Zâhirî ölçülere göre, ‘yensek de, yenilsek de’; hep ‘haklı olmak ve kalm

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

Emperyalist ve materyalist dünyaların kendilerine ve diğer insanlara ve dünyaya bakışlarının altında kendilerini ‘hür ve üstün’, diğerlerini ‘aşağı ve köle’ gibi gören, ‘egoist, bencil/ hodbin’  (sadece kendini haklı görüp beğenen) bir anlayış bulunmaktadır, temelde.. 

Bu anlayışın tarih içindeki en net temsilcileri ise, yahudiler..

Yahudiler diğer bütün insanları ‘öteki’  kabul eder ve kendilerinin ‘üstür ırk’ olduklarına inanırlar.. Bu ‘üstün ırk’ın korunması için diğer bütün ‘öteki’lerin fedâ edilmesi gerekiyorsa, onun için gözlerini kırpmazlar.. İnsanlar arasında ‘ırk üstünlüğü’ üzerine bir düşünce ve idrak çarpıklığı taşıyan herkes, temelde bu düşüncelerinin yahudilerden ilham alarak geliştirildiğini bilmelidirler..

Adolf Hitler’in üstün ırk’ nazariyesi de aynı temele dayanıyordu, sadece tersyüz edilmişti, o kadar.. O da, ‘saf aryen ırkına mensub, beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı nordik almanları, en üstün ırk sanıyordu.. Bunun karşı kutbunda ise, ‘zararlı ırk’ vardı.. Onlar yahudilerdi.. Ve onların yokedilmeleri, imhası gerekiyordu.. Diğer bütün halklar ise, vasat ırklar idiler; onlar da, ‘üstün ırk’a hizmet ettikleri derecede, üstün ırk’ın lûtfettiği haklardan istifade edebilirlerdi..

Öteki bütün ırkçı nazariyelerin herbirisinde de, benzer eğilimler yok mudur? ‘Üstün ırk’ sanılanın korunması için, düşman olarak değerlendirilenlerin herbirisinin yokedilmesi bir tabiî hak gibi görülür. Yani, bugün siyonist İsrail rejiminin, karşısına ileride çıkması muhtemel bir zararını def’etmek bahanesiyle, ‘düşman’larını çoluk-çocuk demeden yoketmek hakkını kendinde görmesi, işte o zâlim anlayıştan kaynaklanmaktadır..

Batı düşüncesinin büyük beyinlerinden fransız düşünürü Montesquieu 300 sene öncelerde, ‘Kanunların Ruhu’ adıyla kaleme aldığı eserinde, ‘ileride bir tehlike oluşturması muhtemel olan bir düşmanın, henüz tehlike oluşturmadığı bir zamanda yok edilmesi’ paranoyasını tabiî bir hak olarak görüyordu.. (İleride saltanat davasına kalkışabilir, onun için, nizâm-ı âlem düşüncesi gereğince diyerek, hattâ beşikteyken boğularak öldürülen bebek şehzâdeler de bizim saraylarımızda da yok mudur?.. Ve bu da, aynı  mantık çarpıklığının ortaya çıkardığı korkunç bir zulüm değil midir?)  Ve, bugün, emperyalist ve materyalist dünya, bütün müslüman coğrafyaları ve halklarına karşı böyle bir paranoia ile hareket etmiyor mu?

Bizim değerler ve inanç sistemimiz ise, kimseye, bir suç olmaksızın ve oluşmaksızın ceza verilemiyeceğini bildirir.. Çünkü, o gibi anlayışlar bir vehimden ibarettir ve korkularının esiri olanlar, korkularını bertaraf edebilmek için devamlı yeni katl’leri de irtikab eylerler.. Bu, aynı zamanda, kaatil psikolojisidir de.. İlk cinayetini ma’zur göstermek için, yeni bir katl suçunu daha irtikab eder ve sonra, her önceki katli ma’zur göstermek için, zincirleme cinayetler arka arkaya gelir.. Ve sonunda da, kendisini firavun gibi telakki etmeye başlar ve herkesin hayatı üzerinde kendilerinin sözsahibi olduklarını vehmetmey, fiilî bir ilahlık/ tanrılık iddiasına kadar varırlar..

İslam ise, Allah’tan başka her türlü ilah fikrini, tasavvurunu reddetmeye çağıran ve insanın ancak böylelikle özgürleşebileceğini söyleyen, ‘digergâm’/ (başkalarını da düşünen) bir anlayış va yaşayış tarzı öneriyor ve dünyayı ona göre şekillendirmek istiyor.. ‘Lailaheillallah’ın aslî sırrı budur.. Yani, bir ‘cihanşumûl özgürlük manifestosu’.. (Qûlû, ‘Lailaheillallah..’ tuflihû..) (Lailaheillallah deyiniz, felâh bulunuz, kurtulunuz..) 

Köleliği, hiç bir insana yakıştırmayan, herkesi özgür olmaya çağıran bir anlayış..

Bu iki zıd dünya görüşü arasında tabiatiyle, çatışma kaçınılmazdır.. Sadece, bizim dinimiz, bu tabiî hale rağmen bize, saldırma olmadıkça  saldırmamayı ve saldırgandan daha şiddetli bir tepki vermemeyi, adâlet ölçüsünü unutmamayı telkın etmektedir..

Bu savaşta yenmek var, yenilmek var.. Ama, her iki durumda da asıl olan, haklı olabilmek ve kalabilmektir.. Yani, ‘Evet, dünyevî ve zâhiri ölçülere göre yenildim, ama, yine de ben haklıydım ve haklıyım..’ diyebilmektir, aslolan..

Allah’u Tealâ, ‘zafer ve yenilgi günlerini insanlar arasında dolaştırır durur..’ İnsanlığın başöğretmenleri, yolgöstericileri oldukları halde, nice ilahî peygamberler  de yenik düşmüştür..  Demek ki, yenilmek tek başına, bir kusur da değil; belki bir imtihandır; insanın kendisini sorguya çekmesi ameliyesidir.. Hz. Îsâ’ya atfedilen ve bir isyandan çok, ‘acaba bir hata mı yaptım ki..’  diye kendisini sorgulamaya yönelik ve çarmıha gerilirken söylediği ileri sürülen Eli, Eli!. La ma sabakteni?..(Allah’ım, Allah’ım! Beni niye terkettin?) sözündeki kendini sorgulayıcı tavır, başka peygamberlerin hayatında da olmuştur..

 

*Protestolar kimlik ve tarafımızı göstermek için olmalı; zaaflarımızı değil..

Günlerdir, yüreklerimiz dağlı.. Hemen her birimiz çaresizlik içindeyiz, ama, yüreklerimizde hunhar siyonist yahudilere karşı en hışımlı haklı tepkileri büyütüyoruz..

Ve bu arada, ölçüsüz laflar edenlerimiz bile oluyor.. Tıpkı siyonist yahudilerin yaptıkları gibi, yahudilerin çoluk-çocuk demeden, yokedilmeleri gerektiğini söyleyebilenlerimize bile rastlanıyor..

Eğer öyle olursa, Hitler,  Stalin ve diğer çağdaş firavunlardan, ataputlardan ne farkımız kalır?

Hışımlarımız evet, yeşermeli yüreklerimizde.. Ama, aklın ve inancımızın sınırlarından dışarıya taşırılmadan..

Evvelki gün, bir camie gittim.. Duvarda kocaman bir yazı vardı..

‘Eski ayakkabılarınızı atmayın, bir zâlimin suratına fırlatmakta kullanınız..’ diye..

Hoşuma gitmedi değil..

Çünkü,  bunun psikolojik olarak güzel bir silah olduğu, Bush’un iki hafta  Bağdad’a yaptığı mağrur gezi sırasında suratına fırlatılan ayakkabı örneğinde de gözüktü.. Ama, durumu, başka silahlara karşı, her zaman bu silahla durabiliriz gibi bir noktaya vardırmadan..

Evet, Amerikan Başkanı Bush, müslüman coğrafyalarına karşı baştan başa kan, gözyaşı, bombardıman, işgal ve savaşlar içinde geçen 8 yıllık başkanlık dönemini tamamlamasına 1 aydan az bir süre kala, Irak’a son bir kez daha gitti ve 5 yıldır işgali altında tam bir virâneye çevirdiği Bağdad’da, Başbakan Nurî Mâlikî ile birbikte basın toplantısı yaparken.. 

Muntezer ez’Zeydî isimli bir muhabir, ‘Bu sana son vedâ bûsesi, ey köpek!’ diye bağırıp, ayağındaki papuçları Bush’un suratına fırlatınca..

Başta Amerikan televizyonları olmak üzere, hemen bütün Batı televizyonları, günlerdir, bu ayakkabı fırlatma sahnelerini tekrar tekrar veriyorlar ve onun üzerine yığınla mizahî proğramlar yapıyorlar ve proğramcıların üzerine sağdan soldan ayakkabı bombardımanı sahneleri düzenleniyor!

Karşı konulamaz sanılan bir super maddî gücün çaresiz bırakılabileceğini göstermek isteyenler için, her zaman ve mutlaka, o düşmanın silahlarına denk silahlarla silahlanmak daima gerekli değil.. Düşmanın suratına fırlatılan bir ayakkabı bile, düşmanı çaresiz bırakan etkili bir psikolojik silaha dönüşebiliyor..  (Bazıları o fırlatılan ayakkabılarından hiç değilse birisinin, Bush’un suratında da patlamasını isterdi.. Ama, öyle olsa ve, onun suratında patlasaydı, bu kadar derin etki yapmaz veya, Batı tv. ve diğer medya organları, yaralı bir Amerikan Başkanı’nı bu kadar makaraya alamazlardı..) Evet; silahlar, bombalar, kanlı eylemler, terör yolu ile yine bir şeyler yapılabilirdi, ama, onların hiçbirisi, ‘düşman’ın temsil ettiği gücü ve toplumu bu kadar çaresiz bırakamaz  ve bu kadar eziklik içine sürükleyemezdi..

 ‘Zulmün topu var, kal’ası var, güllesi varsa...

Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır..’

diyen şair, bir asır sonralarda bir kez daha doğrulanıyordu..

Ama, bu gibi eylemlerin her zaman geçerli olduğunu, aynı etkiyi yapacağını sanmak da bir başka zaaf halidir..

Bu gibi fırsatlar nâdiren çıkar insanın karşısına..

Ama, asıl mes’ele, her silahın her yerde işe yaramıyacağını kavramaktır, Elimizdeki bütün imkanları, doğru zamanda, doğru yerde, doğru hedeflere karşı, doğru bir usûlle kullanmalıyız.

Yoksa, siyonist İsrail rejiminin bu zamana kadar adlarını bile unuttuğumuz nice korkunç cinayetleri ve dünya emperyalizminin onu sıvazlıyan tavırları karşısında gösterdiğimiz kızgın, hışımlı tepkilerin ardından, yeniden bir atâlete düşmekten kurtulamayız..

Kaldı ki, dünya konjonktürlerini düşünmeden ve içinde yaşadığımız çağın şartlarından habersiz olarak çare diye dile getirilenlerin çoğunun pratik hayatta hiçbir değeri yoktur..
Bir kaç gündür, öyle mesajlar alıyorum ki.. Kimisi ‘cihad’a gitmekten sözediyor.. Filistinlilerin yardımına koşmaktan dem vuruyor.. Kimisi, TC Hükûmeti’nin niye müdahale etmediğinden dem vuruyor.. Kimileri, hâlâ bir terör örgütü karşısında bile 25 yıldır netice alamıyan, ruhu boşaltılmış bazı silahlı güçleri, Peygamber Ordusu diye kutsayarak hayal âleminde dolaşıyor..

Hele bazılarının, son günlerdeki protesto mitinglerini kendi partilerinin ve eski bir liderlerinin hayalî kahramanlıkları için sıçrama tahtası olarak kullanmaya kalkışmaları yok mu; hafifliği, tahammül edilemiyecek ağırlıkta..

 

*Sıcak köşelerimizde hayaller kurup, nutuklar atarak savaşa gitmek mi?

 

Zafer, insanın haklı olduğuna inandığı konuda, hakkını korumayı herşeyden üstün bilmesi ve onu savunmak ve yüreğinde taşıdığı duygunun pratiğe dönüştürülmesi için gerekli bütün aklî ve kalbî tedbirleri almasını da gerektirir.. Hayal âlemlerinde dolaşarak, savaş yapmaya kalkışanlar, şapa oturduklarını görebilirler.. 

Orhan Şaik bir şiirinde,  ‘Bu vatan, düşmanı bencileyin rüyada değil, topun namlusundan görenlerindir..’  demişti.. Bu mısraı kendimize de uygulayabiliriz; hele de sıcak köşelerimize kurulup, siyonist İsrail güçlerine karşı kahramanca saldırılar hayâl ederken..

Siyonist İsrail rejiminin Gazze’ye yaptığı saldırı, tabiatiyle, sadece müslüman olan değil, insan olmak hasleti taşıyan her insanı yaralayacak çapta korkunç bir canavarlık tablosu oluşturuyor..

Bu hunharlığa karşı, bu ‘insanlık suçu’na ve ‘devlet terörü’ne, bu jenosid’e, soykırıma karşı çıkmak için protesto gösterileri, mitingler elbette gerekli.. En azından, ‘Dünya-âlem bilsin ki, ben İbrahîm’den yanayım..’ diyen bir mantık sergilemiş oluyoruz.. Ama, kamuoyunun duygularını iyice bileyliyelim derken, ölçüyü kaçırmamak da ayrı bir dikkat ve rikkat istiyor..  Hele nasıl gerçekleştirileceği bilinmeyen öyle laflar ediliyor ve öyle pankartlar taşınıyor ki, insana, ayakların suya hâlâ da değmediğini göstermekten başka bir mesaj vermiyor..

Hattâ çoluk-çocuk, savunmasız sivil insanlarıyla bütün yahudilerin de yokedilmesi gibi çılgınca ve haram ve de müslümana yakışmayan fikirleri dile getirenler bile bulunuyor..

Eğer öyle olacaksa, bizim yahudilerden bir farkımız kalır mı?

Bu gibi kimselerin çoğu, Ortadoğu’nun dünya siyasetinin nasıl bir temel taşı olduğundan ve oradan bir taş oynatılınca, bütün bir dünyanın nasıl alt-üst olduğundan habersizdi. Saddam’ın Kuveyt’i -bile- işgalinden sonraki gelişmeler de uyandıramamıştı, çoğumuzu..

Ve dünyanın güçlü emperyalistlerinden alınan gelişmiş silahlarla onların yine onların vurulabileceğini sanıyorlardı, niceleri..

Gazze’ye canavarca saldıran siyonist güçleri şiddetle kınadığını’ söyleyen ve ‘içimizdeki satılmışlar’ yüzünden Türkiye’nin bir şey yapamadığını söyleyen birisine, ‘Bu gibi laflar genel suçlamalardır.. Dünya emperyalizminin koruduğu bir şeytanî güce karşı, kızgın laflarla değil, o şeytan düzeninin mekanizmasını anlayarak karşılık vermek gerekir..’  dediğimde, onu da kabul ediyordu.. Ve ama, Türkiye’den Filistin’e nasıl gidilebileceğinin yolunu soruyordu, ‘cihad’ edecekti.. Ama, Filistin diye bir devletin bile olmadığını, oraya gidebilmek için, siyonist İsrail rejiminden vize alması gerektiğini bile bilmiyordu.. Sadece yumruk sıkarak, feryad ederek, kalaşnikofla cihad edebileceğini sanıyordu. Ama, benim sözlerim üzerine, siyonist İsrail rejimi elçiliğinin kendisine, ‘cihad’ için vize verecek kadar aptal olmadığını kabul edecek kadar da erken uyanabiliyor ve amma, hemen arkasından, ‘Demek ki yapacak bir şey yok..’ çaresizliğine saplanıyordu.. Ve hele, ‘dünya emperyalizminin, şeytanî güçlerin nasıl örgütlendiğini bilmeden, anlamadan, böyle, kan tepeye fırlayarak yapılacak şeyler yoktur.’ dediğimde, daha bir çaresiz kaldığını hissettiriyordu.. Halbuki ben, o ve benzerlerini çaresizleştirmeye değil, tablonun tamamını görmeye ve akıllı tedbirlere çağırıyordum.. O ise, ‘oturup İsrail’in vurmasını mı bekliyeceğiz, kardeşlerimizi..’ demekten öteye bir söylemiyordu, kahırla..

Halbuki, haklılığına inanan insan için, savaş’ın tek şekli yoktur, ve bazen ateşli silahlarla elde edilemiyen nice neticeler, başka yollarla elde edilebilir.. Eğitimden, ekonomiye, mazlumlara yönelik maddî ve manevî desteklere, ma’kul propagandaya, kitlevî protestolardan; cinayetkârlara maddî bir zarar vermese bile onu güç ve gülünç duruma düşürecek niye ferdî eylemlere kadar, yığınla imkanlar.. Nitekim, aynı siyonist İsrail rejimi güçleri 2006 Temmuzu’nda, Güney Lübnan’a saldırdığında, askerî açıdan zafer kazandığını sanmıştı, ama dünya kamuoyu karşısında rezil olmuş ve psikolojik savaşta  yenilgiye uğramıştı. Nitekim, Kudüs’te yayınlanan etkili siyonist Jerusalem Post gazetesi de, dün, ‘2006’daki hatayı tekrar ediyoruz, Gazze’de de yenilgiye uğramamız kaçınılmaz..’  diyordu.. Çünkü, Batı’nın güçlü emparyalist şeflerinin siyonist İsrail rejiminin, ‘kendisini savunma hakkının olduğu’ndan sözetmelerine rağmen, dünya kamuoyunda, siyonist saldırganlar, bu korkunç cinayetlerinin yanında yer alan herhangi bir halk kitlesini bulamamışlardı..

 

*Türkiye NATO’ya dahildir.. NATO, USA’nın zırhıdır; USA da İsrail’in!..

 

Bu gibi mesajlar gönderenlere, ‘Türkiye 200 yıldır, kendisini zorla Batı dünyasına girmeye zormlayan bir devlete siyasetinin oyuncağıdır.. Bunu, bu sistemi temelinden değiştirmedikçe, başka şekle sokmak, imkansızdır. Ve bu durum ülkenin derin stratejisinin sonucudur.. Bu gerçek böylesine ortada iken, bu işleri sen değil, Tayyîb Erdoğan da, istese bile, yapamaz.. Çünkü senin ülkenin ordusu, NATO'ya bağlanmıştır.. NATO Amerika'nın zırhıdır.. Amerika da İsrail'in zırhı.. O zaman, bu acaib denklemin nereden çözülebileceğini düşünmek, kan tepeye fırlayarak hareket etmekten daha faydalıdır.’ dediğimde, konuyu biraz biraz kavramaya çalışanlar da yok değildi..

Ama, bu arada, İran’ın niye İsrail üzerine elindeki 2500 km. menzilli ‘Shahab’ füzelerinden birkaç tane atmadığını veya o 300 km. menzilli füzelerden HAMAS ve Hizbullah’a vermediğini kızgın bir edâ ile soranlar da yok değildi, yine de.. Bu gibi sözleri edenler, dünya siyasetinin şekillenişinden habersizdiler.. 

Bazıları da, ‘sadece kınamak veya beddua etmek mi olacak  işimiz?’  diyordu.. Elbette ki, değil.. Nelerin yapılmasını  ve nelerin yapılabileceğini kan tepeye fırlamadan ve fiilen yapılacak şeyleri yapacak bir dikkatle dile getirmek gerekir..

Ama, bazıları, ‘Ahh, filanca başbakan olsaydı, görürdünüz nasıl durdurulduğunu; siyonist İsrail’in..’ diyebiliyordu hâlâ...  

Evvelki gün, böyle birisi bu gibi görüşleri tekrarladığında, bir diğeri, ‘Yahu, o sözkonusu ettiğin kişi, öyle şeyleri yapabilecek güçte idiyse, Başbakan olunca, önce kendi emrindeki orduyu elinde tutmayı bilirdi de kendisinin düşürülmesi karşısında seyirci kalmazdı.. Emrinde tutamadığı orduyu nasıl yönlendirecekti, siyonistlerin üzerine..’ deyince.. Kavga kopuyordu az kalsın; mantıkî muhakemenin kendisini çıkmaza sürüklemesine tepki olarak...

Bu arada, bir okuyucu ise, (hb.türk) isimli bir kanalda, (eski b. elçilerden) İnal Batu’nun, ‘bu bombardımanı, HAMAS’ın gücünü korumak için bizzat istediğini’ söylediğini aktarıyordu..  Aynı okuyucu, (Suriye'li olması hasebiyle, Ortadoğu konularında uzman sanılan ve müslüman halkların aslî değerlerine değil de, laik bir dünya görüşüne bağlı olan ve tehlikeli alanlarda dolaşan) H. M. isimli bir gazetecinin de, bu bombardımana, Türkiye ve de Mısır’ın izin verdiğini söylediğini aktarıyordu.

Bu gibi isbatlayamıyan iddialarla, belki birilerinin ilgisi çekilebilir, ama, bunlara hemen inanacak kadar safdil insanlar hangi tarafta bulunursa bulunsun, bir değer ifade etmezler..

Mısır’da Husnî Mübarek rejiminin HAMAS’tan memnun olmadığı açıktır rejiminin HAMAS’tan memnun olmadığı açıktır, ama, İsrail’i HAMAS’a saldırmaya o yüreklendirdi demek, objektif bir delil ve dayanak gösterilmedikçe, tutarsız sayılmalıdır..  Çünkü, böyle bir iddia gerçek olacak olsa, bunun ortaya yeni Khâlid İslambulî’ler çıkaracağını, Husnî Mübarek herkesten iyi bilmek durumundadır..

Aynı iddianın Türkiye’deki siyasî iktidarda bulunanlar içinde söylenmesi de, çok ağır bir bühtan sayılmalıdır.. Böyle bir yönlendirme ve azmettirmeyi, bırakınız bu günkü iktidar sahibleri; çok azgın diktatorial eğilimli olan laik despotlar dışında başka siyasetçiler bile dile getiremezler, herhalde... Bu gibi iddialar, ancak, ‘Ergenekon çetecileri’ veya bir takım rütbeli, silahlı laik /kemalist tiplere yakışabilir..

Kaldı ki, Tayyîb Erdoğan bu saldırının bir insanlık suçu olduğunu söyleyecek derecede, diplomatik açıdan çok ağır ağır olan ve İİC Başkanı Ahmedînejad dışında, başka hiçbir ülkenin lideri tarafından bu kadar dile getirilemiyen sözleri söylemişken, sırf siyasî düşmanlık yüzünden bunu görmezlikten gelmek, insafla bağdaşır mı? Ve ayrıca bu gibi sert açıklamaların siyasetçilere ödeteceği ağır bedellerinin olacağı da açıktır..

Üstelik, diplomatik çevrelerde, daha 22 Aralık  günü Ankara’ya gelen siyonist İsrail rejimi başbakanı Ehud Olmert’in Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e verdiği sözlerinin tam tersini sergilediği ve böylece, saldırıyı gizlemek için, Türkiye’yi kullandığı sözkonusu ediliyor.. Ki, Erdoğan’ı, ‘Bu, Türkiye’ye de saygısızlıktır..’ diye daha bir hışımlandıran da bu olsa gerek..

İddiaya göre, o görüşmede Olmert‘in, Erdoğan’dan, HAMAS’ın ‘ateş-kes’i bozmaması ve uzatması için aracı olması ricasında bulunduğu’,  ama, bu talebin Erdoğan tarafından  kabullenilmediği de sözkonusu..

Bu iddia doğruysa.. Bugün, ortaya çıkan kanlı tabloyu önlemediği için, Erdoğan’ı suçlayanlar olabileceği gibi; öyle bir araya girme durumu olsaydı, o zaman da nicelerinin, Erdoğan’ın, HAMASı, kendisisininki gibi uzlaşmacı bir çizgiye çekmek için çalıştığı suçlamasında bulunacaklar da olacaktı, mutlaka..

 

*Beklenmiyen bir tepki ve o bile, şaşırtıcı bir iddia ile..

 

Bu arada, görüşleri kamuoyuna, emrindeki medya kuruluşları aracılığıyla, ‘Muhterem Hoca Efendi’ diye anılarak sunulan bir zat adına yapılan bir açıklama da ilginçti..

Önceleri, Filistin’li müslümanların nice acılarına ve çetin mücadelelerine ilgisiz ve hattâ en aykırı ve acımasız şekilde yaklaşan bu kişi, şimdi biraz farklı bir tavır sergiliyordu.. Ama, o sözlerin içinde bile, Ortadoğu’da, 60 yıllık bir ‘silahlı haydutlar çetesi’ geçmişine sahib  siyonist İsrail rejimini, en kadîm medeniyetlerinden birini kuranları temsil eden bir devletin, kuvvetten başka çözüm yolu tanımıyormuş gibi davranması, henüz devlet bile olamamış bir avuç insana şiddet uygulaması, düşündürücüdür’  diye nitelemesi, üzerinde durulmayı gerektirmekte..

Yani, iki bin yıl devletsiz yaşamış yahudiler adına hareket ettiklerini söyleyen ‘siyonist haydutlar çetesi’  mi, büyük bir medeniyetin temsilcileri?

Ya, asırlarca, müslümanların devletlerinin içinde yaşamış ve büyük bir medeniyetin, İslam kültür ve medeniyetinin ortak mirascıları olan Gazze müslümanlarının, ‘devlet bile olamamış’ diye nitelenmesindeki küçümseme?  Ve, Filistin müslümanlarının haklı mücadelelerini uzun süre ‘terörizm’ olarak görenlerin ağzını kullanmak? Evet, daha 90 yıl öncesine kadar asırlarca birlikte yaşadığımız kardeşlerimizin böylesine devlet bile olamamış diye küçümsenişini nereye koymalı..

Bu arada, hem de ilahiyat eğitimi bile almış bazı kimselerin bile, ‘Yahu, bu işin sonu gelmiyecek galiba..’  deyip, siyonist İsrail rejiminin ‘bir realite, bir gerçek olarak kabullenilmesinden başka çare yok..’ demeleri, teslimiyetçi bir havaya bürünmeleri ve başta hayat hakkı olmak üzere, bütün haklarını, haysiyetlerini, şeref ve namuslarını savunmak için mücadele veren  bir toplumu, mücadeleden vazgeçmeleri yönünde görüş belirtmeleri, ilginç. Ve de üzüntü verici..

Halbuki, bütün hukukî ve diplomatik ihtilaflar başlıca iki çözüm yolu vardır.

Ya, ‘de jure‘ yolu;  ya da ‘de facto’ yolu..

İnsanlığın hukuk düşüncesi ve tarihinde, 2500 yıl öncelerden beri var olan bu iki terimden birisi, ‘de jure’ yani,  hayatın önceden belirlenen bir hak ve hukuk ölçüsüne göre şekillenmesi  anlayışı..  De facto’ ise, baskın olan güce, zorbalığa, egemenlerin iradelerine göre bir düzenlemenin hukuk olarak kabul edilmesi yolu.. 

Yani, artık uluslararası emperyalist/ şeytanî güçlerin düzenlemelerine teslim olunması yolu.. Yazık ki, bunu taleb eden, dile getiren bir takım müslüman tiplerle bile karşılaşıyorum..

Ama,  akılsızca, kan tepeye fırlayarak yapılan savunma hamleleri devam etsin manasında değildir, bu..

Savaş açmış bir güç karşısında, saldırgan ve cinayetkâr karşısında teslimiyet bayrağı çekmenin müslümana asla yakışmayacağını tekrar belirterek; hakkını, haysiyetini ve şerefini korumak isteyen her bir kişi veya toplumun, düşmanı karşısında mücadelenin değişik yollarını düşünmesi gerekir.. Ve onun nice yolları bulunur da.. Yüreğinde direnme arzusu olan her akıllı insan, mücadele yollarını aklıyla da donatarak bulur.. Ama, beyin ve kalblerinde teslimiyeti benimseyenlerin varacağı hiçbir yer yoktur; zilletten gayri, utançtan gayri.. İnsan esir edilse, öldürülse bile, bu şerefsizlik değildir.. Ama, haklarından vazgeçip, gününü gün etmek için, sürüngenler gibi yaşamayı kabullenenlere söylenecek söz bulmakta zorlanır insan..

 

*Müslümanlar olarak kendi statülerimizi de sorgulamalı değil miyiz?


Haa, bu arada, şu konu da sorgulanmalı ve sorgulanıyor da..

HAMAS ile, siyonist İsrail rejimi arasında, iki tarafın da fiilen uyduğu ‘ateş-kes’in uzatılmayacağına dair ilk açıklamanın ısrarla, HAMAS tarafından yapılmış olmasının mantığı nedir?

Bu izah edilememiştir..

Bilindiği üzere, HAMAS Başbakanı İsmail Heniye,  ‘ateş-kes’i uzatmıyacaklarını açıklamış ve hemen arkasından da birkaç tane, düşük etkili, kısa menzilli ‘Qassam füzeleri’nden atılmıştır, ‘düşman’ tarafına..

Ne bekleniyordu? Siyonist İsrail rejiminin saldırmak için bahaneler, tuzaklar hazırlayabildiği geçmişten örneklerle olsun, hatırlanamaz mıydı?

Düşmandan çiçek veya insaf bekleyecek değildik, herhalde..

Hatırlayalım, siyonist İsrail rejiminin Güney Lübnan’a, 2006 Temmuzu’nda gerçekleştirdiği ve 34 gün süren ve hemen 1500’den fazla sivil insanın öldürülmesiyle ve bütün bir Güney Lübnan’ın bütün şehirlerin, yerleşim birimlerinin alt yapısının tamamen tahrib edilmesiyle sonuçlanan saldırının bahanesi de, bir İsrail rejimi askerinin kaçırılması değil miydi ve  o zaman da, Güney Lübnan’daki Hizbullah güçlerinin lideri, ‘İsrail’in böyle bir tepki vereceğini bilseydim, bu kaçırma eylemini yaptırmazdım..’ dememiş miydi?.

Güçler böylesine dengesiz iken, hâlâ,  bu yolla mücadele edilmesi normal midir?
Bu siyasetten kan ve ölümden başka nasıl bir sonuç bekleniyordu? Nitekim, Mekke'deki müşriklere karşı harekete geçmek için, önce bütün yollar denenmedi mi? Resul-i Ekrem (S)’in stratejisi bizlere bir seyler öğretmeliydi değil miydi?

Hz. Ali’den nakledilen bir savaş taktiği taktiği ilginç değil midir?

‘Düşmanın kılıcı uzun ve kuvvetli, senin kılıcın da zayıf ve güçsüz ise.. Boşyere kılıç savaşı yapma..

Pekiy, kaç mı?

Hayır!!..

Düşmanına, sana kılıç sallamak için muhtac olduğu mesafeyi vermiyecek kadar sokul, boğazına sarıl..

Yani, ‘intifaze’nin yaptığı da buydu, geçmişte..

Hak ve haysiyeti sözkonusu olduğu zaman, savaşmak için sadece maddî güçlerinin hesabını yapan kişi veya toplumların haysiyetli ve özgür yaşama hakkını kavradığı düşünülemez.

Ancaak, bu mücadelinin her kademesindemerhalesinde haklı olabilmek, aslolan.. Ve o biz ‘seferle mükellefizdir, zaferle değil..’ Bu sahabe mantığıdır.. Biz aklen ve şer’an alınması gereken bütün tedbirleri aldığımıza ve yapılması gerekenleri yaptığımıza inanıyorsak; gerisini Allah’a ederiz..

‘Nasr’un min’allah...’

 

* * *

 

*Birkaç NOT: 1- Yeni Hicrî- Qamerî yılbaşını, Hicret-i Nebevî eyleminin 1430’ncü yıldömününü, ‘güçsüz haklıların, haksız güçlülere galebe çalacağı’ ümid ve temennilerimle, tebrik ediyorum..  

2- 03 Ocak 09 Cumartesi, saat 12:30 da, Ankara-A. İpekçi Parkı’nda " Filistin Dostları Platformu" tarafından bir miting yapılacaktır; duyururum..

3- 25 Aralık günü, TRT 2’de, 13.40 sularında, TC. dışsiyaseti ve Ermeni Mes’elesi ve TC- USA ilişkileri ve dünya siyaseti vs. üzerine AK Parti’nin bir  Kırıkkale m.vekiliyle bir konuşma vardı.. Bu zat için de, ‘Özal’ın prenslerinden..’ deniliyordu.. Yani seçkin, parlak zekâlı.. Ama, bu kişi, hayret edilecek kadar engin dışsiyaset bilgisini öyle bir konuşturdu ki, 1964’de Amerikan Başkanı Johnson’un Türkiye Başbakanı’na mektub yazdığını da hatırlıyordu.. Ama, Türkiye Başbakanı’nın kim olduğunu bilmiyor ve ‘Demirel miydi, İnönü müydü?’ diyebiliyor ve sunucu da gereken düzeltmeyi yapamıyordu..

Evet, bu kadar seçkin bir isim, 40 yıl öncelerinin ünlü Johnson Mektubu’nun Başbakan

İsmet İnönü’ye yazıldığını bile bilemiyordu.. Böyle birisinin stratejik konulardaki ‘usta’lığı ayrı; bu gibi hassas konularda böyle birisini seçen TRT için de kocaman bir ayıp değil mi?)