secakirgil@yahoo.com
Son 60 yıllık siyasî hayatımızı derinden etkileyen ve şekillendiren isimlerden bir politikacı hayata gözlerini 91 yaşında yumdu, nihayet..
Herhalde, nicelerine, ‘Ne kendisi eyledi rahat, ne halka verdi huzûr.. / Çekildi gitti dünyadan, dayansın ehl-i qubûr (kabir ehli)..’ deyimine hatırlatan, baştan sona macera dolu bir hayat...
Bugün onun bu macera dolu hayatının en olumsuz yönlerini yakından ve bizzat yakından müşahade etmiş olduğu düşünülebilecek olan bir Başbakan Davudoğlu’nun, onun vefatı üzerine, şaşırtıcı bir şekilde 3 gün resmî yas ilan etmesi bile bu maceralı ve çok renkli hayatın bir ilginç yansıması sayılabilir.
*
Annesi Ümmühan Teyze ve babası Hacı Yahya Efendi, asil Anadolu köylülerindendiler ve rahatlıkla söylenebilir ki, köylerinin İslamköy olan ismine lâyık bir hayat sürüyorlardı. Oğullarının politika yollarında ilerleyişinden onların hayatlarının etkilendiği herhalde söylenemez.
O Ümmühan Teyze, heybesine doldurduğu, tereyağı, peynir, bulgur, tarhana vs. gibi erzakı omuzlayıp başında yazması, ayağında Isparta civarındaki köylü kadınların giydiği şalvarı ile Ankara’ya, başbakan olan oğlunu görmeye geldiği zaman da asaletinden, soylu duruşundan zerrece fire vermezdi.. Onun o asil duruşunu merhûm Necîb Fâzıl, bir şiirinde, ‘domuz yavrulayan kısrak tepinir..’ mısrasıyla dile getirmişti..
*
Parlak ve kıvrak bir zekâsının olduğu reddedilemez herhalde.. Nitekim, köyünde çobanlık yaparak, ‘mal güderek’ mekteb sıralarını tırmanan bu genç insan, İstanbul Teknik Üni.’deki tahsil yıllarında dikkati çekecek ve üniversiteyi bitirir bitirmez ve Amerikan Hükûmeti’nin verdiği bursla okumak üzere Amerika’ya götürülen ilk gençlerden birisi olarak sivrilecek ve Amerika’dan döner dönmez ve henüz 29-30 yaşındayken,, Başbakan Adnan Menderes tarafından Devlet Su İşleri Genel Müdür Yardımcılığı’na ve bir sene geçmeden de Genel Müdürlüğe tayin edilecekti..
*
Daha sonraları siyasî hayatın renkli isimlerinden olan İhsan Sabri Çağlayangil, hâtıratında, Bursa Valisi olduğu yıllarda, Bursa’nın su derdini anlatmak üzere Adnan Menderes’e gittiğinde, onun kendisini fazla dinlemeden hemen DSİ Genel Müdürü’ne gönderdiğini, oraya gittiği zaman karşısında gencecik, toy bir delikanlı çıkınca hayal kırıklığı yaşadığını, ama, birkaç dakikalık bir konuşmadan sonra, bu genç insanın, Bursa’nın gelecek on yıllardaki su ihtiyacının bile nasıl karşılanacağına dair planları hazırlamış olduğu dosyaları masaya koyunca hayret ettiğini anlatır, özet olarak..
Ve, işbu Su İşleri Gn. Müdürü, 27 Mayıs Askerî Darbesi’nden sonra bulunduğu makamdan alınır ve askerliğini yapması için kışlaya gönderilir.
*
Cumhurreisi Celal Bayar ve Başvekil Adnan Menderes ve bütün Demokrat Parti kadrolarının zindanlara doldurulup, Yüksek Adâlet Divanı adıyla Yassıada’da kurulan düzmece bir mahkemede yargılanıp, ülkeye 10 yıl parlak hizmetler vermiş ve kitleler tarafından çılgınca sevilen Başvekil Adnan Menderes ve iki Bakan’ının (Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdi Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan) asılarak öldürülmeleri ve diğer yüzlerce siyasetçinin de ağır hapis cezalarına çarptırılmaları, ve o cezaların infazı sırasında, toplumun en küçük bir tepki ortaya koyamayıp, sinmesi, bu genç -eski- Genel Müdür’ün ruhunda ve zekâsında da derin travmalar meydana getirmiş olmalıdır.
*
Adnan Menderes ve arkadaşlarının dârağacına çekildiği, kitlelerin gizli hıçkırıklardan başka hiç bir tepki veremediği, derin travmaların bütün toplumda yaşandığı ve yeni partiler kurulmasına izin verildiği o dönemde, bu genç eski Genel Müdür, Adnan Menderes’in siyasî mirasına sahib çıktığı kanaatini topluma vererek yeni kurulan Adâlet Partisi’nin Ankara İl Başkanlığı’na getirilir ve bu partinin genel merkezinde de bir ekip halinde, etkili şekilde çalışır.. Bu ekip, (Korkut Özal’ın hâtıralarında yazdığına göre) Necmeddin Erbakan, Turgut Özal ve Korkut Özal gibi isimlerdir. Ve onlar, yeni açılacak Meclis’te cumhurbaşkanı seçileceğine kesin gözüyle bakılan ve dârağaaçlarının gölgesinde yapılan seçimlerde Samsun Senatörü seçilmiş bulunan Prof. Ali Fuâd Başgil’in çevresinde yer almaya hazırlanmaktadırlar.
Ama, İstanbul’dan Ankara’ya trenle gelirken her yerde tekbîrler getirilerek, kurbanlar kesilerek karşılanan Ali Fuâd Başgil’i ihtilalci subaylar trenden indirip Etlik- Keçiören sırtlarında bir bağ evine götürürler, -Menderes ve arkadaşlarının idâmlarının üzerinden henüz bir ay geçmemişken- kazdıkları bir çukuru göstererek cumhurbaşkanlığına aday olmayacağına dair olmaması için kendisinden söz isterler, o da, kendisinin aday olmayabileceğini, ama milletin temsilcilerinin kendisini seçmeleri halinde bu vazifelendirmeye karşı duramıyacağını söyleyince.. İki gün kadar kendisinden haber alınamıyan Başgil’in silah tehdidiyle, zorla, istifa ettirilip, İsviçre’ye geri gönderildiği anlaşılır. (Adâlet Partisi’nin Genel Başkanı, em. Org. Ragıb Gümüşpala’dır.)
*
Seçim sonrasında, yeni hükûmet ihtilalci/ darbeci askerlerin dayatmasıyla bir koalisyon hükûmeti şeklinde, İsmet İnönü başbakanlığında kurulur.. Birkaç ay sonra, bir gece, Adâlet Partisi’nin Ankara il merkezi, tahrik edilmiş, yüzlerce-binlerce genç tarafından tahrib edilir, bütün evrak ve malzemeler sokaklara fırlatılır.. Başbakan İsmet İnönü’nün bu saldırganlık ve vandallık karşısındaki sorumluluk duygusu dönemin iktidar yalakası medyası tarafından alkışlanır. İsmet Paşa’nın izahı, o dönemi çok iyi yansıtan ‘kemalist devlet adamlığı’ anlayışının bir özeti halindedir:
‘-Ne yapalım, gençleri tahrik etmesinlerdi..’
Ama, o hadiseler sırasında bir ilginç sahne daha vardır:
Adâlet Partisi’nin Ankara İl Başkanı olan ve ayrıca Amerikan Morrison firmasıyla da ortak işler yapan genç Süleyman Demirel’in, o saldırılar sırasında, gece karanlığında, binanın arka tarafından, ‘şapkasını alıp sıvıştığı’ sonra anlaşılacaktır.
Bunun, onu ayıplamak için söylendiği sanılmasın.. Bunlar, devlet yönetiminin darağaçları çalıştırarak bütün bir halkı koyun gibi gütmeye çalışan darbeci zorbalar elinde ne hale getirildiğinin ve toplumun hemen bütün kesimlerinde nasıl bir korku ve sindirilmişlik duygusunun hâkim kılındığının anlaşılması açısından zikredildiğini belirtmeliyim.
Bu arada, ilginç bir ayrıntıyı da kaçırmamak gerekir..
1963 yazında, henüz o zamanki Amerikan Başkanı J. F. Kenedy’nin öldürülmesinden üç ay kadar önce, Amerikan Başkan Yard. L. Johnson, Ankara’ya gelir. Ve o ziyaret sırasında, Johnson, Adalet Partisi’nin Ankara İl Başkanı sıfatından başka bir özelliği resmî özelliği olmayan Süleyman Demirel’le bir görüşme yapar.. (Kennedy, birkaç ay sonra, 22 Kasım 1963 günü Texas’da, dünyayı şoke eden bir suikasdde öldürülür ve yerine, otomatik olarak Amerikan Başkanlığı’na Johnson gelir.)
*
1963-64 yılları, Harbokulu Kumandanı Kur. Alb. Tal’at Aydemir liderliğindeki ki son askerî darbe teşebbüsü (aynı kişinin önceki darbe teşebbüsü, 22 Şubat’ 1962’deydi) 21 Mayıs 1963 günü ancak kanlı şekilde bastırılabildiği, derin sosyo-ekonomik buhran yıllarıdır.
Ayrıca, Adnan Menderes’in son döneminde, Yunanistan- Türkiye ve İngiltere arasında üçlü olarak imzalanan Londra- Zürih Andlaşmaları’yla ve yönetimin rum ve türkler arasında üçte bir nisbetinde taksim edildiği, sun’î bir devlet haline getirilmiş olan Kıbrıs Devleti’nin cumhurbaşkanı konumuna gelen Başpiskopos Makarios, Türkiye’deki iç buhranları fırsat bilerek, adayı bütünüyle Yunanistan’a bağlamanın tedhiş/ terör eylemlerini tırmandırmaktadır. İsmet Paşa, 1964 yazında, Makarios’u durdurmak için, Kıbrıs’da bazı mevzileri bombardıman ettirir.
Ama, hemen arkasından Amerika’dan da zılgıtı yer..
Yeni Amerikan Başkanı tarafından yazıldığı için, ‘Johnson Mektubu’ olarak bilinen ve muhtevası kamuoyuna sızdırılan tehdidlerinde, Johnson‘un, -saldırılara devam edilmesi halinde-, Türkiye’nin ağır bedeller ödeyeceğini, bütün sanayi merkezlerinin, limanlarının demir yollarının, hava alanlarının bombardıman edileceğini ihtar ettiği topluma yansıtılır.
‘Amerika’dan buğday gelmediği zaman, ülkenin aç kalacağı’ korkusunun hüküm sürdüğü yıllar olduğu da unutulmamalıdır..
İsmet Paşa ise, ‘Johnson Mektubu’na, dolaylı bir mukabele olarak, ‘Dünya yeniden kurulur ve Türkiye de bu yeni dünyadaki yerini alır..’ diye bir karşılık verir, ama, bunun nasıl olacağını kimse bilemez ve söyleyemez. Ama bu söz yine de solcu-marksizan çevreleri ve de Sovyet Rusya’yı biraz umutlandırır..
O sırada, Belediye seçimleri yapılacaktır, Türkiye’de..
Seçimin yapılacağı günün öncesi gece, Adâlet Partisi Genel Başkanı Ragıb Gümüşpala, yatağında ölü bulunuverir. Ve seçimleri büyük bir ezici ekseriyetle Adâlet Partisi kazanır.
*
Arkasından..
Adâlet Partisi’nin yeni Genele Başkan seçilmesi gerekmektedir..
Hemen, ‘Koca Reis’ diye anılan Dr. Sadeddin Bilgiç’in ismi öne çıkarılır, milliyetçi-muhafazakâr denilen kesimler tarafından..
Ve sanki o iş tamam sanılırken..
(Simavî’lerin) Hürriyet gazetesi, kocaman ve toplumda heyecan uyandıracak bir başlıkla, ‘Koca Reis’in karşısına, yeni bir aday çıkarır: ‘BARAJLAR KRALI SÜLEYMAN DEMİREL..’
Türkiye toplumu, Menderes döneminin Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel’in isminden ve varlığından böylece haberdar olur.
Ve bir kısım solcu çevreler onu hemen Morrison Süleyman diye anarlar, ama, onun Amerikan Başkanı Johnson’la kolkola çekilmiş fotoğrafları de gazetelerde arz-ı endam eder..
Henüz 40 yaşında genç bir mühendis..
Ama, arkasından ‘mason’ olduğu hakkında ciddî iddialar ortaya atılır ve belgeler yayınlanır.
1964 Sonbaharında Adalet Partisi, kendisine yeni bir Genel Başkan seçmek üzere Büyük Kongre’sini toplar.
Her iki aday da konuşur.. İkisi de Isparta’lıdır..
Süleyman Demirel, kendisinin mason olduğu iddialarına hiç değinmez..
Ama, orada söylediği bir cümle, bütün o iddiaları etkisiz hale getirmeye yeter: Çünkü o zaman dilimi, 1923’lerden itibaren İslamî terminolojinin siyaset meydanında hemen hiç kimse tarafından kullanılmadığı bir dönem iken, Süleyman Demirel’in kullandığı sözler, 40 yıldır korkunç bir kemalist-laik terör baskısı altında sindirilmiş olan bir müslüman toplumun yüreğini hoplatacak cinsten çarpıcıdır. Ve Demirel o cümle sâyesinde büyük bir ekseriyetle, Adâlet Partisi’nin Genel Başkanı seçilir:
-Ben evinde, Kur’an okunmadan sabah kahvaltısı yapılmayan bir ailenin çocuğuyum..’
*
(Devamı, inşaallah yarın..)