Zonguldak Çağrı Der’in bu haftaki konuğu “Muhafazakârlık ve Müslümanlar” konulu tebliğ çalışması ile Ömer Faruk Karagüzel’di. Mustafa Bozacıoğlu’nun yaptığı kısa bir tanıtım konuşmasının ardından sunuma başlayan Karagüzel aşağıdaki sunumu gerçekleştirdi.
2002 Genel Seçimleri öncesinde yeni kurulan bir parti olarak kendini, kadrolarını ve seçmen tabanını paylaşmaya aday olduğu partilerden ayırmayı hedefleyen AK Parti, bu hedefine ulaşmak için, Türkiye'de daha önce bir araya getirilmemiş iki kavramdan yararlanan bir adlandırmayı tercih etti: Muhafazakâr demokrasi.
Kavramın içerdiği muhafazakârlık ve demokratlık nitelikleri, aslında daha önce birçok parti tarafından benimsenmiş, pek çok bağlamda dile getirilmişti
AK Parti, "muhafazakâr demokratlığın" ne anlama geldiğini açıklarken, yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana tanıdığımız, ancak sol politikaların eylemlilik alanı içinde gelişen kimi kavramları ödünç aldı. Bunların başında gerek siyaset bilimi literatüründe gerekse politik ve toplumsal arenada liberal demokrasinin krizi ve bu krizin aşılması için öne sürülen çözüm önerileri bağlamında 1960'lı yılların sonlarından bu yana gündeme getirilen ve özellikle de radikal demokrasi tartışmaları içinde yeni bir bağlama taşınan, "katılımcılı,", "çokkültürlü" ve "müzakere" kavramları gelmektedir.
Türkiye’de “merkeze siyaset” hedefiyle yola çıkan AK Parti, bu hedefi doğrultusunda neden “muhafazakâr” ve “demokrat" kimliği benimsemiştir? Bugün gelinen noktada muhafazakârların T.C devleti ile kurduğu ilişki nedir? “Muhafazakârlaşan bir İslamcılık” söylemi ne kadar doğrudur? vb. sorular minvalinde yaşadığımız yılların hakim ideolojilerinden olan muhafazakarlığın etkilerini analiz etmeye çalışacağız. Sorduğumuz ve sormaya çalışacağımız birçok soruya cevap verebilmek, “muhafazakâr” ideolojinin köklerini ve düşünsel-siyasal alandaki yerini açığa çıkarmaktan geçecektir.
Kavram
Muhafazakârlık, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle etimolojik olarak “saklamak, korumak, bellekte tutmak” anlamlarında Arapça hıfz kökünden türetilmiştir. Muhafazakârlık kavramıyla vurgulanan, mirasın korunması, toplumsal hafızanın diri tutulması yani sürekliliktir. Sürekliliğin kendini en iyi şekilde gösterdiği kökler, örf ve adetler, gelenekler, inançlar, anılar ve tarihî miras gibi korunmaya layık görülen değerlerdi. Siyasette muhafazakâr tutumun amacı, reformlara temkinli ve tedrici bir destek vermektir. Muhafazakârlık teriminin siyasal anlamda kullanımının kökeni, Fransız Devrimi’nin sonrasında olmuştur.
Muhafazakârlık aslında Aydınlanma, Sanayi devrimi ve Fransız İhtilali’nin yıkıcı etkilerine karşı üretilmiş modern bir siyasal ideolojidir ve doğrudan statükoyu itidalli bir biçimde restore etme arayışıdır. Karl Mannheim’ın; “muhafazakârlık rasyonelleşmiş bir gelenekçiliktir” der.
Muhafazakârlığın Batılı Temelleri
Muhafazakârlık fikir ve doktrinleri, ilk defa 18. yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Batıda, Fransız İhtilali ve sonrasında ortaya çıkan büyük siyasal ve sosyo-ekonomik dönüşüme duyulan tepkiler muhafazakâr düşüncenin özünü oluşturur.
Batı’lı önemli muhafazakâr düşünürler arasında Edmund Burke(1729-97), Louis de Bonald(1754-1840), Joseph de Maistre (1754-1821), Hugues Felicite de Lommennais(1782-1854), François Rene de Chateaubriand(1768-1848), Justus Möser(1720-1794), Adam Müller(1779-1829), Friedrich Carl von Saugny(1779-1861), sayılabilir.
Muhafazakâr düşüncenin oluşmasında en etkili isim Fransız düşünür Edmund Burke (1729-97) tür. Burke, modern siyasal ve toplumsal muhafazakârlığın felsefi babası olarak kabul edilebilir. Muhafazakârlığın kurucu babalığı sıfatını, Devrim öncesi tarihlerde yazdığı eserlerle almıştı. Burke’nin siyasal düşünce tarihi içindeki önemi, toplumu soyut ilkeler doğrultusunda kurmak için yapılan Fransız İhtilali’nin ne tür bir seyir izleyeceğini önceden görmesinde yatmaktadır. Ancak ona bu konudaki ününü getiren, Fransız Devrimi hakkında yazdığı Reflections of the Revolution in France başlıklı eseridir. Burke, Reflections’da muhafazakâr düşüncenin temel özelliklerini altı temada özetler:
* Dinin önemi,
* Reform adına kişilere haksızlık yapılması tehlikesi,
* Rütbe ve görev ayrımlarının gerçekliği ve arzu edilirliği,
* Özel mülkiyetin dokunulmazlığı,
* Toplumun bir mekanizmadan ziyade bir organizma olduğu görüşü,
* Geçmişle kurulan sürekliliğin değeri.
Batılı Muhafazakârlığının Din Hakkındaki Görüşleri
Muhafazakâr düşünüşte din vazgeçilmez bir kaynak olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu noktada din muhafazakârlar tarafından modern bir müdahaleye tabi tutularak dünyevi bir mantıkla yeniden kurgulanır. Muhafazakârlar, otorite açısından gerekli gördükleri dini araçsallaştırırlar; din toplum düzeyinde kolektif bir birliktelik sağlar. Protestanlığa karşı çıkmalarının sebebi, dini söz konusu kolektif işlevinden uzaklaştırarak ancak toplum tarafından şekillendirildiğinde anlamı olan bireyin vicdanına hapsetmeye çalışmasıdır.
David Hume da dinin toplumsal bütünleşmeyi sağlayan işlevini önemsemiştir. Ona göre dinin varlık sebebi toplumsal işleyişteki rolüyle önemlidir. Önemli olan itikadi bağlamı değil, kolektiviteyi sağlamasıdır. “Muhafazakâr olmak dindar olmak mıdır sorusuna verilecek en güzel cevabı da, inanç olarak deist olan fakat dini olmazsa olmaz olarak gören David Hume’dur. Toplumsal dokuyu güçlendirmesi anlamında dinin toplumdaki işlevi ve gerekliliğini sorgulayan ve daha sonraları muhafazakâr bir duruşa sahip olan diğer düşünür de Durkheim’dir. Durkheim’e göre dinin kökenini, özünü ne bireysel inançta ne Tanrı’da bulur. İnancın kökeni kendine özgü bir gerçekliği olan toplumdur.
Muhafazakârlıkta Önemli Kurum ve Değerler
* Aile
* Devlet
* Din
* Nostalji ve Semboller
Türk Muhafazakârlığının Düşünsel Temelleri
bu kavramın Türkiye’de kimlerle Türkiye toplumu üzerinde rengini bulduğunu tespit etmeden önce, Babanzade Ahmed Naim ile o dönemin öncü muhafazakârlarından sayılan Yahya Kemal arasında geçen bir olayı aktararak başlamak istiyorum. Muhafazakârlığın İki Yüzü isimli kitabı Dergâh yayınlarından çıkan Fırat Mollaer, kitapta İsmail Kara’ya şükranlarını bildiren ve genel temayülü İslamcılara karşı muhafazakârlardan yana olan bu diyaloğu aktardıktan sonra şu önemli tespitlerde bulunuyor: “Türk muhafazakârlığı İslamcıların çok da tepkisini alan bidat ve hurafelere olan özel
ilgisiyle tebarüz etmiştir.” Hurafeleri kültürel bir zenginlik olarak değerlendirmekten çekinmeyen muhafazakârların tepkisi, sadece radikal Batılılaşma yanlılarına değil, ümmete gönderme yaparken Türk kültürünü arka plana iten İslamcılara karşı da yönelmiştir. İslamcıların evrenselciliği, hem yerel değerlere karşı bir saldırganlık, hem de Araplaşma olarak değerlendirilmiştir.
Babanzade Ahmed Naim, Yahya Kemal’in “Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüp” başlıklı makalesini şiddetle eleştirmiştir. Yahya Kemal ise eserine yapılan bu eleştirileri şöyle anlatmaktadır: “Derslerden yeni çıkmıştık. Ahmed Naim Bey birdenbire dedi ki; ‘İslamiyet’e sizin ettiğiniz zararı bu aralık kimse etmiyor’. ‘Niçün, nasıl, ne gibi…’ dedim. ‘Mesela bugünkü yazınız gibi yazılardan’ dedi ve ilave etti; ‘Zaten delalete düşmüş bu zavallı milleti daima şaşırtıyorsunuz. Bir zamanlar Türkçülükle, simdi de İslamiyeti efsaneler üzerine kurulmuş bir din gibi göstererek. Bizim Abdullah Cevdet’in dinsizliğinden korkumuz yoktur, çünkü o sarahatle dinsizdir ve maddidir, İslamiyeti yıkamaz. Hâlbuki sizin Tevhid-i Efkâr’da bir seneden beri çıkan yazılarınız İslam akaidini ve esâsâtını baştanbaşa tahrif ediyor. Beyefendi! İslamiyet’te ölülere ibadet, mezarlara muhabbet, ölmüş insanları filan veya falan semtte hazır ve nazır zannetmek gibi itikatlara yer yoktur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin kendi naşı bile İslam’da takdis olunmaz. İşte İslam’ın Hıristiyanlığa ve diğer dinlere bir fâikıyyeti de bundandır, böyle ebatına İslam’da inanılmaz.’”
Yahya Kemal makalesi için yapılan bu eleştiriye şöyle karşılık verir: “Bütün bir Türk milletinin hatıralarına ne karışırsınız! Türk milleti dinini istediği gibi benimsemiştir. Diyanetini vatanının toprağına tahayyül ettiği şekilde karıştırmıştır. ‘Biz’ dediğiniz zevat kalkıp da: ‘Ey Türkler, İslamiyet sizin vatan toprağınıza bigânedir, sizin milliyetinizi ve diğer milletlerin milliyetini de tanımaz. Zaten milliyet tanımaz. Sizin filan ve falan ‘vatan’a İslamiyetin ruhaniyetini şu bu şekilde, hulasa putperesthane bir itikat bakiyesiyle izafe edilmesini İslamiyet istemez!’ demenizle emin olunuz ki şu memlekette bir yaprak kımıldamaz. Evet, bu millet, İslamiyeti kendi mizacına göre kabul etmiş ve çok eski putperestliğiyle karıştırmış ve öyle sever; onun uğrunda yalnız bu sebeplerle ölür. İslamiyeti olsun, Hıristiyanlığı olsun, diğer dinleri olsun bütün milletler daima kendi hilkatleriyle, temayülleriyle, muhayyileleriyle, ihtiyaçlarıyla karıştırarak kabul etmişler ve başka türlü almalarına zaten imkân yoktur.
Ontolojik bir kırılma olarak; Tanzimat ve II. Meşrutiyet ile başlayan ve ardından radikal bir kırılma olarak devam eden Cumhuriyet dönemi modernleşmesi serüveni, Türkiye’deki siyasal, sosyal, ekonomik, fikri, ideolojik sayısız sorunu ardı ardına ortaya çıkarmıştır.
Batı’nın galibiyeti karşısında Osmanlı Ülkesi bazı devlet adamları ve aydınlar ile Kemalist modernleşmeci pozitivistler; askeri güçten, bireysel hayata kadar Batı gibi olmayı bir proje olarak sundu ve benimsediler. Osmanlı’nın son asrında, özellikle Mehmed Âkif, Sebilürreşad ve devamı olan Sırat-ı Müstakim dergilerinde mağlubiyetin sebebinin iç çürümemiz olduğu ve dolayısıyla Batı’nın yükselişi karşısında “modernleşmek” yerine “İslamlaşmak” düşüncesinin benimsenmesi gerektiği asıl çare olarak ifade edilmiştir. Fakat Cumhuriyet dönemine gelindiğinde bu düşünüşe “kumda oynanması” tenkit edilerek ardı arkası bitmek bilmeyen sorunlarla toplum karşı karşıya getirilmiştir. Düşünceden kültür hayatına, toplumsal ve bireysel ahlaki durumdan dine kadar pek çok alanda yozlaşma ve çürüme ile karşılaşan İslam bir millet çaresiz kalmış, kimlik krizlerine girmiştir.
Muhafazakârlığın genelde Fransız Devrimi ile başlatılması bir gelenek hâline gelmiştir. Aynı tarih garip bir tesadüf olarak, Osmanlı da modernleşmenin sembol ismi III. Selim’in tahta çıkma tarihidir. Bu padişahtan sonra tahta çıkan II. Mahmud da Osmanlı İmparatorluğunun modernizasyonu yolunda
önemli adımlar attı. Bunu takiben Sultan Abdülmecid döneminde Osmanlı’ya “Türkçülük”, “İslâmcılık” ve “Osmanlıcılık” gibi önemli fikir akımlarının girdiğine şahit oluyoruz.
Bütün bunların sonunda Osmanlı Devleti XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde, geçmişin “restorasyonu” anlamında değil, geçmişte hiç yapılmamış şeylerin yapılması anlamında “değişim”in zorunlu olduğuna karar verdi.
Batıda gelişen fikir akımlarının da etkisiyle aydınlar arasında yönetime karşı tepkiler dile getirilmeye ve çeşitli cemiyetler kurulmaya başlanmıştı. Bu cemiyetler içerisinde Yeni Osmanlılar, 1877’de II. Abdülhamit tarafından dağıtıldıktan sonra, faaliyetlerini Avrupa’da ve gizli biçimde yurtiçinde sürdürerek İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin temelini oluşturdu. Bilhassa gizli gizli okunan Namık Kemal’in, Ziya Paşa’nın eserleri ve Ali Şefkatî’nin Napoli, Cenevre ve Paris’te çıkardığı İstikbâl Gazetesi, Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye’de okuyan gençler arasında Abdülhamit karşıtı havayı besledi. II. Abdülhamid yönetimine karşı ilk örgütlü muhalefet, 1889 yılında bir grup tıbbiyeli öğrenci tarafından, daha sonra İttihat ve Terakkî Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ni kurmasıyla ortaya çıktı.
Kemalizm ve Türk Muhafazakârlığı
Cumhuriyet elitinin Batının fennini ve yaşam tarzını birlikte alma iddiası açıktır. Bir dizi çabuk ve köklü değişikliklerle şeriat kaldırmış ve İslamlılık devletten ayrılmıştır. Geçirilen aşamalar malûmdur: dini eğitimin kısıtlanması ve sonra yasaklanması, Avrupa medeni ve ceza kanunlarının kabulü, dini vakıfların millileştirilmesi, ulemanın gücünün kısılması ve sonunda tasfiye edilmesi, kıyafet ve başlık, takvim ve alfabe gibi toplumsal ve kültürel sembollerin ve uygulamaların değiştirilmesi. Nisan 1928 de İslam dini Anayasadan çıkarılınca, hukuki laiklik binasının kule taşı da döşenmiş olundu.
Kemalizm’in ilke ve değerlerinin toplumda kurumsallaşmasına yönelik Kemalist aydınlar arasında iki farklı eğilimin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunlardan ilki Kemalizm’i, Aydınlanma düşüncesi üzerinden tercüme eden, toplumu dönüştürmeyi amaçlayan ve düşüncelerini Kadro, Yön, Varlık gibi dergilerde ifade eden aydınlardır. İkincisi ise liberal, romantik, paternalist ve dinî, hem geleneksel değerlerin savunmasını yapan, hem de Batı’nın teknolojik gelişmesinin alınmasına yönelik değişimi isteyen Hareket, Dergâh, Türk Düşüncesi, Kültür Haftası gibi dergilerde temsil edilerek, Kemalist inkılâbın rakip bir kavramlaştırmasını yapmaya çalışan aydınların oluşturduğu gruptur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Şekip Tunç, Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken, İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi yazarlar ile Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal gibi şair ve edebiyatçılar tarafından Kemalist Modernizmin karşıtı değil ama ılımlısı olan muhafazakâr modernleşmeci temalar ile Kemalist politikalar desteklenmiş, kimi zamansa felsefi ve siyasi temalarla eleştirmiş, Kemalizme ve onun akılcılığına ruhçu (spritüalist) yorumlar getirilmiştir.
Cumhuriyet devrimlerini benimseyip yalnızca onların uygulamadaki hatalarına karşı çıkan muhafazakârlar bu anlamıyla Batılı muhafazakârlardan ayrışmışlardır. Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının, Burke ve Bonald’ın klasik muhafazakârlığından ayırt edici temel özelliği, Cumhuriyet öncesinin özlemi içerisinde olmamasıdır. Hemen hemen hepsi, cumhuriyet devrimlerini benimsemede hem de Osmanlının toplumsal-siyasal anlayışı ve reformları konusunda onaylayıcı ortak bir fikre sahiptirler.
Geleneğin bir anda yok edilip, geçmişin de tamamen silinemeyeceği, dinsiz toplum olmayacağı, dinsel duygular ve maneviyattan yoksun bir toplumun yaşamasının mümkün olmadığı düşünceleri Cumhuriyet dönemi muhafazakârlarının düşünsel olarak üzerinde durdukları konulardandır. Yeni bir
geleneğin aynı topluma uygulanmasının tepeden inmeciliğine karşı çıkılmıştır. Batı modernitesinin İngiliz, Alman, Amerikan modellerine sığınılarak, farklı uluslar tarafından yapılan modernleşmenin ideal tek bir yolunun olmayıp, izlenecek yolların her ülkenin kendi şartlarına bağlı olarak değişebileceği gibi temaları da sürekli dile getirmişlerdir.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu sebeplerle “gericilik” suçlamalarına maruz kalan muhafazakâr modernlik taraftarları, karşıtına sığınmaktan, karşıtına sığınarak var olmaktan geri durmamışlardır. Kemalizm’in medeniyetçilik, milliyetçilik ve laiklik gibi temel vasıflarını kabul ettiklerini, eskiyi diriltmekten değil, değişimden yana olduklarını üstüne basarak belirtmek lüzumunu hissetmişlerdir. Mesela Ali Fuat Başgil kendisini “memleketçi, milliyetçi, maneviyatçı ve terakkici-muhafazakâr” olarak tanımlamıştır. Yine bu sebeplerledir ki; ilk dönem muhafazakârları kendilerini “muhafazakâr” olarak adlandırmaktan çekinmişlerdir. İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi kendilerine “ananeci” demeyi tercih etmişlerdir. Nazım İrem’in de ifade ettiği gibi, “bu çekingenliğe yol açan nedenlerin başında, Kemalist yönetici seçkinlerin her türlü muhafaza talebini, geleneksel Osmanlı sisteminin siyasal ve sosyal kurumlarını koruma ve/veya canlandırmaya yönelik irticai talepler olarak görme eğilimleri gelmektedir.
Muhafazakârların Kemalizm’in “akılcılığına” karşı getirdikleri en önemli eleştiri dinin tüm alanlardan uzaklaştırılmasına ve din ve maneviyat duygularından yoksun bir toplum yaratma çabasına getirdiği eleştiridir. Muhafazakâr modernlik düşüncesi, dini duygular ve maneviyattan yoksun bir toplumun yaşamasının asla mümkün olmadığı fikrini işlemiştir.
Muhafazakâr modernliğin geliştirdiği tezlere göre bilim ve teknikteki gelişmeler, manevî ihtiyaçları ortadan kaldıramadığı gibi, bilakis yarattığı yeni buhranlarla insanı daha da huzursuz hâle getirmiştir. Çağdaş medeniyet göz kamaştırıcı teknik başarılarına rağmen insana mutluluk getirememiştir. Ancak tekniği reddetmek buna çare olamayacaktır. Çare bilim ile maneviyatı uzlaştırmak, bir arada dengeli bir biçimde götürmektir.
“Muhafazakârlık ilk meyvelerini 1940′larda Büyük Doğu ve Serdengeçti dergilerinde vermeye başlamış, alternatif görüşler de Türk Düşüncesi çevresince ortaya konmuştur.”1 Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi, Osman Yüksel’in Serdengeçti dergisi, İslamcılık-Milliyetçilik ilişkisini uzun bir süreden sonra tekrar gündeme getirmişlerdir. “Osmanlının son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar varolan, örneğin Ziya Gökalp’in de belirgin bir şekilde üzerinde durduğu bu sentez, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiyi ve bu çizgide muhafazakârlığın ağır basacağı düşünsel bir rotayı besledi. Öyle ki, 1939’da Türk İnkılâbına Bakışlar adlı eserini yayınlayarak Cumhuriyet inkılâplarına ciddî bir muhafazakâr tepki gösteren Peyami Safa’nın 1953’te çıkarmaya başladığı Türk Düşüncesi dergisinde, artık muhafazakâr düşüncenin temel öngörüleri rahatlıkla dile getirilebiliyordu. Bu arada, Serdengeçti, Büyük Doğu, Sebilürreşad gibi dergilerin yanı sıra, muhafazakârların kitap düzeyindeki yayınları da, söz konusu tartışmalara ivme kazandırmaktaydı. Mustafa Şekip Tunç, Remzi Oğuz Arık, Peyami Safa, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil, Hilmi Ziya Ülken gibi isimlerle ve 1950’lerin sonuna doğru Osman Turan ve Nurettin Topçu’nun katılımıyla Türk Muhafazakârlığı, Tek-Parti dönemi çekingenliğinden tamamen uzaklaştı.
Modern Türkiye 1923-1946 yılları arasındaki dönemi otoriter Tek-Parti yönetimi altında geçirdi. II. Dünya Savaşı’nın ardından bütün dünyada esmeye başlayan “demokrasi” rüzgârları ve yaşanan ekonomik krizle birlikte Türkiye’de de yeni arayışlar başlamıştır. 1950’lerde Türkiye çok partili
1 Bahadır Kurbanoğlu, “Din-Devlet İlişkileri Bağlamında Muhafazakârlık-1”, Haksöz dergisi, Temmuz 2008, Sayı: 208, s.38.
hayata geçmesi ile birlikte iktidara gelen Demokrat Parti’nin seçkinlerinin “dine hürmetkâr” yaklaşımlarının yanında, dinsel sembol ve motifleri siyasal örgütlenme temeli yapan çevrelere bakışta, geleneksel Kemalist çizgi izledikleri açıktır. Bu tavrı sergilemeleri onları Sağ Kemalizm’in temsilcileri haline getirmiştir.
AK Parti’nin “Muhafazakâr” Kimliği Üzerine Değerlendirme
AKP, yüksek temsil gücünü iktidar alanında gerçekleştirebilmek için kendisine, Millî Görüş dışında, meşru ve makbul bir kimlik aramaktadır. Bu bağlamda, aydınlar ve bürokratların yanı sıra, tabanına da ters gelmeyecek bir ideoloji olarak muhafazakârlığı, en uygun kimlik olarak görmüştür. Aslında AKP kamuoyuna deklare ettiği Muhafazakâr Demokrat kimliğiyle, ne olduğundan ziyade ne olmadığını beyan etmektedir. Muhafazakâr Demokrat kimlik, iç ve dış iktidar alanlarına girilirken sorulan kimlik ihtiyacını karşılamak üzere inşa edilmiş bir kimliktir.
AKP, yeni kurulan bir parti olarak kimliğini tanımlarken, öncelikle içinden çıktığı ve kadrolarının önemli bir kısmını bünyesinde barındırdığı Milli Görüş partileri ile arasına bir mesafe koyma ihtiyacı duyar. Bu mesafe, bir yönüyle partinin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılan Refah Partisi, Saadet Partisi, Fazilet Partisi çizgisinden ayrılarak sistemle barışık bir konuma yerleşme yöneliminin ifadesidir. Bu yönelim, söylemsel düzeyde, dinle siyasetin ayrılması gerektiği iddiası ile ifade bulur. AKP, kendisini İslamcı ve etnik kökene dayalı partilerden kuruluş bildirgesinde belirtildiği gibi bir "kitle partisi" olma hedefi düzeyinde ayırmaktadır. Böylece, yeni kurulan parti, merkezde yoğunlaşan genel seçmen tercihlerine hitap ederek seçmen tabanını yaygınlaştırmayı hedeflemektedir. Bu nedenle de toplumun temel siyasal örgütlenme biçiminin İslami yaşam tarzının gerekleri ile belirlenmesi talebi üzerine kurulu bir siyaset anlayışını reddetmektedir. Recep Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın sözleriyle, "Hareketinin merkezine tek bir dini anlayışı, mezhebi veya etnik özelliği yerleştirerek 'biz ve diğerleri' ayrımı yapan ayrışmacı siyaset tarzının Türkiye şartlarında kutuplaşmaya sebep olduğu vurgulanmaktadır.” Parti programında, partinin "kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddettiği belirtilir; "din,, siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar üzerinde baskı kurmak" kabul edilemez bir yönelim olarak tanımlanır.
Partiye sistemle barışık ve Cumhuriyet'in ilkelerine bağlı bir kimlik atfetme çabası, kendini en belirgin biçimde laiklik söyleminde ortaya koyar. AKP'nin laiklik söylemi, muhafazakâr düşüncenin dine yaklaşımına uygun bir çizgidedir. Muhafazakâr düşünce içinde din, "dünyevi saiklerle yeniden yorumlanır", toplumun istikrarını ve devamını sağlayan bir bağ olarak görülür.
Bugün gelinen nokta itibariyle Muhafazakarlık ve AK Parti ilişkisini değerlendiren Ömer Faruk Karagüzel; Müslümanların bugünkü durumunu vahiy eksenli son değerlendirmesiyle özetleyerek sunumunu bitirdi.
Haksöz Haber