Zillette izzet mi?

ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

Bismillahhirrahmanirrahim

İnsanın çeşitli his ve davranışlarının meşru veya gayri meşruluğu sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu konulardan biri de insanın üstün olma, saygın olma, önder olma duygusu ve bunun için gösterdiği çabalardır. İnsanın birçok duygu ve davranışı gibi, bu arzu ve çabaları da farklı değerlendirmelere konu olmuştur. Mistikler; bu arzu ve çabaları hayvani çirkinlikler olarak nitelendirmiş ve bunların yok edilmesi için nefse eziyet de dâhil olmak üzere, her yola başvurmanın gerekliliğini savunmuşlardır. Materyalistler ise, bu istek ve çabaları, insanın doğal bir durumu olarak nitelendirmiş ve bunları ahlaki kurallarla sınırlandırmanın saçma bir davranış olacağını ileri sürmüşlerdir. İkinci kesime göre ulvi bir gayesi olmayan insanın bencilliği ve egoizmi de yanlış değildir. Hatta bu kesim, bencillik ve egoizmi bir ahlaki felsefe olarak savunmaktan ve bunun dışındaki ahlaki felsefeleri saçma olarak nitelendirmekten de çekinmemişlerdir. (T. Hobbes, B. Mandeville, C.A. vs. gibi)

Bu iki zıt görüşün, insanın duygu, düşünce ve tavırlarına dönük dengeli bir bakış açısını tutturduğunu söylemek mümkün değildir. Zira mistikler üstün olma isteğini insandan söküp almak için uğraşırken, maddeciler ise insanları, bu isteklerini ölçülerden uzak ve hayvanca bir şekilde gerçekleştirmeye teşvik etmektedirler. Bu yanlış yaklaşımların sebebi, elbette ki iki tarafın da insanı doğru olarak tanımayışından ve tanımlayamamasındandır.

İslam ise, insanın üstün olma, saygın olma, övgüye layık olma duygularına daha farklı bir şekilde yaklaşmaktadır. İslam'a göre bu istekler insan fıtratının en tabii yansımalarıdır ve bir insanın övülmeyi hak edecek bir konumda olmayı istemesi değil, istememesi anormaldir. Önemli olan, insanın bu hedeflerine ulaşmak için kullandığı yol ve yöntemlerdir. (Âdem (as)'ın ebedi olmayı istemesi doğaldı, doğru olmayan onu yanlış yerde aramasıydı.)  Öyle ki kullanılan bu yol ve yöntemle üstün olmak isteyenler amaçlarına ulaşırken insanlar da bu çabalardan olumlu etkilensinler. Böylesine bir yönteme ise ancak Rabbin vahyiyle / rehberliğiyle ulaşılabilinir. (Zira Rab, hem insan fıtratını, hem de bu fıtratın kişiye neler fısıldayacağını en iyi bilendir.)

Bu çerçevede vahye yönelen kişiler, Rablerinin değerli olma isteklerini kınamadığını ve tersine kendilerine üstün olmanın doğru yolunu gösterdiğini göreceklerdir: "Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haberdar olandır." (Hucurat 13)

Vahyin bu ölçüsüyle hareket edenler bir yandan fıtratlarıyla çatışmaya girmekten ve iki yüzlülükten korunacaklar, diğer yandan üstün olmak için yine vahyin rehberliğinde Allah'ın kullarına en fazla faydayı sağlama yarışına gireceklerdir. Böylelikle insanların kendi aralarındaki üstün olma yarışı, Allah'a davet, emanet olarak verilen nimetleri paylaşma, kusurları örtme / bağışlama, mazlumlara destek gibi, hayır yarışlarına dönüşecektir. Şüphesiz ki böylesine kusursuz (hem insan fıtratıyla uyumluluğu, hem de hayırlı sonuçları anlamında) bir yöntemi, ancak sonsuz ilim ve hikmet sahibi ve terbiye edicilerin en hayırlısı olan el-Kuddus bilebilir ve emredebilirdi.

Ama ne yazık ki, Müslümanlar olarak, baştan sona kadar rahmet olan bu yöntemi dikkate almayarak kendimizi zillette mahkûm kıldık. Çünkü üstünlüğü tevazuda, bağışlamada, vahdet için fedakârlıkta arayacağımıza, yersiz iddiacılık, cedel ve kendimizin biricikliğinde, kardeşlerimizin ise acziyetinde aradık. Bazen bunu kendi şahsi fikirlerimiz, bazen fırkamız, bazen ümmet adına yaptık. Gerçekte ise cansiperane savunduğumuz en temel şey, kendi egomuz veya egomuzun özdeşleştiği grubumuzdu. Çünkü bilgili, tecrübeli, ileri görüşlü ve çok samimi olan ancak bizdik. Diğer Müslümanlara gelince, onların bu hasletlerdeki payları, ya çok azdı, ya da hiç yoktu. Bu yanlış düşüncelerle, kendimizi kardeşlerimizin nasihatlerine kapattık ve kendimize en büyük kötülüğü yaptık. Bu halin doğal sonucu olarak, kendimizi gizli istiğna ve kibir hastalıklarının pençesine teslim ettik. Bu halimizle vahdetin sağlayıcıları olma yerine, vahdetin engelleyicileri olduğumuzuysa fark edemedik. Çünkü bize göre, yine bütün olumsuzluklar başkalarındaydı. Bizim dışımızdakiler, birlikte hareket etmenin fıkhına riayet etmiyor, Kur'an'ı, toplumu, tarihi bilmiyor, dolayısıyla akılları bizim bildiğimiz hakikati almıyordu. Peygamberin açık uygulamalarından bile gerekli dersleri çıkaramıyor, apaçık olan yüzlerce Kur'an ayetlerini anlayamıyorlardı.

Bu durumun vahametinden şüphe edenler, mensubu oldukları camiaların birbirlerine muamelelerine bakarak, bu sorunun ciddiyetini rahatlıkla görebilirler. Zira camiaların kendi içlerinde, başkalarını değerlendirirken empatiden, rahmetten, tevazudan, hüsnü zandan ve hatta edepten uzak değerlendirmeleri neredeyse bir alışkanlığa dönüşmüştür. Öyle ki başkalarına dönük yapılan gıybet, hakaret ve alaya karşı çıkanlar artık azınlıktadır. Çünkü yapılanlar çeşitli kılıflar altında yapılmakta ve bu çirkinliğe karşı çıkanlar sanki eleştirilenlerin müttefikleri gibi algılanabilmektedir. Çok az kimse, bu ahlaki zaafların ve başkalarının zilletinde izzet arama çabalarının, neden olduğu felaketleri görebilmektedir.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bugün Müslüman fert ve grupların dağınıklığında fikri ve usulî nedenlerden öte en etkin neden bu tür ahlaki problemlerdir. Var olan usulî farklılıklarımızı giderememenin nedeni de bu tür ahlaki zaaflardır. Çünkü peygamberî bir tevazu ve hikmetle iletişimin gerçekleştirilememesi, herkesin kendi usulle ilgili zindanlarına daha fazla gömülmesine ve kendi yanındaki parça doğrularla sevinmesine neden olmaktadır.

Biz Müslümanların bu girdaptan çıkışının tek bir yolu vardır. O da "Ey iman edenler (Ey iman iddiasında bulunanlar) iman edin" (4/136) emrine uyarak, üstünlüğü başkalarının zilletinde değil, vahyin emrettiği takvada aramaktır. Zira hiçbirimizin kendisini üstün olma duygularından soyutlamasına imkân yoktur. Tek çaremiz bu isteğimizi, vahyin emrettiği gibi hayırlarda yarışarak gerçekleştirmektir. Bu ise zorunlu olarak başkasının zilletinde değil, izzetinde yücelmeye bizi kilitleyecektir. Bilgimizle, mülkümüzle, çokluğumuzla övünmeye değil, bu nimetlerle başkasını yararlandırmaya ve aziz kılmaya sevk edecektir.  

Tespitlerimizden isabetli olanları, Rabbimizin bize lütfettiği ilimden, yanlışlarımız ise şeytandan ve kendi nefsimizdendir. İzzetin Rabbini bütün eksikliklerden tenzih eder, O'na hamd eder ve ondan bağışlanma dileriz. Rabbimiz! Katından bize bir rahmet lütfeyle, kalplerimizin arasını uyuştur ve bize doğru yolu kolaylaştır. Rabbimiz! Müminlere karşı kalbimizde bir kin ve çekememezlik bırakma, hayırlarda yarışmayı ve hayırlı çığırların açılmasına sebep olmayı bizlere nasip et. Şüphesiz sen merhamet edenlerin en merhametlisi, lütufta bulunanların en cömertisin.