Burak Manav / Nihayet
Yurtlardan öğrenci evlerine provası bitmeyen kiracılık
İstanbul'a ilk kez 2015 yılında geldim. O zamandan beri şehirle aramızda bir sevgi - nefret ilişkisi var. Bu şehir; bir yanda kötü geçen günü güzelleştirebilecek minik ayrıntıları bir yanda da sıkıntıdan başınızı eğdirecek olayları barındırıyor. Üzerinde uzlaşılamayan bilmem kaç milyonluk nüfusuyla, düzen ve karmaşa uçlarında salınıyor. Metrobüste, kafede yahut iş çıkışı kaldırımda yürürken tek porsiyonluk arkadaşlıkların, aşkların ve düşmanlıkların geliştiği bir şehir. Belki de her “metropol” biraz böyledir, değil mi?
Dediğim gibi İstanbul’a 2015’te geldim. (Memleketin kaçınılmaz hikâyesi olarak) Anadolu’dan “büyükşehire okumaya gelen” gençlerden biriyim. Yaşayanlar bilir, kaygılarla geçen ilk yolculuk, birkaç gün turistlik sonra bocalama ardından “o yaş”a gelindiğine, kendi ayaklarının üzerinde durmaya ve babadan harçlık istememeye dair iradenin gelişmesi...
Öğrencilik yıllarım bir yurtta geçti. Yurtlar ve pansiyonlar tuhaf yerler. Yüzlerce insanla aynı çatı altında bulunmanın getirdiği tavizlere ek, günlerce parasız hayatta kalmanı sağlayan bir yapı. Yurtlarda kişisel alanın neredeyse yoktur, ama zaten kimsenin yoktur, dolayısıyla dert edilecek bir şey de yoktur. Yine herkesin anlaştığı bir gelip geçicilik hâli vardır. Öğrenci yurdu insanları bilirler ki burası provadır. Asıl hayat, okul bitince başlayacaktır. İnsanın, işte o zaman evi olacaktır.
Diploma, provanın bittiğini, oyunun başlaması gerektiğini gösteren bir belge.
Diploma alınca yurtta kalamıyorsunuz. Eşyalarınızı toparlayıp gitmeniz bekleniyor. Çünkü diploma, provanın bittiğini, oyunun başlaması gerektiğini gösteren bir belge. Tatillerde memlekete dönerken az çok kendini belli eden kiracı çocukları, yurttan çıkış zamanı alamet-i farikalarını sergilerler. Kalıcı olmama hissini öncesinde tecrübe ettikleri için daha organize ve daha az şaşkınlıkla ayrılırlar. Bende de aşağı yukarı öyle oldu.
Dört yılımı geçirdiğim yurttaki son günlerimde Nihayet’te staj yapmaya başladım. İstanbul’a ve onun hem herkesi kabul eden hem de asla ait hissettirmeyen sokaklarına alışmıştım. Beş arkadaş ev tutmaya niyetliydik ama bu kolay bir uğraş değildi. 1+0’lara taşınan bazı tanıdıkları dinliyorduk. Çoğu “hapishane” imgesinde karar kılıyor, evlerine sadece uyumaya gittiklerini anlatıyorlardı. Velhasıl koli bandı, emlakçı ve yer bezi üçgeninde Üsküdar’da eski bir apartman dairesine yerleştik. Yerleştik lafın gelişi zira dairenin parkesinden penceresine her unsuru bizden önce çoklarının burada kaldığını, vakti gelince bizim de gideceğimizi söylüyordu. Öyle de oldu. Pandeminin biraz hafiflediği dönemde bu kez üç arkadaş Avrupa yakasına geçtik. Yıl sonu da tekrar taşınacağım gibi görünüyor. Sorun değil, ben alışkınım.
Dedelerinden kalan evlerde yaşayan, doğduğu evin içinde büyüyüp serpilen, o evde gözyaşıyla yahut kahkahayla anlatacağı hatıralar biriktiren insanları görünce şaşırıyorum. Benim hikâyem öyle olmadı. İstanbul'a gelmeden önce de iki üç senede bir taşınan bir aileydik, hâlâ öyleyiz. Dolayısıyla ev sahibinin malına zarar vermemeyi ve mahalle arkadaşlıklarını bitirebilmeyi küçük yaşta öğrendim. (Kendi tecrübemde) bu durumun mağduriyetle yahut ekonomik durumla açıklanamayacağını düşünüyorum. Bazı aileler böyle oluyor, bir türlü yerleşemiyorlar işte. "Ev, insan yaşamında kazanılmış şeylerin korunmasını sağlar, bunları sürekli kılar. Ev olmasaydı, insan dağılıp giderdi" demiş Bachelard. İşte, bir evim yok. Dağıldım mı? Sanmıyorum.
"Vaktin çocuğu, gelecekteki bir vaktin çocuğu olmak değil, içinde bulunulan vaktin çocuğu olmaktır. O anda, orada bulunmaktır. O anda, içinde bulunduğumuz vakte teyellenmiş olan ölümü görebilmektir. Ve evet, hayatı bir prova, bir simülasyon, bir test sürüşü olmaktan çıkaran ona teyellenmiş olan ölümü görmektir" demişti Ahmet Murat, evet.
- Bütün bunların ötesinde, ev nedir, yuva nereye denir? Bilmiyorum. Cevap arayanlar erbablarına sorsunlar.