Yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ eski köye yeni adet getirecek olanlardan değil... Nitekim her ağustos sonu yapılan mutat resepsiyona bu yıl da DTP’lileri davet etmediği gibi, eşi başörtülü olan zevatı da eşsiz davet etmiş. Anlaşılan bu ‘devlet’ Türk kimliği dışında bir aidiyeti taşıyan insanları ve eşleri başörtüsü takan erkek Türkler’i eşit ‘vatandaş’ olarak kabul etmiyor. Bu listeye doğrudan başörtülü kadınları da eklediğinizde elde epeyce dar bir cemaatin kalmış olması da bu ‘devleti’ pek rahatsız etmez gözüküyor. Herhalde şöyle bir beklenti var: Devran dönecek ve bir gün bu topraklarda ne Türk olmayan ne de eşi başörtülü olan hiç kimse kalmayacak...
Bir zamanlar pozitivist tarih yorumu altında aydınlanmacı bir üstünlük sağlayan bu bakışın artık ne denli cahilane olduğunu biliyoruz. Çünkü modernlik de geçici bir durum sadece ve yaşanmakta olan zihnî açılıma adapte olmak zorunda... Bugün Türk olmayan kimlikleri ve başörtüsünü gören devlet, tarihin ‘geriye dönemeyeceğine’ güveniyor olabilir. Ancak belki de esas cahilane olan tespit de bu nokta ile bağlantılı. Çünkü ulusal aidiyetin dışına taşan kimlikler ve dinsellik üzerinden ortaya çıkan yeni hayat tarzları, tarihin ‘geriye’ değil, aksine ‘ileriye’ gittiğini gösteriyor. Basit bir örnek vermek gerekirse, dindar kadınlar hiçbir zaman anneannelerimizin başörtülerine dönmeyecekler ve örneğin Kürtler de hiçbir zaman kendilerini devletin talep ettiği içeriğiyle ‘Türk’ hissetmeyecekler...
Cehalet normatif isteklerimizde ortaya çıkmaz. Diğer bir deyişle herkesin ‘Türk’ olmasını istemek cehalet olarak vasıflandırılamaz. Ama isteğinizi gerçeklerle uyumlu olarak sunma uğruna o gerçekliği anlamamaya, çarpıtmaya ve hele kendinizce doğrulamaya kalkarsanız ister istemez devlet olarak sıkıntıya düşersiniz.
Böyle bir sıkışmışlığın dışına çıkabilmenin en basit yolu sizden önce de herkesin ‘böyle’ davrandığı, devletin ‘geleneğinin’ tam da bu olduğu gerekçesidir. Böylece geçmişteki yanlışın tekrarlanması, ama sırf geçmişte de yapıldığı için ‘yanlış’ olmadığı türünden bir açıklamaya sığınılması mümkün olur. Ne var ki hayat yavaş olsa da sürekli değişen bir zihnî ortamı ima eder. Geçmişte yanlış olmayan veya tahammül edilebilir bir yanlışlık olarak yaşanan bazı gelenekler, gün gelir tümüyle anakronik hale gelir.
Genelkurmay’ın resmî davetlerle ilgili kullandığı ölçütler de bu sınıfa girmekte. Unutmamak gerek ki ordu müessesesi devletin ayrılmaz bir parçası, devlet ise toplumun kendini yönetme mekanizmasını taşıyan kurumsal çerçevenin adıdır. Diğer bir deyişle orduyu toplumsal özyönetimin, dolayısıyla da toplumsal kimlik çeşitliliğinin dışında tasavvur etmek mümkün değildir. Bazı etnik ve dinsel kimlikleri dışlayan bir ordunun giderek doğrudan ‘devleti’ temsil etmesi ve bu yönüyle toplum nezdinde yabancılaşması kaçınılmaz olur. Sonuç gerçek vatandaşlarla ‘devletin vatandaşlarının’ birbirinden ayrımlaşmasıdır ve açıktır ki bunun bir gelenek halini alması ‘ulus-devlet’ olma niteliğini epeyce zora sokacaktır. Çünkü günümüzde vatandaşlık kavramı giderek ulus-devletten neşet etmiyor... Aksine ulusu, var olan vatandaşın üzerinden oluşturmak ve bunu taşıyabilecek de bir devlet olmak durumundasınız...
Ordunun ve devletin resmî tavrının ardındaki zihniyetin böyle her resepsiyonda deşifre olması, herhalde sorumluluk sahibi bürokratların da hoşuna gitmiyordur. En azından onlar Osmanlı döneminin bittiğini, değişimi olağandışı ve çoğunlukla zararlı sayan, her değişimden sonra çare olarak nizam-ı âleme dönmeye çalışan bir devlet tavrının çok daha zararlı olduğunu idrak etmektedirler. Eğer biraz da bilgili iseler, Cumhuriyet’in bu açıdan Osmanlı’dan hiç de farklı olmadığını, ideolojinin laikleşmesinin ve vatandaşın etnik temele oturtulmasının özde bir değişiklik yaratmadığını, devlet zihniyetinin hâlâ nizam-ı âlemci olduğunu kavramışlardır.
Bu açıdan bakıldığında devletin siyasi geleneğinde gerçekten de bariz bir süreklilik olduğu söylenebilir. Kendi kuruluş idealini hiç değiştirmeyen, vatandaşı ancak o idealin içinden kavrayabilen, dahası tüm günlük davranış kalıplarını da buna göre şekillendiren bir devletle karşı karşıyayız. O nedenle de her geçen gün dünyanın sunduğu zihniyet ortamına ve toplumun değişen taleplerine yabancılaşan bir devlet bu... Ordu resepsiyonları söz konusu uzaklaşmanın sembolik göstergeleri sanki... Ortada gerçekten de bir gelenek var, ama bu değişimi hazmedemeyen ve bunun bedelini kurumsal yıpranma olarak ödeyen bir gelenek...
TARAF