Gizli, çok gizli bir görev yapıyorlar... Askerler, birkaç kişiler... Görev yerine gitmek için Türk Hava Yolları’nın tarifeli bir uçağına sivil olarak biniyorlar. Yanlarında ise görevde kullanacakları şişme botlar (tabii paketlenmiş halde) ve birkaç bidon da benzin var. Pilot, muhtemelen spor yapmaya gittiklerini düşündükleri bu genç adamlara benzin bidonlarını alamayacağını söylüyor. Onlar da çaresiz, yanlarına benzini almadan biniyorlar uçağa. İndikleri nokta ile benzin alabilecekleri en yakın askerî birlik arasında çok uzun bir mesafe vardır, ayrıca görev de çok âcildir. O kadar âcildir ki, Ankara’da Genelkurmay Başkanı ve Başbakan onlara baskı yapmakta, bir an önce hedeflerine ulaşmalarını istemektedir.
Uçaktan indikten sonra yapılabilecek yegâne şeyi yapıyorlar, bir benzinciye girip ihtiyaçları olan benzini alıyorlar. Doğal olarak parasını da ceplerinden ödüyorlar. Görev bitip birliklerine döndüklerinde faturayı birliğin muhasebesine iletip, ceplerinden ödedikleri parayı tahsil ediyorlar.
İki Hürriyet yazarına sorular
Burada bir kahramanlık var mı? Bırakın kahramanlığı, övgüye değer bir durum var mı?
Seyahat için şirketten aldığı iş avansı biten bir pazarlamacının, arabaya kendi parasıyla satın aldığı benzini koyup yola devam etmesi, merkeze dönünce de faturayı muhasebeciye göndermesi ile bu hikâye arasında nasıl bir fark var?
Bunu, bu hikâyede acayip bir fedakârlık, acayip bir kahramanlık bulan ve hayatlarını genel yayın yönetmenliğiyle geçirmiş iki Hürriyet yazarına soruyorum: Ertuğrul Özkök’e ve Yalçın Doğan’a... Başka yazarlar da var, fakat ben ikisiyle yetineceğim.
Ertuğrul Özkök şöyle yazdı:
“Bu sözler sizin de içinizi, hem de çok derinden sızlatmıyor mu? Ben bu satırları ağlayarak okudum. Ve inanıyorum ki, bu cümleleri bir gün savunma değil, iddia makamında, hem de göğüslerini gere gere bir daha telaffuz edecekler.”
Yalçın Doğan ise, benzin faturasını ceplerinden ödeyen “Kardak kahramanları”nın da (şimdi Ergenekon sanıkları) dâhil olduğu bir liste yapmış. “Bu insanlar nasıl sanık olur?” tadındaki listenin ilk iki maddesi şöyle:
“Astsubay Ali Oktay Şahbaz. Ergenekon’dan bir süre tutuklu kaldıktan sonra, geçen ay tahliye ediliyor. Tahliye olunca nereye gidiyor? Hakkâri, Çukurca’ya, PKK ile çatışmaya. O bir terör örgütü şüphelisi.
“Albay Atilla Uğur. Abdullah Öcalan’ı Kenya’dan Türkiye’ye getiren komandoların komutanı. O bir terör örgütü şüphelisi.”
Liste beş maddelik ama yazar “listenin daha çok uzun” olduğunu söylüyor.
İnternette “okur yorumu” olur, “ciddi” köşe yazısında olmaz!
Ergenekon ve darbe sanıklarının “kahraman” oldukları için kendilerine isnat edilen suçları işlemiş olamayacakları argümanı, Ergenekon davalarıyla ilgili olarak bugüne kadar internet sitelerinde yayımlanan haberlerin altına girilen okur yorumlarının en has argümanı olageldi.
Bu zavallı ve temelsiz argüman, zaman içinde milliyetçi-ulusalcı köşe yazarlarının önce “deste küçük boy” ve “deste büyük boy”, ardından da “küçük orta boy” ve “büyük orta boy” seviyelerinden de alıcı buldu.
Fakat inanın, salgının “baş altı” ve “baş” seviyelerine de sirayet edeceğine asla ihtimal vermemiştim.
Çünkü normal olarak bu seviyelerdeki yazarların, böyle zayıf bir argümanı çaplarına yakıştıramamaları, kendi zekâlarına hakaret saymaları ve kullanmamaları gerekirdi. Hatırlamaları gerekirdi: Mesela Ebu Gureyb cezaevinde işkenceyle suçlanan Amerikan askerlerini, o askerlerin “teröre karşı” nasıl kelle koltukta savaştıklarını öne sürerek savunan tek bir Amerikalı gazeteci çıkmış mıydı?
Nitekim bu kategoriden köşe yazarları, bu argümanı kullanmamak için uzun süre direndiler... Bu hakikati madalyonun bir yüzüne koyalım. Madalyonun öbür yüzünde ise şu soru var: Bu kadar direndikten sonra bugün neden kullanıyorlar?
Soruya benim cevabım şöyle: Çünkü deniz bitiyor ve çaresizlikleri her gün biraz daha artıyor. Oysa başlarda, belki yargı bürokrasisinin işi er geç çözeceği umuduyla çok daha farklı bir tavır alıyorlardı.
Mesela Ertuğrul Özkök, “fırlama” (ben demiyorum, Ahmet Hakan diyor) karakterine ve tarzına uygun olarak uzun bir süre işi sadece “dalga”yla götürdü. Mehmet Ali Erbil’in programına geciken Paris Hilton’ın Ergenekon’dan gözaltına alındığı esprileri, Ergenekon geyikleri, fıkralar, böyle şeyler...
Eskiden Ergenekon sanıklarını savunurken mizaha başvurur, gülerdi; şimdi ağlıyor. Bu fark bana hayli anlamlı görünüyor.
Bir de şu var: Eskiden mizahi Ergenekon yazılarının finaline mutlaka şu türden şerhler koyardı:
“Ergenekon’da çok ciddi iddialar var. Bunların ortaya çıkması için, olayın artık, mizaha konu olan tarafına mutlaka dur demeliyiz. Yoksa mizah öteki tarafa da sirayet edecek ve sonunda bu işten gerçek çeteciler kârlı çıkacak.”
Hatırlayanlarınız olabilir, bu şerhleri nedeniyle Ertuğrul Özkök’e şöyle seslenmiştim bir yazımda: “‘Hiç uğraşma yavrum’ der benim büyük teyzem böyle durumlarda; ‘ben gel oturu da bilirim, geç oturu da bilirim...’ Öyle finallere hiç gerek yok yani...”
Anladığım kadarıyla Özkök bu türden şerhlerden de vazgeçmiş görünüyor. Artık söyleyeceğini daha açık söylüyor: Savcılar ve hâkimler kötüdür, sanıklar iyi ve kahramandır. Bir gün o roller mutlaka değişecektir!
Bu ağır tesbit beni hiç korkutmuyor.. Tam tersine, gerek Ergenekon sanıklarının savunmalarını eski “kahramanlık”larına dayandırmalarına ve bunu yaparken sürekli ağlamalarına, gerekse de onların medyadaki destekçilerinin yazılarıyla bu koroya katılmalarına bakınca asıl onların derin bir korku içinde olduklarını hissediyorum.
‘Yandaş’ medya: Medyadaki hayırlı yarılma...
Mayıs ayında Gaziantep Üniversitesi’nde bir konferans vermiş, fakat bu sayfalarda konferansı değil Gaziantep izlenimlerimi yazmıştım. Aslında niyetim, sonraki yazılarımın birinde konferanstan da söz etmekti. Olmadı, araya ara girdi, mesele soğudu.
Fakat şimdi, Bugün gazetesinin verdiği, Taraf’ın da ısrarlı bir gazetecilikle takip ettiği çok önemli “Heron düşürmece” haberini vesile bilerek, o konferansta işlediğim ve başlığı bu yazının başlığı olan konuya yeniden dönebilirim.
Ahmet Altan günlerdir, basının bir bölümünün bu haberle ilgili ısrarlı suskunluğunu yazıyor. Ben bugün tam tersini yapacak, basının haberi izleyen kısmına (yani “yandaş” denen medyaya) bakacağım... Konferans konusu olarak da bunu seçmiştim zaten.
Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, “yandaş” medya ile ilgili olarak düşüncemin tamamını anlatmaktan uzak bir başlık bu. Hiç kuşkusuz “hayırlı” yargısını belirli bir nisbîlik çerçevesinde kullanıyorum. Çünkü “yandaş” denen medyanın esasen olumlu bir rol oynadığını düşünmekle birlikte, basının demokratik bir ülkede oynaması gereken rol konusunda bazı problemlerle malûl olduğunu da düşünüyorum.
Üniversitedeki konferansta, bu rezervi böylece ifade ettikten sonra, bu medya bölüğünün neye nisbetle olumlu olduğunu; 2003-2004’ten sonra bu yeni medya ortaya çıkmasaydı bugün nasıl bir medya ortamıyla karşı karşıya kalacağımızı eski örneklerle uzun uzun anlattım: Birçok önemli haberin nasıl gizlendiğini; medya üzerinden siyaseti dizayn çabalarını; kaba baskıyla Meclis’ten çıkartılan yasaları...
“Yandaş medya” olmasaydı...
O konferansı bugün verseydim, temel tezimi desteklemek üzere “Heron düşürmece” haberini taze bir örnek olarak verirdim. “Düşünün” derdim izleyicilere, “yandaş” dediğiniz medya olmasaydı, ve tabii ilaveten Taraf da olmasaydı, bu haberi hiçbir gazete kullanmayacak, kamuoyu da bu korkunç ve esrarengiz olaydan haberdar olmayacaktı.
Aslına bakarsanız, 2003-2004’ten sonra eski yekpare medya bloku yarılmasaydı, Ergenekon ve darbe davalarını yürütmek de mümkün olmayacaktı. Bu blok öyle büyük bir terör yaratacaktı ki, ona rağmen bir adım atmak hemen hemen imkânsız hale gelecekti.
Ve yine aslına bakarsanız, eski medya yapısıyla birlikte AK Parti de varlığını sürdüremez, bu blokun yaratacağı akıntıda boğulur kalırdı.
Kanaatimce AK Parti ve Tayyip Erdoğan, bu gerçeği gördükleri için kendilerine yakın yeni bir medya blokunun doğmasının önünü açtı, bu gelişmeye destek verdi.
Sabah akşam “yandaş medya”ya saldıran zevat, bu oluşumda kendi paylarının ne olduğu üzerinde hiç düşünmedi. Biraz düşünseler hiç fena olmaz.
TARAF