Ekranda bir ilâhiyatçı-felsefeci konuşuyor: Tabiatta düzen dediğimiz şey, belki bizim algımızmış; ama kendisi "ereksel düzen"i kabul edebilirmiş. Gayeyi kabul ediyor, ona giden yolu kaostan ibaret görüyor. Ayrıca, o kabul ederse düzen var, etmezse yok.
Belli ki, felsefeyi saçmalama, saçmalamayı düşünce olarak görüyor. Bir yanda "tabiat kanunları"ndan bahsedeceksiniz ve bu kanunlar üzerine oturan objektif bilimlerden dem vurup, her doğruyu bilimlere havale edeceksiniz, öte yanda kaostan söz edeceksiniz. Kaosun olduğu yerde kanun, kanunun olmadığı yerde bilim olur mu? Çok defa bir virüse mağlûp olan, midesi ve bağırsaklarının emrini günde kaç defa yerine getirmezlik edemeyen, "benim" dediği vücudu tamamen kendi güç ve iradesi dışında meydana geldiği gibi, kendi güç ve iradesi dışında çalışan zavallı insan, aklını kâinatın ve onun işleyişinin mühendisi zannediyor; anlaşılan, vücudunu da bir kaos yığını olarak görüyor.
Nasıl bir yazının asıl varlığı yazarının zihnindeki manâlardan ibaretse, varlığın kaynağı da İlm-i İlâhî'dir. Varlıklar, İlm-i İlâhî'nin bir nevî unvanı ve Kader'in defteri olan Levh-i Mahfuz'da sâbit özler (âyân-ı sâbite) halindedir. Nasıl Kader, bir ağacın çekirdeğine onun bütün geleceğini, hayatıyla ilgili düsturları ve neticeleri varlığın mühendisi olan İlâhî Hikmet çerçevesinde dercetmişse, İlâhî İrade'nin hariçte vücut elbisesi giymesini dilediği sâbit özleri de yine Hikmet'in düsturlarıyla donatır; onlara değişmez "fıtrat"ını verir. Kudret de, onları Levh-i Mahfuz'dan çıkarıp, kendilerine Kader'in tayin ettiği haricî vücut elbisesini giydirir. Bu, zaman-mekân boyutunun da devreye girmesi demektir. İlm-i İlâhî'de, Levh-i Mahfuz'da değişiklik olmazken, haricî vücut sahası olan zaman-mekân boyutunda (Levh-i Mahv u İspat) İlâhî İsimler'in tecellileriyle renkler, şekiller, gel-gitler, değişmeler, doğumlar, ölümler, yer değiştirmeler vb. söz konusudur. Bütün bunlar, pek çok gayeye yöneliktir, pek çok hikmetler çerçevesindedir ve derin manâlar taşır. Kâinat, tam ve bozulmaz bir düzen içinde işler ve bu düzendir ki, insan zihninde kanunlara vücut vermiştir ve bilimler de bu kanunlar üzerine oturmaktadır.
Cahiliye döneminde Araplar, Allahü a'lem Hz. İbrahim Şeriatı'nın da bir hükmü olarak haram aylar denilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında savaşmazlardı; esasen İslâm da bu aylarda savaşmayı yasaklamıştır. Ne var ki, çok defa savaş dürtüsü galip gelir ve kendilerince bir hile yaparak, 29 veya 30 çeken bu ayları bazen uzatır, bazen kısaltır, böylece hem Şeriat-ı Tekviniye denilen kâinattaki İlâhî düzene, fıtrata karşı çıkarlar, hem de Din'in bu aylarda savaşmama emrini çiğnerlerdi. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, nesî' denilen ve çifte isyan ifade eden bu davranışı küfürde katlanma olarak niteler. Bunun bize anlattığı çok önemli bir gerçek vardır ki, fıtrata, İlâhî Düzen'e karşı çıkılmaz. Din'in hükümleri gibi, Şeriat-ı Tekviniye'nin hükümleri de itaat ister. Bunlara itaat, Allah'a saygı demektir. Zamanın her dilimi, Allah'ın hükmü altındadır ve hususî bir manâ, hususî bir muhteva taşır. Her yıl, her ay, her gün, her saat, her dakika, her saniye, her nefes, ayrı bir yenilenmedir. Kâinat, andan da öte en kısa zaman parçası içinde tekrar ber tekrar yenilenir. Ekrandaki filmin kareleri gibi, en kısa zaman parçası, zaman şeridinde aynı temel düsturlar etrafında yeniden yaratılan ayrı bir kâinat karesidir ve yenilenmenin süratinden dolayı biz onu sürekli hissederiz. Bundandır ki, Müslüman sûfiler, bunu insanın nefes almasına benzetmişler ve kâinata nefesü'r-Rahman demişlerdir. Yine bundandır ki, bize her nefeste ayrı bir hayat bahşedilir ve her nefes, hayatın, kâinatın, küllî ve ferdî var kılınmanın şükrünü, onun üzerinde tefekkürü gerektirir. Zamanın her dilimine ve dönümlerine böyle bakmalı ve onlar böyle değerlendirilmelidir.
ZAMAN