Zenofobiyi besleyen popülist ezberler ve siyasetin sorumluluğu

Bahadır Kurbanoğlu, siyasetin mülteciler konusunda dillendirdiği popülist söylemleri kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tuttuğu yazısında, mevcut birçok ezberin yanı sıra “sınır namustur” gibi söylemlerin tutarsızlığını da gözler önüne seriyor.

Sığınmacılar ve Siyasetin Sorumluluğu

Bahadır Kurbanoğlu / Perspektif.online

Kategorik olarak sığınmacı karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını körükleyen muhalefetin durduğu yer çözümün bir tarafı değildir. Ülke, özellikle son dönemlerde tehlikeli şekilde fay hatlarına mazot taşıyan bir siyasetle karşı karşıyadır.

Sığınmacı, mülteci, göçmen/muhacir, ne ile tanımlarsanız tanımlayın, öncelikle, evrensel hukuk ve vicdanın yetim bıraktığı kitlelerden söz ettiğimiz ortadadır. Trump’ın yabancı göçmenlerle ya da mesela Meksikalılarla ilgili sözleri hepimizi irrite eder, onun anti-demokratlığına, kural tanımazlığına, despotizmine yorulurken vicdanlar rahattır ama iş başa düştüğünde, yakınlarımıza iliştiğinde Trump’ın ayağına o ya da bu şekilde dolanan hukukun delinmesine rahmet okutacak hukuksuzluk, kuralsızlık ve keyfi yaklaşımlara savrulmak işten bile değildir.

Küresel sistemi onlar kurmadı. O sistemin aksayan yönlerinin sorumlusu da onlar değil. Savaşları, işgalleri onlar çıkartmadı. Kötü yönetimlerin sorumluları da kendileri değil. Hatta zaman zaman o kötü yönetimlere isyan ettiklerinde bile suçlanmaktan kurtulamadılar.

Onlar Doğu-Batı coğrafyaları, dün-bugün fark etmeksizin, sadece ekonomik koşulların sonuçlarının günah keçileri sayılmakla kalmadılar; aynı zamanda demografik yapı değişimlerine sebebiyet veren felaketlerin sonuçlarının da hedefi haline getirildiler.

Zenofobinin, yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının, ırkçılığın gündemi ve hedefi haline geldiklerinde; kendilerini bu sınıflara dahil etmeyenler tarafından da hukukun, insan haklarının, bilimsel araştırmaların nesnesi olmaktan bile kolaylıkla dışlandılar. Kendi tercihleri olmayan bir kaderi yaşamaya zorlandıkları halde, haklarında rasyonel çözümler üretmeye çalışanlar dahi ya saf olmakla ya romantizmle ya da daha ileri giderek “hainlikle” suçlandılar.  

 “Ülkemde Mülteci İstemiyorum” haykırışlarının son durağı “Hudut Namustur” mottosu oldu. Bu slogan her ne kadar iktidarın Afgan göçüne yaklaşımına karşıtlığa denk getirilmiş olsa da aslında sığınmacı dostu çevrelere karşı da “ulusal benlik”in savunusu olarak ön plana çıkarıldı. Sloganı üretenler bunu ne ölçüde bilinçlice tasarladılar bilinmez ama dalga boyu hedef kitleleri de aşar tarzda, muhafazakâr mahallelerde de karşılık buldu. Bu mottoya, sağlam bir tepki -sığınmacılar hatırına olmasa da- ironik şekilde feminist çevrelerden geldi. İçinde “namus” kelimesinin geçmesi, cinsiyetçilik, kadının aşağılanması olarak yorumlandı.

 “Hudut Namustur” her ne kadar yaklaşık yüz yıllık bir ömrü olan ulusalcı şuuraltına bir mesaj olsa da farklı kimlik sahibi kitlelerde de alıcı bulması “güvenlik endişesi” ile de yakından ilintiliydi.

Sığınmacıların Günah Hanesine Yazılan Ekonomik Kriz ve Güvenlik Korkusu

Sığınmacılar söz konusu olduğunda başvurulan yegane iki “olgu” güvenlik ve ekonomi (işsizliğe yaptıkları katkı). Genele şamil ve en ikna edici “olgu” olarak görülmeleri, kitlelerin korkularına oynamada başat bir rol ifa etmelerini sağlamakta. Mahallemizdeki fırıncı her ne kadar “bir haftadır bayan eleman aranıyor diye ilan verdim; gelenler sadece yabancılar” dese de pratikte var olan gerçeklere galebe çalan algılar konjonktürel olarak işe yarıyor.

Muhalefetin “modern köleler haline getiriliyorlar” söylemi, bir iktidar eleştirisi olarak konforlu görünse de, maalesef insan odaklı ahlaki bir motivasyondan ziyade, kendi içinde tutarsızlıklar içeren bir retoriğin uzantısı. Köle olmalarındansa davulla zurnayla, güle oynaya ülkelerine gönderilmeleri daha efdal!

Söylem çözümün bir parçası değil maalesef. Hatta çözümsüzlüğü besleyen boyutlar içermekte. Zira “kölelikten kurtulmaları için onları mülteci statüsüne alalım; onlar da haklarına kavuşsunlar; böylelikle piyasada vatandaşlarımızı da mağdur etmeyecek eşit ve adil koşullar oluşur” gibi bir yaklaşımı hiçbiri savunmuyor.

 “Bunların tümü vatandaş kılınacak ve seçimlerde oy kullanacaklar” korkusunun tabanlarına zerk edilmesi daha kolay ve işlevsel. İçinde, “her oy kullanacak olanın oyunu iktidar partisine vereceği” zımni gerçeğini de barındırmakta üstelik. “Neden?” sorusunun cevabını da veren bir açıklıkta hem de: İktidarın bugüne dek izlediği sığınmacı politikası, tüm aksayan ve boşlukta sallanan yönlerine rağmen muhalefetin çözümsüz ve düşmanca mesajlar içeren retoriklerinden daha sağlam ve gerçekçi de ondan!

 “İnsan Odaklı Yaklaşım vs. Rasyonel Çözüm” Çarpıtması

 “Güvenlik ve ekonomi”den sürekli dem vuranların açık ya da zımni olarak işaretledikleri bir husus da, meseleye insan hakları odaklı bakanların bu iki unsuru göz ardı etmeleri. Bu “tespit”in gerçeklik düzeyi, verilerle beslenip beslenmemesi, araştırmaların sonuçlarına dayalı olup olmaması değil önemli olan. Vicdanları da rahatlatan bir sorunsala “süreklilik” içerecek muamelesi yapmanın kendisini “rasyonel” olarak kodlayan irrasyonel bir strateji bu.

 “İnsan hakları merkezli yaklaşım duygusaldır, romantiktir, irrasyoneldir, ulus-devlet rasyonalitesine aykırıdır” gibi bir söylemin kendisini “rasyonel” olarak kodlamasının ise ne akademik ne de saha araştırmalarına dayanan karşılıkları vardır. Önyargısal düzlem baskındır. İnsan haklarına dayalı söylemi bastırabilmenin çerçevesini sunmakta; bireysel vicdan azabını da rahatlatmaktadır. Genellikle sığınmacı meselesine ne sahada ne de masa başında bir merakla yaklaşmamış, olabildiğince uzaktan izlemiş bir zihniyetin kendisine bulduğu bir limandır bu. Üstelik konjonktürel popülist dalga karşısında yalnızlıktan kurtarmakta, o dalgaya karşı sörf yapma sorumluluğunu da üzerinden atabilmeyi sağlamaktadır.

Oysa meseleye insan odaklı yaklaşanlar ne güvenliği ne de ekonomiyi gözlerden ırak tutmaktadırlar. Şaşırtıcı olan, onları eleştirenler nezdinde, iktidar ya da sistem eleştirilerinde ezber bir kalıp olarak kullanılan “güvenlik-özgürlük dengesi”nden burada eser kalmamasıdır. Oysa “güvenlik-özgürlük dengesi” terazinin bozulmaması için, denenmiş, tecrübe edilmiş süreçlerin içinden süzülmüş bir ilkeselliği içrektir. Yani sadece bir idea, bir ideolojiyi beslemek amacıyla üretilmiş bulutların üzerinde bir motto değildir. Temelinde insana ait olanın korunması olsa da, getirdiği somut sonuçlar itibariyle, çözümlere katkı yapan, toplumsal barışı sağlayan, kaliteli insanın yetişeceği münbit ortamları oluşturan bir niteliği haizdir. Tıpkı evrensel normların sağladığı güvenli ve kuşatıcı iklim gibi. Yoksa bu evrensel normların savunulmasına ne gerek kalırdı ki?

Gücü ele geçirenin güçten kaybetmeme adına hukuku tırpanlamasının eleştirilmesinin manası nedir ki? Hem ona “bu güç güç değil, ömrü kısa ve olabildiğince insana zarar vermesi itibariyle de kaybettirici” mesajı değil midir aslolan? Onun gerçeklerle yüzleşmesini sağlamak değil midir asıl motivasyon? Hukuk hatırlatması, ‘kazan-kazan’ formülü için söz konusudur. Diğeri ‘kaybet-kaybet’tir. 

Denenmişliği ve sonuç alınmışlığı bir tarafa, felsefi olarak da, özünde ontolojik olarak insanın haklarını temel alan yaklaşımın kazandıracağını ifade eder. Tersi mümkün değildir! Dolayısıyla aslında sığınmacılar konusunda en rasyonel çözüm önerileri yine meseleye insan odaklı bakanlar tarafından üretilmektedir. Her ne kadar romantizm olarak algılanacağını düşünsek de -birazdan kuracağımız cümlelerin verdiği güvene yaslanarak- şu benzetmeyi yapalım: Halk arasında basit bir tabir vardır; “güzel bakarsan güzel görürsün” diye. Buna “Nasıl bakarsan öyle görürsün”ü de ekleyebiliriz. E güzel görürsen de güzel yaparsın, değil mi? İşte aslında bu kadar basittir meselemiz. 

Sığınmacı dostu insan hakları savunucuları aynı zamanda yaşadıkları ülkenin insanlarının da iyiliğini düşünen, bu yüzden de ziyadesiyle ‘kazan-kazan’ formüllerini içeren rasyonel çözümlere kafa yoran bir grubu temsil etmektedirler. Yıllardır elde ettikleri saha tecrübeleri, göç araştırmalarına ilişkin emekleri, siyasileri sosyal, ekonomik, eğitimsel politikalara ikna çabaları bu kümülatif çabaların birer ürünüdür.

Esas soru, bu çabayı gerçeklerden uzaklaşmak olarak niteleyenlerin kaygılarının ne oranda gerçek(çi) olduğudur? Gerçek midir? Bilimsel midir? Akılcı mıdır? Akademik bilimsel göç araştırmalarına dayalı mıdır? Vicdani olan ile rasyonel olanı bir araya getirmemek için çaba göstermenin kendisi değil midir asıl sorunlu yaklaşım?

“Esed ile görüşüp gönderelim” demenin neresi çözüme mebnîdir?

 Sadece “geri göndermeye” endeksli bir perspektifin bu eylemin sonuçlarının ne olacağını düşünmemesi bir yana, saha gerçekleriyle, uluslararası analizlerle, siyasi realitelerle de sorunu vardır ve asıl sahici/gerçekçi olmayan, hamasi olan da budur.

Öte yandan “mültecilerin işsizliği körüklediği ve vatandaşların işlerini çaldıkları” yaklaşımının bilimsel verilerle sınanmışlık ölçüsü nedir mesela? Hangi araştırmalara dayanmaktadır? Amerika kıtası? İkinci Dünya Savaşı sonrası göç hareketleri? Hangisi? Oysa meseleye insan odaklı baktıkları için göç araştırmalarında derinleşenlerin üzerinde uzlaştıkları nice bilimsel veriler vardır, tersini ispatlayan. Aksine, göç hareketlerinin sağladığı kan pompalaması, sosyo-kültürel etkileşim ve piyasa genişlemesiyle sağlanan avantajlar, iyi bir göç yönetiminin olmadığı ortamlarda bile göç alan topluma doğal ve olumlu katkılar yapar. Sadece görünürlük kazanması biraz zaman alır.

Mesela; “Ekonomik entegrasyonu sağlayan, insanları toplumun üretken ve barışçıl üyelerine çeviren faktör çalışma özgürlüğünü ve insan haklarını güvenceye almaktır” cümlesini tersine çevirdiğinizde, çalışma özgürlüğü ve haklar güvenceye alındığı takdirde sahip olacağınız kazancı gösterir. Bu hem insan haklarının eğitim ve insan kalitesi, sosyal politikalar, katma değeri yüksek üretimler ile olan ilişkisini gösterir, hem de toplumun genelinin bundan nasıl kazançlı çıkacağını.

Mesela; bütün göç araştırmaları ABD’deki birinci ve ikinci kuşak göçmenlerin teknoloji şirketlerine katkısını (yüzde 40) göç alan ülkelerin orta ve uzun vadede kazançlı çıktıklarına örnek olarak verirler. Tabii “bir önceki paragraftaki koşulların herkes için oluşturulması şartıyla” diyelim de; “orası ABD, burası Türkiye” gibi garabet bir itirazla karşılaşmanın risklerini bir parça uzaklaştıralım.

Girişimci olmayan ruhunu herkese bulaştırmaya çalışan insanların sürekli bahaneler üretmesinde olduğu gibi, burada da gelen itirazların “Ama biz Almanya değiliz ki” türünden olmasının karşılığı bilimsel değil, önyargısal ve aksiyolojiktir. (Duygusal dersek daha rahat anlaşılır mı?) Zira mesela mülteci planlamalarında oldukça tecrübeli Alman devletinin politikalarını sürdüren, buna dayalı olarak bir buçuk milyona yakın mülteciyi ülkesine çeken Merkel’e yapılan itirazların önemli kısmı, Trumpizmin de etkisiyle Avrupa kıtasında yayılan sağ radikalizmin önermelerine dayanmakta idi. Yoksa bu itirazlar Almanya Ticaret Odasının neden mültecileri istediğini anlama zorunluluğu içeren bir akılcılığa ve bilimselliğe asla sahip değildi.  

Hakeza; Türkiye’de yetişen Suriyelileri, aynı zamanda ülkenin yurtdışı temsilcileri gibi görmek, getirileri hemen görülemeyen, fazla göz önünde olmayan ya da toplumu iknada zayıf görülebilecek bir ikna metodu olabilir. Ama her ülke için bir gerçekliktir. Ve Türkiye tarihi ziyadesiyle bu tür örneklerle doludur.  

Yine mesela, -yukarıda da altını çizdiğimiz üzere- “Mültecilerin diğer vatandaşlarla aynı hukuki prosedürlere tabi olması, işsizliğin düşmesine, üretimin artmasına ve piyasada adaletin sağlanmasına katkı yapar” bilimsel tespiti, göç araştırmalarının ortak mahsulüdür.

İlginçtir ki, “yabancı düşmanlığı”nı topluma da zerk etmeye meyyaliyeti olanların, hem “ellerini kollarını sağlayarak sınırları aşan ABD yetiştirmesi Afganlar”dan bahsetmeleri; hem de “Taliban vahşetinden ötürü ülkesini terk etmek zorunda kalan zavallı insanlar”la ilgili malzemeleri aynı fotoğraf karelerinden elde etmesi ilginç ve manidardır!    

Nasıl bakılırsa öyle görünmekte, hangisi işe yarıyorsa ona sarılınmaktadır. Lakin akıl, bilim, hak, adalet, fayda, ‘kazan-kazan’ için değil, sadece “itikadımız” haklı çıksın için.

İktidara muhalif bir gazetenin, objektif bir göç araştırması raporunu çarpıtarak önce “Mülteciler 10 Türk’ten 6’sının işini elinden alıyor” diye asparagas bir haber başlığına yer vermesi, sonra da iktidarın “onlar olmasa ekonomi çöker” tezini çürütmek için başka bir ekonomi raporuna dayanarak “aslında iddia edildiği kadar göçmen işçi yok” diye haber yapmasının rasyonellikle, akılla, bilimle, vicdanla ne ilgisi vardır?

İktidar eleştirilerinin de temelinde yer alan hukuktan uzaklaşma, her ne hikmetse söz konusu sığınmacılar olduğunda bir eksiklik duygusu bahşetmemektedir. “Alt yapıda hukuk ve onun sağladığı güvenlik vardır. Bu sağlanınca üst yapıdaki ekonomi, üretim ilişkileri, ifade ve yaşam özgürlüğü sayesinde oluşacak sinerjinin topluma katkıları” falan diye cümleler uzayıp giderken; bu ilkesellik her ne hikmetse sığınmacılar söz konusu olduğunda tersine çevrilir. Birden güvenlikçi bürokrasiden rol kapılır. Temel hukukun konmasının vatandaşlarımız (aslında ulus kimlik) nezdinde dezavantajlı durumlar ortaya çıkardığı akıllara geliverir. Evrensel addettiğimiz ilkeler birden “ulus lehine” buharlaşıverir. Halbuki iktidarı eleştirirken kaybettiklerimizin sancısı ne ise, burada da aynı sızı merkezde olmalı değil midir? “Hazmetme kapasitesi” denen sihirli kelime aniden neden yardıma çağırılır? Neye göre kime göre hazmetme belli değildir.  Bizim kapasitemiz ile ilgili bilimsel bir araştırma henüz yapılmadığına göre, bu neyin vesvesesidir? Konjonktürel siyasi retoriklerin üzerimizdeki olumsuz etkisini isimlendirmektense, bu yangına körükle gitme durumuna karşı çıkmak daha evlâ değil midir?

Yukarıda sıraladığımız ortak faydaya mebni örnekleri artırmak mümkün. Görüldüğü üzere önce insan odaklı bakış, sonra da bilimsel gerçekler eşliğinde herkesin kazançlı çıktığı bir ortamı yaratmak elimizde. Yeter ki isteyelim ve uyum politikalarını doğru yönetelim. Peki bu durumda, bu motivasyonu serdetmeyenlerin “güvenlik”ten bahsetmeleri çarpık bir görüntü arz etmiyor mu? Eğer derdimiz gerçekten güvenlik ise, çözüm odaklı bu politik tutumu savunmak doğru olan değil midir? Hem sorunların çözümüne hiçbir katkı sunmayıp (partinizin üzerinden çalıştığı raporların sonuçlarını da nakzeder tarzda) hem de sığınmacıları hedef gösteren bir siyasal retoriğin zararlar üreteceği, sosyal güvenliği tarumar edeceği, toplumsal barış arzularına dinamit olacağı belli değil midir? Hem iç hem de dış odakların elini güçlendirecek şekilde konuyu gündemleştirmek, olaylar çığırından çıktığında da “ben demiştim” postuna bürünmek kime ne fayda sağlayacaktır? Bu siyaseti güdenlerin de bundan ciddi zararla çıkacakları şüphesizdir.  

Altındağ Örneği: İktidarın Kifayetsizliği mi, Muhalefetin Çözümsüzlük Siyaseti mi Daha Vahim?

Yıllarca siyasetteki ahlaki üstünlüğü elinde tutan iktidarın yerinde bugün yeller esiyor. Yönetemiyor ve her alanda kara delikler açıyor. Ahlaki üstünlüğü siyaseten elinde tuttuğu dönemlerde ortaya koyduğu sığınmacı siyaseti, tüm eksiklerine rağmen bir devletin ortaya koyabileceği yüce gönüllülüğü ziyadesiyle barındırmakta idi.

İktidar bunu eli yüzü düzgün bir entegrasyon siyasetine çeviremedi. Hem nitelikli mülteci unsurları kaybetti hem göç idarelerini ehliyet ve liyakatten mahrum kadrolarla doldurdu hem sivil toplumun desteğinden ve kadrolarından gereğince istifade edemedi hem de günün sonunda kaybettiği seçimleri bile sığınmacılara yükledi. Sonuçta tabanının bir bölümünü de içine kattığı bir sosyal karşıtlığa mahkum oldu. Gerek dış politikadaki hatalar gerekse ülkenin kötü yönetimi de bütün bunlara tuz biber ekti.

Bu tablo aslında on yıldır aynı şeyleri söyleyen, hatta geçmişte “IŞİD’e destek” gibi daha fazlasını heybesinde taşıyan muhalefetin söylemlerinin çarpan etkisini artırdı. Bugün iktidarın zaaf ve eksikleri ile muhalefetin bundan mülhem kışkırttığı siyasetin birbiriyle iler tutar yanı yoktur. Biri eksiklerini tamamlamak istiyor da diğeri ona bu konuda akıl veriyor değildir. Maalesef ne iktidar -her konuda olduğu gibi- bu konuda da duyarlı muhalif partileri ya da sivil toplumu dinlemekte, ne de muhalefet “beka sorunu/tehdit”, “tahkir” ve “gönderme” dışında anlamlı, tutarlı, uygulanabilir bir çözümü topluma sunmaktadır. Aksine muhalefet hem toplumda iktidara yönelik öfkenin yelkenini sığınmacılara doğru şişirmekte, hem de bundan bir fayda sağlayacağı motivasyonunu korumaktadır.

Muhalefet Çözümün Değil Çözümsüzlüğün Tarafında

İki büyük muhalefet partisi dışındaki partiler; sığınmacı politikalarına çözüm üretme, sivil toplum ile yardımlaşma, ülkeyi yangın yerine çevirecek ırkçı söylemlere yaslanan siyasileri ve siyasi partileri sigaya çekme, ana muhalefetin retoriğinin ülkedeki fay hatlarına yapabileceği etkiyi minimize etme noktalarında daha aktif olmak zorundadırlar. 

Meseleye ağırlıklı olarak “iktidar kötü yönetti ondan oldu” tavrıyla yaklaşmak nakısalı bir durumdur. Bu sadece meselesinin bir boyutu (evet çok önemli bir boyutu) ama muhalefetin derdi bu nokta değildir. Muhalefet ve bileşenleri, bazı siyasiler ve medya mahfilleri bu noktayı sadece araçsallaştırmaktadırlar.

Kategorik olarak sığınmacı karşıtlığını ve yabancı düşmanlığını körükleyen muhalefetin durduğu yer çözümün bir tarafı değildir. Ülke, özellikle son dönemlerde tehlikeli şekilde fay hatlarına mazot taşıyan bir siyasetle karşı karşıyadır.

Bunun tehlikeleri üzerinde durmak ve eleştirel zemini ana muhalefet ve bileşenlerine de yöneltmek gerekir ki toplum meselenin ciddiyetine varsın. Böylece toplum; uyum politikalarının aynı zamanda güvenlik içerdiğini, toplumsal barışı güçlendirdiğini, bunun kendisi için de değerli ve önemli olduğunu kavrayabilsin.

Diğer türlü bu alanda boşluk oluştuğunda, toplumda ırkçı ya da yabancı düşmanlığı içeren retoriklerin maliyetsiz olduğu zannı oluşabilir. Zerk edilen zehirli tohumlar başak verebilir; önü alınamayan ve kontrolü güç bir yöne doğru evrilebiliriz.

Sığınmacı dostu muhalefet bileşenleri bu tehditlere vurgu yaparlarsa, iktidarı eleştirdikleri konularda da çözüme mebni siyasetlerde de toplum nezdinde inandırıcılık çıtalarını yükseltirler.

Altındağ’da yaşanan pogrom denemesi, bu açıdan öğretici olmalıdır. Altındağ gecesi Türkiye siyasetinin paralize olduğuna şahitlik ettik. O gece devletin başının da İçişleri Bakanının da muhalefet liderlerinin de sırra kadem basmış olması toplumda ciddi bir güvensizlik ve tedirginlik oluşturdu. Bazı sivil toplum örgütlerinin ve bazı duyarlı siyasilerin yangın esnasında görünür olmaktan uzak çabalarını istisna tutarsak, o gece kelimenin tam anlamıyla, koskoca devletin başkentinde bir acziyet görüntüsü serdedildi. Ülkenin bu konularda ne kadar kırılgan bir omurgaya sahip olduğunu dost düşman gördü. Bize sığınmış ve güvenliğinden sorumlu olduğumuz insanlar o gece daha ciddi bir trajedi yaşayabilirlerdi. Travmaları hala atlatabilmiş değiller. Maddi-manevi yaşadıkları kayıplar bir yana, iktidar çözümü en kolay olanda bulmuş görünüyor. Tıpkı Esenyurtta olduğu gibi farklı mahallerden gelen haberler, sokaktan sığınmacıların toplanıp Geri Gönderme Merkezlerine götürüldüğü şeklinde.

Oysa iktidarın aczi ve muhalefetin o gecenin sabahında bile “davulla zurnayla göndereceğiz” söylemleri karşısında duyarlı muhalefetin tavrı, hem vefat eden ve yaralanan gencimizin ailelerinin hem de mağdur olan Suriyelilerin evlerinin ziyaret edilmesi olmalıydı. İktidara sorumlulukları hatırlatılıp muhalefete de yangına benzin dökmekten vazgeçmesi yönünde uyarılar yapılmalıydı. Topluma ve sığınmacılara yalnız olmadıklarını, güvende olduklarını hissettirici bir siyaset izlenmeliydi. Maalesef o gece ve ertesi günlerde bu tren kaçtı. Türkiye siyaseti bir ciddi sınavını daha kaybetti. Ama hiç olmazsa buradan dersler çıkartılıp bundan sonrasına ilişkin daha cesur, aklî ve vicdanî bir siyasetin üretimi ve görünür olması için çaba göstermeleri gerekmektedir. İktidarın boşluklarını doldurmak, hatalarını masaya yatırmak, ana muhalefet partilerinin de ülkeyi sürükledikleri cendereye ayna tutmak önemli bir sorumluluk olarak sahiplenilmeyi beklemektedir.

Sığınmacılar konusu, ahlaki-insani boyutuyla da bağlantılı olmak kaydıyla, iktidardan kopan siyasi partilerin iktidar tabanıyla oluşturacakları duygudaşlık açısından da önemlidir.

Bize tüm gerçekliği sunmadığını, konjonktürel olduğunu, yazının ilk bölümünde bahsettiğimiz gerçekliklerin toplumla buluşturulması sayesinde tashih edileceğini düşünmekle birlikte, madem ki önümüze toplumun yüzde 70-80’inin sığınmacı karşıtı haline geldiğine dair anketler konmakta; “o halde o yüzde 20-30’un hakkı için, onlarla birlikte bir yol yürünmesi kaçınılmazdır” diye düşünmek gerekir. Düşünmek için vakit oldukça geç oldu. Harekete geçme zamanıdır!

Hamiş 1: Altındağ’da mağdur edilen ailelerin kayıplarının tazmini için iktidara seslenerek küçük bir adım atmak herkese iyi gelebilir!

Hamiş 2: Muhalefetin yangına körükle gitme siyaseti zannettiği gibi iktidara kaybettirmemekte, aksine toplumda güvensizlik hissini pompalamakta; kararsızlara, ayrılma istidadı gösterenlere haklı sebepler sunarak onları tekrar iktidara bağlamaktadır. Ana muhalefet meseleyi bir de bu yönüyle düşünse iyi eder.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!