Felsefi nitelikli sinema tarihinin baş yapıtlarından olan, Frank Perry ve Sydney Pollack'ın "The Swimmer"ın finalindeki acıklı çöküş tablosunda olduğu gibi. Tanınmak, bir özne sayılmak, Batı tarzı açılımın ve onun müzakereler dünyasının başat becerisidir. Bu beceri mukadderat bağlarını kurutan ve "çölleşme"yi yaygınlaştıran bir beceridir. Böyle bir teknik buralarda sadece bir tek şeye, sınırlara sınır katan bir kabileci marjinalizmin yükselişine yol açar. Oysa bu coğrafyada "tanınmak" değil, "tanış olmak" esastır. "Tanış olmak" ne tanımak ne de tanınmakla ilişkilidir. O, evde hissetme üzerinden mukadderat bağını okuyan bir duygudur. Açılımlarda tanış olmayı pratik hayata sokacak olan sivil bir dolaşım ağını seferber etmek gerekiyor. Politikanın kurduğu değil ve fakat ilişkilerdeki belirleyici rolünden geri çekildiği bir ağdır bu. Açılım biraz da evden çıkmayı göze almaktır. Açılım, hem evde hem de evin dışında yabancıladığımız ve yabancılaştıklarımıza evi açmak, onlara alışmak ve onları "onlar" olmaktan çıkarma iradesidir. Bu iradenin çok katılımlı işletilmesi bize, kendini evde hissetme duygusunu yeniden kazandıracaktır. Bu kadar yaralamış ve yaralanmış kuşaklar için daha fazlası beklenmemelidir. Ama bu kadarı bile, sonraki kuşaklara ise onları kuşatan çok daha büyük bir evin olduğunu düşünme fırsatı bahşedecektir.
ZAMAN