Açık oturumlarda sıklıkla tekrarlanan iki ifade vardır:
1. Osmanlı İmparatorluğu çok dilli, çok dinli bir hoşgörü toplumuydu.
2. Türkiye nüfusunun %99'u Müslümandır.
Peki ilk cümleden ikinciye; yani çok dinli bir toplumdan %99'unun Müslüman olduğu söylenen bir topluma nasıl geldik dersiniz? İşte 'Ermeni meselesi', bu soruya verilecek cevabın en büyük yekûnunu oluşturur.
24 Nisan'ın baş sorumlusu Talat Paşa'nın defterindeki rakamlara göre, 24 Nisan 1915'ten önce Osmanlı İmparatorluğu'nda 1.200.000 Ermeni yaşıyordu. Ancak 24 Nisan 1915 günü, İstanbul'da yaşayan ve sayıları 700'ü bulan Ermeni sanatçı, milletvekili, gazeteci, yazarların sürülerek öldürülmesiyle başlayan ve halka yönelik tehcirle devam eden 'operasyon' tamamlandığında en az 800.000 Ermeni'nin hayatı üç-dört ay gibi kısacık bir zaman diliminde karartılmış olacaktı.
'Teşbihte hata olmaz' düsturu uyarınca açıklayalım: AK Parti hükümeti, PKK üyelerinin büyük çoğunluğu Kürt diye Edirne'den Ardahan'a bütün Kürtleri haritadan silmeye, onları evlerinden etmeye sonra da mallarına el koymaya yeltenseydi ne olurdu? Sanırım düşüncesi bile dehşete düşmeye yeten bu durum karşısında bütün gücünüzle mani olmaya çalışırdınız. 24 Nisan 1915'te İttihat Terakki Hükümeti'nin uygulamaya başladığı 'zorunlu tehcir' politikası da bundan çok farklı değildi.
Doğu'da mevcut olan Ermenilerden müteşekkil bazı çetelerin yapıp ettikleri bahane edilerek, 'gelecekte başka sorunlar çıkmasın' diye İstanbul'daki Ermenilerden başlayarak yüzbinlerce insan, kadın-çocuk demeden, evlerinden, yurtlarından, köklerinden sökülüp atılmış, mallarına el koyulmuş, hatıraları kazınmıştır.
TSK arşivlerine göre bile Rus ordularına yardım edenlerin sayısı 6 bin ila 15 bin arasında değişiyor. Ancak bahsettiğimiz zulüm sayesinde bebek, kadın, ihtiyar ayrımı gözetilmeksizin en az 800.000 insanın hayatıyla oynanıyor. Evlerinden her şeylerini geride bırakarak ayrılmaya zorlananlar, diğer çetelerin baskınına uğrayanlar, yollarda ölenler ve öldürülenler, ölen bebeğini geride bırakan anneler, kızlarını Müslüman komşusuna emanet eden babalar...
24 Nisan 1915'te başlatılan İttihatçı operasyon İslâm hukuku açısından zulümdür; bunun dışında verilen isimler bir Müslüman olarak beni çok da ilgilendirmiyor. Müslüman, söyleyeceği sözü önce 'öteki'nin ağzına bakarak söylemez, söylememeli. Başbakan Erdoğan'ın Ermeni toplumuna sunduğu tarihî taziyeyi de bu minvalde okuyorum. Diğer 24 Nisan'lardan farklı olarak, ABD Başkanları'nın ağzına bakmadan kendi sözünü söyleyebilen bir ülkeye yaraşır, şahsiyetli bir çıkış olduğunu düşünüyorum.
Üstelik zulme zulüm demek, özellikle 1915 sonrası bazı Ermeni çetelerinin intikam amacıyla işledikleri suçları veya ASALA'nın işlediği cinayetleri ya da Hocalı Katliamı gibi diğer zulümleri görmezden gelmeyi de gerektirmez. Zulüm, zulümle yıkanmaz çünkü. Zalimin de ırkı yoktur, mazlumun da...
Bu günâh önce İttihatçıların, sonra onlarla işbirliği yapanların sonra da bu zulme ses çıkarmayanların üzerinedir. Çünkü 24 Nisan 1915'te başlayan süreçte 'Hak' ayaklar altına alınmıştır. Boğazlıyan Müftüsü Abdullahzade Mehmet Efendi'nin tehcir sorumlularından Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey'e 'Allah var ve O'nun gazabından korkun!' demesi bundandır. 1918'de Rus ordusuyla beraber Doğu'da terör estiren Ermeni çeteleriyle mücadeleye liderlik eden Bediüzzaman'ın 'Kadınlara ve çocuklara dokunmak caiz değildir' hükmünü ısrarla hatırlatması da bundandır.
Kendimi sosyal Darwinist, militan laik Talat Paşa'nın değil, bir ahlâk abidesi olan Bediüzzaman'ın,
Ya da Ermeni köylüleri en vahşi yöntemlerle öldürten Boğazlıyan Kaymakamı Kemâl Bey'in değil, ona karşı çıkan Boğazlıyan Müftüsü Abdullahzade Mehmet Efendi'nin torunlarından biri olarak görüyorum. Bu yüzden Başbakan Erdoğan'ın sadece özgüvenli bir ülkenin liderine değil, en başta bir Müslüman evlâdına yakışan taziyesini memnuniyetle karşılıyorum.
Bu taziye ile gönül yükümüzü hafifletmekte emeği geçen herkesten, en çok da bu ülkenin vakarına yakışır politikalara dönmesini mümkün kılan Ak Parti tabanından Allah razı olsun.
YENİ ŞAFAK