Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi, National Democratic Institue ve Metropoll Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin ortaklaşa gerçekleştirdikleri “Türkiye’de Demokrasi Algısı” başlıklı araştırmanın sonuçları geçtiğimiz mayıs ayı içinde yayımlandı. Araştırma en çok, “Bazı durumlarda ordunun yönetime el koymasını onaylar mısınız” sorusuna “Onaylarım” cevabını veren “yüzde 39”la dikkat çekti.
Araştırmanın sonuçlarının duyurulduğu günlerde ben de, yeni çıkan Büyük Medyada Ergenekon Haberciliği kitabımın tanıtımı çerçevesinde, işte bu “yüzde 39”u esir almış zihniyetle ilgili düşüncelerimi açıklamaktaydım.
Araştırma sonuçları, “Ergenekon teşkilatı” ile “Ergenekon zihniyeti” arasında bir ayrım yapmakta ve daha ziyade “zihniyet” üzerinde yoğunlaşmakta ne kadar haklı olduğumu bir kez daha gösterdi bana.
Bu sonucun, “darbeli” geçmişimizle hesaplaşma yönünde önemli adımlar atıldığı; darbecilik-Ergenekonculuk pratiğinin önemli ölçüde geriletildiği; Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) yeni yönetiminin darbeciliği lanetlediği bir dönemde ortaya çıkmış olması, ayrıca dikkate değer.
Araştırma sonucu, kitabın tanıtımı çalışmalarında gündeme getirmeye çalıştığım “Acaba ‘teşkilat’ darbe yedikçe ‘zihniyet’ yaygınlaşıyor mu?” şeklindeki paradoksal sorunun hiç de temelsiz olmadığını göstermekle, bende ilave bir tecessüs duygusu yarattı.
Keşke bu çerçevede daha önce başka araştırmalar yapılmış olsaydı ve biz darbe girişimlerinin, darbe planlarının açığa çıkmaya başladığı 2007’den önce bu oranın ne olduğunu bilebilseydik.
Benim kişisel gözlemlerim, takibim ve sezgilerim bu oranın 2007’den önce daha düşük olduğunu söylüyor. Yani böylece, soruyu teze dönüştürmüş, “Ergenekon şebekesi zayıfladıkça Ergenekoncu zihniyetin yaygınlaştığı”nı öne sürmüş oluyorum. Bu iddiamı kanıtlayamam, fakat böyle bir garabetin “anlaşılabilir” olduğunu gösterebilirim. Yazının bundan sonrasında bunu yapmaya çalışacağım.
Kriminal değil, toplumsal ve siyasi bir vaka
“Yüzde 39”u elbette öncelikle tarihsel, toplumsal, psikolojik boyutlarıyla; kriminal değil toplumsal ve siyasi bir vaka olarak sakince ele almalı, kimseyi suçlamadan tartışabilmeliyiz. Fakat siyasi tarihimizin bir noktasında devlet içindeki Ergenekoncu güçlerin, nadasta tutulan “zihniyet tarlası”nı tohumlamaya karar verdiklerini ve o andan itibaren de bu yönde bilinçli, etkili bir faaliyet yürütmeye başladıklarını da analizimize mutlaka katmalıyız.
Cumhuriyet tarihimizin “darbeli” bölümü 27 Mayıs’ta, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içindeki bir cuntanın yönetime el koymasıyla açıldı. Fakat Cumhuriyet tarihimizin bu ilk “hard Ergenekoncu” hamlesi, nadasta tutulan “tarla”nın tohumlanmasına ihtiyaç hissetmeksizin gerçekleştirildi. Keza onu izleyen iki darbe de (12 Mart ve 12 Eylül) esasen TSK’nın salt kendi gövdesiyle siyasetin üzerine abanıp hâkimiyetini kurmasının öyküleridir. TSK, üç müdahalede de en fazla devlet içindeki müttefiklerini yardıma çağırdı, toplumdan herhangi bir yardım talebinde bulunmadı.
28 Şubat ise farklı bir öykü ve farklı bir konsepttir; ki bu konsept günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor.
“Silahsız kuvvetler” projesi
TSK’nın darbe iştahı 1990’ların ortasından itibaren yeniden kabarmaya başladı ve Refahyol iktidarıyla birlikte doruk noktasına ulaştı.
Fakat ordu, bir yandan da dünyanın ve Türkiye’nin değiştiğini, eski tipte “modern” bir darbenin başarıya ulaşamayacağını da görüyordu. Soğuk Savaş bitmiş, ABD’nin başını çektiği Batı bloku, “Komünizme karşı ileri karakol” konumundaki Türkiye’nin gerektiğinde ordu tarafından yönetilebilir bir ülke olduğu fikrinden vazgeçmişti.
Bu dönemde, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan haklarına, bireysel hak ve özgürlüklere dayalı yeni bir siyasi kültür gelişmişti. Bu siyasi kültürün içinden bir “askerî darbe” üretmek çok zordu.
İşte bu çaresizlikle TSK 28 Şubat’la birlikte yeni bir müdahale konsepti geliştirmeye başladı. Yeni konseptin kritik cümlesi, müdahaleci generallerin en şahini olan Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’ya ait “Artık silahsız kuvvetler de elini taşın altına koymalıdır” sözüydü.
Böylece TSK içindeki cuntacılık, toplum içinden olabildiği kadar geniş bir kesimi kendi kriminal amaçları doğrultusunda seferber etmek ve onlardan onay almak üzere bilinçli, planlı bir faaliyet alanı oluşturdu. Amaç, darbeci-Ergenekoncu faaliyetlere “sivil toplum” üzerinden yeni bir meşruiyet aracı sağlamaktı.
Bu maya tuttu... Zaten tarihsel, toplumsal, ideolojik, psikolojik bir dizi nedenle otoriter çağrılara açık olan seküler-kentli-modern orta sınıfların geniş bir bölümü, başta irtica ve bölünme olmak üzere muhtelif motiflerle korkutularak “darbeye razı” kıvamına getirildi.
Bu süreç elbette medya olmaksızın başarılamazdı... Katıldığım bir televizyon programında, 28 Şubat’ın medya aktörlerinin hâlâ yerinde olmasının “tuhaflığı” üzerine bir soruyla karşılaştığımda, bunun “tuhaf” olmadığını söyledim. Çünkü bu gazetelerin okurları ağırlıklı olarak “yüzde 39”un içinde yer alıyorlardı ve kazara o medya aktörlerinin işlerine son verilmesi durumunda tirajlar jet hızıyla düşerdi.
Aslında, 28 Şubat’ın medya aktörlerinin bugün yerlerini koruyor, koruyabiliyor olması da 28 Şubat’taki tohumlamanın tuttuğunu gösteren başka bir kanıt olarak duruyor önümüzde.
Geldik, “Ergenekon şebekesi zayıfladıkça Ergenekoncu zihniyetin yaygınlaştığı” şeklindeki paradoksal teze...
Bana öyle geliyor ki, sözünü ettiğim tohumlamanın etkisiyle toplumdaki bazı kesimleri ve onların siyasi temsilcilerini “düşman” olarak gören kentli-seküler-modern orta sınıflar, “düşman”ı imha etme yeteneğine sahip yegâne güç bizzat “düşman” tarafından yürütülen soruşturma va davalarla zayıflatıldıkça, bu gücün zihniyetine daha fazla sarılıyor; aksi takdirde, “düşman”ın hiç alt edilemeyeceği duygusundan kaynaklanan bir nihilizme savrulacak...
Düşmanınızı ortadan kaldıracak sadece tek bir gücün olduğuna inanıyorsanız, o gücün zayıflamasını istemezsiniz. Fakat o güç ahlaki nedenlerle açıkça savunulamıyorsa, cümleleriniz “ama”lı olur...
Bugün bu noktadayız.
Tatil dönüşü ağırlık medya yazılarında olacak
Bu köşe, adından da anlaşılabileceği gibi esasen medya kritiği üzerine odaklanma sözüyle açılmıştı. Başlangıçta, köşenin adına uygun bir hat izlesem de, bir süre sonra bu türden yazılar seyreldi, “Medyaironik” de tıpkı başka köşeler gibi ağırlıkla “genel memleket meseleleri”nin ele alındığı bir köşe haline geldi. Bunda, yazılara başlamamdan hemen
sonra ortaya çıkan Ergenekon sürecine ağırlık verme zorunluluğu başat bir rol oynadı.
Bu dönem zarfında, geleneksel merkez medyanın, toplumun bir kesimini ve onların siyasi temsilcilerini “düşmanlaştırma”ya dayalı çizgisinin belki biraz daha az katı bir modelini benimseyen başka bir medya kesimi daha ortaya çıktı.
Bu “yeni” medya, bir yandan –geleneksel merkez medyanın doğası gereği ısrarla kaçındığı- devlet içindeki “demokratik meşruiyet” dışı müdahalelere karşı eleştirel bir pozisyon alırken, aynı eleştirel pozisyonu siyasi iktidara karşı geliştiremedi.
“Yeni” medya, siyasi iktidar karşısındaki “hoşgörülü” tutumunu savunurken, iktidarın “demokratik meşruiyet dışı müdahalelere karşı” mücadelenin bir parçası olmasını gösteriyorlar.
Bu argüman elbette bir noktaya kadar anlaşılabilir. Ben, “yeni medya”nın tutumunda bir problem gördüğümü söylerken, alternatif olarak “yiyin birbirinizi” çizgisini öneriyor değilim. Bu çizgiyi sadece siyaseten değil, ahlaken de problemli bulduğumu daha önce defalarca yazdım.
Problem şurada: Nasıl geleneksel merkez medya toplumdan çok devletin ihtiyaçlarını gözetiyorsa, bu “yeni medya” da toplumdan çok hükümetin ihtiyaçlarını gözetiyor.
Daha da vahimi, “yeni medya”, geleneksel merkez medyanın yıllardan beri eleştirdiğim gazetecilik tarzını giderek daha fazla olmak üzere tevarüs ediyor: Siz de bir olgunun sadece işinize gelen tarafını görüyorsanız, siz de manipülasyon yapıyorsanız, sizin iddialı başlıklarınız da haberin tamamını okuyunca çöküyorsa, amacınız ne kadar hâlis olursa olsun, yaptığınız şeyin adı “kötü gazetecilik”tir.
Yazılarıma 17 hazirana kadar ara veriyorum.
Dönüşte, medyanın her iki kanadının haberciliğine dair eleştirel yazılarla karşınızda olacağım.
alpergormus@gmail.com
TARAF