Zihin dünyamızın karadelikleri ya da yaşam tarzlarına müdahale korkusu

Süleyman Seyfi Öğün

Tartışmalar, memleketimizin önde gelen sosyologlarından birinin, "mahalle baskısı" terimiyle dikkat çektiği bir söyleşinin yarattığı etkilerle başladı.

Bunu bazı köşe yazarlarının dile getirdiği; "göbeğini kaşıyan adam" ya da "bidon kafalılar" gibi karikatür tiplemelerinin içini dolduran endişe ve vehimler takip etti. "Sivil faşizm tehlikesi" gibi hayli tuhaf bir başlık, tartışmaları iyiden iyiye alevlendirdi. Nihayet son Tophane olayları ve başörtüsü tartışmaları bu endişelerin adeta bir sağlaması gibi işlem görmeye başladı.

Demokrasi bir tarafıyla bir çoğunluk rejimidir. Bu, siyasal eşitlik ekseninde, modernlik öncesi dönemlerde, siyasi bir özne olması, yani; tanınması ve katılım hakkı elde etmesi "teklif dahi edilemeyecek" olan ve büyük sayılarla tezahür eden "aşağı tabaka" nüfusları karar alma süreçlerine ortak etme anlamına gelir. Bunun hayli riskli bir tecrübe olduğu muhakkaktır.

Riskler birkaç noktada çok açık olarak görülebilir. İlk olarak, siyasal süreçler bir incelikli duruş, düşünüş, kavrayış ve davranış ağına oturur. Politolojinin kurucu babası olan feylozof Aristo, siyaseti bir "medenileşme telos"una yerleştirir. Pejmürde ev hallerinin ve kabalıklarının terk edildiği kamusal bir zeminde yürütülür siyasal işler ve feylozofa göre siyaset de, insanın kendi erekselliğini (telos) en ileri aşama olarak başarmasıdır. Bil'cümle kadim siyasal yapılar bu Aristogil ilkeyi güder. Özellikle "saray toplumlarına" özgü yüksek san'atlarla bezeli dil (ta'birat), incelikli davranışlar (manners-a'dat-muamelat) bunun hayranlık uyandırıcı göstergeleriyle yüklüdür.

Öte yandan aynı incelmeleri bir "perdeleme" ve "mesafelendirme" odağında da okuyabiliriz. Siyaset, elbette artı-değer üretiminin ürünü olan eşitsizliğin ekseninde oluşan bir süreçler tarihidir. Siyaset özgü incelmeler bir diğer cepheden eşitsizliğin sürdürülebilmesi için yürütülen bir faaliyetler dünyası olarak da okunabilir ve sözü edilen incelmelerin bir "perdeleme" ve hak iddia edebilecek olan mağdurları "siyaset dışı" bırakarak etkinsiz kılma süreçlerine de hizmet ettiği ileri sürülebilir. Meşhur avam-havass ayırımı bir bakıma bu perdelemenin ve mesafelendirmenin gerekçelerini ortaya koyar. Buna göre siyaset, ayrıcalıklı bir köke ya da en azından ayrıcalıklı bir devşirmeye ve yetiştirilmeye mazhar olmuş havassın işidir ve avamın aklı siyasete ermez.

Bırakalım kadim dünyayı, Rönesans ve (Rousseau hariç tutulmak üzere) bil'cümle Aydınlanma'nın bile içerdiği hakim siyasi doktrin itibarıyla aşağı kalabalıkların (mobs) yerildiği (mesela meşhur Aydınlanma satirizmini düşünelim), aşağılandığı bir söyleme sahiptir. Batı'da önce aristokratlar burjuvaları, daha sonra da her ikisi birden proletaryayı aşağıladı. Burada görgüsüz olmak (parveneue) en esaslı suçlamadır ve "görgülü olanların, görgüsüz kalabalıklarla siyaseti paylaşması mümkün değildir" imlemesini sağlar. Bu o kadar rijit bir ayırımdır ki, modernleşmenin hayli ileri evrelerinde bile siyasal faaliyet hakkı sadece belli bir vergiyi ödeyebilme yeterliliği sağlamış orta-sınıfa kadar artırılabilmişti. Gerçek anlamda siyasal eşitliğin sağlanması ise 20. yüzyıldaki gelişmelerden sonra mümkün olabilmişti.

Modernlik büyük bir demografik dönüşümdür. Bu dönüşüm geleneksel yapıları çözer ve bu yapıların kozası içinde, geniş bir coğrafyaya serpiştirilerek yaşayan büyük nüfusları yerinden yurdundan ederek metropollere yığar. Bu yığılma alabildiğine kaotik bir manzara sunuyor. Modernlik, en azından merkez ülkeler bağlamında bu yığılmayı bir kitle toplumuna dönüştürmeyi başardı. Bunu önce üretimde sonra da tüketimde gerçekleştirdi. Üretim disiplini, zaten köklerini kaybederek yabancılaşmış bu büyük nüfusu bir kat daha yabancılaştırarak, yani; büyük dişlilerin bir parçası haline getirerek hizaya soktu. Bu disiplini yaygın eğitim kurumlarıyla da destekledi. Her şeye rağmen hizaya girmeyenler için ise birer mühendislik harikası olan hapishaneleri, akıl hastanelerini inşa etti. M.Foucault bu dramatik kültür tarihini, üzerindeki olağanlaştırıcı perdeleri kaldıran ve ona kılcal damarlardan girerek resmeden çalışmalarıyla gösterdi. Modernliğin istediği, uysal, çalışkan, sorgulamayan bir yurttaş tipinin yaygınlaşmasıydı. Bütün bir klasik ve neo-klasik sosyoloji doktrini de bunu anlatan kavramlarla çıkar karşımıza. Comte'un Pozitivist İlmihal'i, Durkheim'ın işbölümü üzerinden toplumsal yaşayışı temellendirmesi, Parsons'ın "rollerine gömülü bireyler" anlayışı, Sistemci Okul, İşlevselcilik, ilh. Bu ölçülerin dışında kalan herkes bir "yaban"dı. Derhal endoktrine edilerek ehlileştirilmeli; değilse tard edilmeliydi. N. Elias buna "uygarlaştırma süreci" başlığını münasip görmüştür. Ama bu daha açık olarak "ehlileştirme"dir (domestication). Modernliğin uygar insanı işte bu "ehlileştirilmiş" insandır. Mesela Viktoryen dönem, en yoğun uygulamalarıyla türü ıslah etme (eugenics), nezaket (politesse) gibi terimlerle, aslı orta-sınıf püritanlığına karşılık gelen bir kültürel tornayı yukarıdan aşağıya çalıştırmıştır. (Bunun kadim dünyadaki edep kültürüyle sadece uzaktan bir benzerliği vardır. Edep kültürünün referansları başkadır. Edep, beşer'in İlahi Varlık karşısında haddini bilmesidir. Referansları tamamen dünyevileşen ya da dünyevileştirilmiş bir Tanrı olan "ehlileştirme" bütün kısa devreleriyle insan-insan ilişkisini odağa alır).

Ehlileştirme, tabiatın ağırlıklı olarak hayvanlar âlemindeki bazı canlı türleri için geçerlidir. Ama ehlileştirme insana yakıştırıldığı zaman, onu da artık İlahi Varlığın gözdesi, şerefli bir mahluk olarak değil; sıradan bir "yaban" olarak algılıyoruz demektir. Modernliğin yaptığı budur. Yerinden yurdundan ettiği büyük kitleleri yaban varlıklar dairesinde görmek. Bu daireden kurtulmak, modernliğin imtiyazlılar sınıfına geçmekle mümkündür. Yaban insanlar -ifadesi bile ne hazin değil mi?- ehlileştirilip üretime ve daha sonraki bir aşamada tüketime koşulacaktır.

Bu kültür tarihi "yaşam tarzlarına" müdahalede vektörün aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya işlediğini gösteriyor. "Salaş", "pejmürde", "köhne", "kokuşmuş", "pis", "kaba", "saba", "cahil" gibi sıfatlarla aşağılanan, baskılanan ve ehlileşmeye gönüllü katılımda bulunmaya zorlanan bir kitledir bu. Bu yabanlar, zihnen, ruhen ve bedenen medenileşeceklerdir. Eğer bu gönüllü olmazsa, zorla olacaktır. Pekiyi, özlenen sonuç nedir? Bu kitlenin insanları medenileşerek (ehlileşerek) avamlıklarını aşabilecekler mi? Bunun çok da istendiğini sanmıyorum. Modern havass, bu projesiyle sadece avamı "kendi ölçülerinde" kabul edilebilir kılmayı ister; değilse "Modern Cursus Honorum"un esastan değişmesini ve kendi ezeli ve ebedi ayrıcalıklarını kitleyle paylaşmayı asla istemez. Yani her medenileştirme "başarısında" hoşgörülebilir, hatta sempatik bir "yabanlık" tortusu kalmalıdır. Kalmalıdır ki, fark ortaya çıksın. Bu tortu avamın, özneliğinden çok emin olan modern havass tarafından nesneleştirilmesinin sağlam sigortasıdır.

Ehlileşmenin üç ayağı olduğu yukarıda zikredildi. Tekraren söyleyelim: Bunlar "zihnen", "ruhen" ve "bedenen" ehlileşmektir. Doğrusu, burjuva kültüralistler başlangıçta daha özcü (bence de namuslu) davranıp, ilk ikisini üçüncüsü karşısında daha baskın tuttuklarını iddia etmişlerdir. Ama zihnen ve ruhen dönüşmenin yatırımları maliyetlidir ve semeresini orta ve uzun vadede verecektir. O halde öncelikli ve daha kolay olan, bedenleri ve onu kuşatan unsurları düzeltmektir. Ehlileştirmenin en biçimci; ama müdahalenin de en doğrudan olduğu noktadır bu.

Ehlileştirme işi hiçbir zaman ve hiçbir yerde istenen kıvama erişmedi. Bunun birçok sebebi vardır. Bir kere etkiye tepki prensibi itibarıyla direnç gördü. Mesela 1960'larda Beat Kuşağı ya da Çiçek Çocukları pejmürdeliği, pisliği, tabii (yaban) halleri fetişleştirdi. Ama daha önemlisi, yabanlığın tolere edilebilir ölçülere çekilmesi, istenen tortusal sınırlarda tutulması mümkün olmadı. Daima ara durumlar, gri görünümler -yasa-koyucular için sakalet halleri- ortaya çıktı. Bauman'ın ifadesiyle "yasalar" "yorumlara" çarptı. Ehlileştirme işi istendiği gibi gitmedi. Mesela mümin-mühendisler çıktı ortaya. Karmaşık kimya ya da fizik formülleriyle haşır neşir olduktan sonra "cahil" bir şeyhin dizi dibine oturan "tuhaf" insanlardı bunlar. Kravat takmayı, ceket giymeyi öğrenmişlerdi, ama ne tuhaf bir bıyıkları vardı öyle... Sonra parmaklarındaki gümüş yüzükler de neyin nesiydi? Üstelik hanımlarının da başı örtülüydü. Olacak iş mi, onca sene müspet bilim oku, sonra da... Bu gri tonlar hep savsaklandı. Yarı-çevre ülkelerde "geçiş toplumu" olmanın, merkez ülkelerde ise "Tamamlanmamış Aydınlanma"nın, ya da "ebedi barış"a giden yolun arızi hallerine yoruldu.

Bunlar bir yana, ehlileştirme işinin en krizli görünümleri küreselleşmenin kültürel süreçlerinde aranmalıdır. Bu kapitalizmin, Post-Keynesyen "Üçüncü" yapılanmasıyla da uyumludur. Bu süreçler ontolojik, daha önemlisi ontik olarak esaslı bir değişimi içeriyor. Bir kere özcülük iflas ediyor ya da ettiriliyor ve ehlileştirme iddialarının iki kanadı tamamen iş görmez hale geliyor. Zihnen ve ruhen, yani özde ehlileşmek anlamını yitiriyor. Artık varolmak için keskin bir dışavurum tecrübesini başarmak yetiyor. Bu da görüntüler, göstergeler ya da semboller üzerinden olmaktadır. Nihayet küresellik akla hayale gelmeyen bir hız evrenidir ve onun içinde yer değiştirmelerin debisi çok yüksek. En istemediğinizle en olmadık yerde, en olmadık şekillerde karşılaşmak her zaman olduğundan daha kuvvetli bir ihtimal. Yabancı -burada artık "yaban"- ne ertelenebilir, ne ötelenebilir; görmezden ise asla gelinemez. Hal böyle olunca her karşılaşma bir çarpışmanın kuvvetli ihtimalini hissettiriyor. Daha beteri, artık arkaik hale gelmiş olan burjuva iddialarının tersine; "öz", "eşkal"den önce gelen ve ondan bağımsız bir şey değil; tam tersine "eşkal" özden önce geliyor ve onu belirliyor. Hiç kimse "Başı örtülü, ama iyi ve vasıflı ve açık görüşlü bir insan olabilir." demiyor. Bu konuda en küçük bir aksama keskin bir tepkiye sebep oluyor. Tüketim, Yeni-Kapitalizm'in en kalbi niteliğiyle, bu duruma vaziyet ediyor. Onu kışkırtıyor. Tüketim ağları içinde göstergeler, semboller en abartılı halleriyle ortaya çıkıyor ve çarpışıyor. "Tortular" çeşitli anlayışlardaki "masumiyet" sınırlarını aşıyor ve "karşı taraflar" için tahammül edilmez oluyor. Görüntülerin ardalanını ise "öz"e dair vehimler ve korkular dolduruyor. Tehlike algılamasının, tehlikenin kendisinden daha çok iş gördüğü bir dünya bu. Artık hiç kimse "geçiş toplumu" hikâyelerine inanmıyor. Anlık durumların ve görüntülerin kendisi önemli. "Canım hele bir üniversitede okusun, aydınlansın sonra örtüsünü kendiliğinden çıkarır" demiyor. "Gri", "beyazlaşma" ihtimalini söndürüyor ve her defasında "siyaha" yoruluyor. Bu kararma, tüketim toplumuna siyasette tınlayan tuhaf refleksler hediye ediyor, onu açılırken kapatıyor ve büzüştürüyor. Unutmayalım, zihin dünyamızın karadelikleridir bunlar...

ZAMAN