Türk demokrasisinin pusulasını Ergenekon soruşturmasının akıbeti tayin edecek. Ya bu ülke gladyo tipi derin yapılanmalardan yakasını kurtaracak; ya da demokrasi adına yapılan her şey, çadır tiyatrosu mesafesinde kalacak.
Anlaşılan o ki derin örgütlerin ucu çok değişik yerlere kadar dayanıyor; güvenlik güçlerine, bürokrasiye, iş dünyasına, medyaya. Evet medyaya. Bu yüzden medyanın konuya yaklaşım biçimleri pek çok açıdan önemli ipuçları taşıyor. Mesela Ergenekon davasını sulandırmak için yoğun bir çaba sarf ediliyor. Meseleyi karikatürize etmek için seferberlik yapılıyor adeta.
Geçenlerde (2 Aralık) Taraf yazarı Alper Görmüş çok önemli bir tehlikeye dikkat çekti. 'Ergenekon Tuncay Güney değil, Veli Küçük'tür' başlığını taşıyan makalede yazar 9 Mart 1971 dönemini hatırlatıyor ve Tuncay Güney ile Mahir Kaynak'ı Cemal Madanoğlu ile de Veli Küçük'ü eşleştiriyor. 'Türk solu uzun yıllar boyunca 9 Mart'ın sembolik resmi olarak hep Mahir Kaynak'ı hatırladı; Cemal Madanoğlu'nu, Faruk Gürler'i Muhsin Batur'u değil'. Bu, üzerinde durulması gereken bir ayrıntı.
9 Mart cuntasını o gün yorumlayan basın, özellikle solcu basın, Mahir Kaynak üzerinden sundu her şeyi. Kaynak, cuntanın içine sızmış MİT görevlisi olarak o kadar çok anlatıldı ki asıl suçlular, darbe heveslileri ve cuntacılar, unutuldu. Oysa ordudan medyaya kadar uzanan antidemokratik bir yapı vardı ortada. Ondan önce de öyleydi ondan sonra da. Hasan Cemal, Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adlı kitabında bu durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Orada, söz gelimi, İlhan Selçuk'un görevini çok iyi anlamak, bugüne yansımalarını değişik kişi, grup ve yapılarla yansımalarını doğru okumak gerekiyor. Hatta hafta sonu Taha Kıvanç imzasıyla Yeni Şafak'ta yer alan bir yazıyı da (6 Aralık) o gözle bir daha okumak lazım. Tan Matbaası'nın basılması, 6-7 Eylül hadiselerinin tertiplenmesini de Cumhuriyet Gazetesi etrafında dönen psikolojik harp taktikleriyle açıklıyor Kıvanç. Sağcılık solculuk meselesinin çoğu kez derin merkezlerde tasarlanmış bir mizansen olduğunu; bu arada umulmadık operasyonların yapıldığını 12 Eylül darbesinden de, 28 Şubat döneminden de biliyoruz.
Maalesef derin operasyonların bir ucunda medya hep bulundu. O yüzden darbelerin vebali hatta laneti bazı basın kuruluşlarının peşini bırakmadı; onları bir daha iflah etmedi. Şimdi yeni bir durum var. Susurluk çetesi suçüstü yakalanmıştı ama onun üzerine gidilemedi. Gidilebilseydi Türkiye bu kadar badireden aşmak zorunda kalmazdı. O günkü iktidar 'faso fiso' diyeceğine 'ucu nereye dayanırsa dayansın sonuna kadar derin çetenin üzerine gidilecek' diyebilseydi mesele başka bir boyut kazanacaktı. Hatta o günkü iktidarı 'Neden Susurluk çetesinin üzerine gitmiyorsunuz?' diye yerden yere vuranlar suspus olacak, ilişkiler yumağının kendilerini de boğacağını fark edecekti. Bugünkü telaş onu gösteriyor.
Bugün Tuncay Güney tartışılıyor ısrarla. Yazılıp çizilenlere bakacak olursanız 2 bin beş yüz sayfalık Ergenekon iddianamesinin Güney'in ifadelerine dayandığı sanılacak. Öyle mi? Tabii ki hayır. Karşımızda bombalarıyla, silahlarıyla, suikast planlarıyla, krokileriyle, gizli belgeleriyle, illegal örgüt şemasıyla kökü çok derinlerde olan bir çete bulunuyor. Mesele sadece Tuncay Güney ya da Veli Küçük ile sınırlı değil. Daha ötesi var. Ve Türkiye bu yapıyla yüzleşmeye mecbur.
MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür kendi sitesinden Aydınlık Dergisi'ne verdiği cevapta şöyle demiş: 'Tuncay Güney'den bahsetmişsin... O bizdenmiş, öyle diyor... Yani istihbarat elemanı... Yetenekli birisi... Sizin ekibe başarılı bir şekilde sızmış... İpliğinizi pazara çıkarmış, zokayı fena yemişsiniz... Geçmiş olsun... Gerisi teferruat...' Aydınlık ekibinin zokayı yuttuğu aşikar.
Şimdi başka bir zoka denemesi ile karşı karşıyayız. Ergenekon soruşturmasını sulandırmak isteyenler Tuncay Güney'i önce 'her şey' sonra da 'hiçbir şey' olarak resmetmek istiyor. Güya bu sefer de zokayı kamuoyu yutacak ve Ergenekon 'fasa fiso' durumuna düşecek. Boşuna bir gayret. Çünkü Ergenekon tipi yapılanmalar suçüstü yakalanmış oldu ve konu kamuoyuna mal oldu. Şimdi binlerce sayfada yer alan somut bilgiler, kamuoyu nezdinde önemli bir yere sahip olduğu gibi yüzlerce araştırmacı için de önemli bir kaynak haline geldi. Karıştırmacı gazetecilik bu meseleyi ne kadar savsaklarsa savsaklasın, bazı gerçeklerden kaçmaları artık mümkün değil. Zokayı yutanlar yutmuş; bundan sonra bu hayati konunun peşini bırakanların kamuoyu peşini bırakmaz...
Hani 'yandaş medya' diyordunuz?
Malumunuz, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, çarşaflı hanımefendilere parti rozeti takarak yeni bir sayfa açtı. Pek tabiidir ki tartışmaların ardı arkası gelmiyor. Daha düne kadar başörtülü çocukları üniversiteye sokmayan, bu konudaki yasal düzenlemeleri Anayasa Mahkemesi'ne götüren ve iptal ettiren CHP, hafızalardan silinmiş değil. CHP vitrinindeki bazı kişilerin başörtülü vatandaşlarımıza karşı yürüttüğü insaf dışı muamele de sıcaklığını koruyor... Buna rağmen Baykal, ezber bozacak bir açılımda bulundu.
Baykal'ın atağına tepkiler çok farklı. Şu ana kadar CHP'yi her halükarda destekleyen bazı çevreler bu açılımdan rahatsız. Bazıları da sessiz kalmayı tercih ediyor; ta ki bu hamleden alınacak siyasi sonuç net görülebilsin. Açıktan açığa Baykal'a destek verenler de var.
Bazı gazetecileri en çok şaşırtan da ne biliyor musunuz? Daha düne kadar 'yandaş medya' diye diline doladıkları gazetelerin Baykal'a verdiği destek. Kimi çıkıyor televizyonlara 'efendim nasıl oluyor da Zaman Gazetesi çarşaf açılımı için zihniyet devrimi dermiş de, Yeni Şafak Gazetesi nasıl olur da Baykal'ı desteklermiş de... Hatta, sağ olsun bazıları neo CHP'liler diye liste yapmış şimdiden. Daha düne kadar CHP düşmanı diye yaftalanan insanlar şimdi bir anda neo CHP'li olmuş. Daha düne kadar AKP yanlısı diye yaftaladıkları gazeteler şimdi CHP yanlısı olmuş.
Hangi yafta doğru sizce? Tabii ki ikisi de yanlış. Bazı insanlar şu duruşu anlayamıyor: Körü körüne bir partiye destek vermek ya da köstek olmak, gazetelere de gazetecilere de yakışmıyor. Niçin yandaş diyordunuz? Çünkü Türk hukuk tarihinin en ucube kararı olan 367 meselesinde AK Parti'ye destek verdiniz. Bu haksızlığa hangi parti maruz kalsa ona destek verecektik zaten. Gece yarısı muhtırası verilmişti; pek çok yazar ve gazete elektronik muhtıraya karşı çıktı. Bu da doğru bir karardı. Mesele AK Parti meselesi değildi; demokrasi sınavıydı. Çünkü bu tür bir müdahaleye boyun eğmek Türk demokrasisini kıyamete kadar vesayet altına sokmak demekti. E-muhtıra atlatılınca sıra y-muhtıraya geldi ve yargı kendi yetkilerini aşarak, demokrasiyi delik deşik ederek parti kapatma davası açtı. Buna da boyun eğmemek gerekiyordu; çünkü bu anlamsız müdahalenin bir adım ötesi yargıçlar diktatörlüğüydü...
Eğriye eğri doğruya doğru. Bugün CHP yeni bir adım attı ve çarşaflı insanlarla kucaklaşmayı denedi. Ne kadar samimi olduklarını göreceğiz. Şu anki manzaraya bakarak CHP'nin açılımına da destek verdik. Çünkü medyanın görevi icraat denetimidir. Bu denetim bir kitleye sürekli olumsuz yaklaşmayı da reddeder; her halükarda destek vermeyi de.
Peki ya her şeye rağmen yasakların yanında mevzilenenler! Onlar istiyor ki çatışma hiç bitmesin, kavga hiç durmasın, temel hak ve özgürlükler konusunda hiçbir yakınlaşma temin edilmesin... Bu kadar çatışmacı ve inatçı mantığın ne faydası dokunabilir bu güzel ülkeye?
ZAMAN